BİLİŞSEL PSİKOTERAPİ VE UYGULAMALARI

KİTAP TANITIMI

Sunuş

İnsanın, varlığı ve varlık içerisinde kendini anlama ve anlamlandırma uğraşı kendisi kadar eskidir. Düşünce tarihinde bu anlam arayışı ilk olarak dış dünyadaki nesneler üzerinden yorumlar yapılarak yürütülmüştür.

İnsanın kendini anlayabilmesi, kendini anladıktan sonra dünyayı anlamlandırması zihinsel bir işlemdir. Ancak, anlam arayışları son yıllara kadar zihnin nasıl çalıştığı yeterince bilinmeden sürdürülmüştür. Belki son elli yılda yapılan, insan zihninin bilgiyi nasıl işlemlediği konusundaki araştırmalar, bulgular ve açılımlar düşünce tarihinde önemli bir dönüm noktası oluşturabilecek değerde ve kıymette olmasının yanı sıra insana anlam arayışı serüveninde de yeni ufuklar sağlamıştır.
İnsanların düşünceleri, duyguları ve davranışları zihinlerindeki bilgiyi işlemleme prosedürlerine göre şekillenmektedir. İnsanın neyi düşüneceği, nasıl düşüneceği ve nasıl bir çıkarımda bulunacağına bir çok faktör etki etmektedir. Bu faktörlerin başında bir insanın biyolojik materyali gelmektedir. Birtakım biyolojik etmenler (hormonlar, beyindeki nörotransmitterler vd.) insanın düşüncelerini, duygularını ve dolayısıyla da davranışlarını etkilemektedir. Buna ilaveten insanın yaşadığı coğrafya, iklim, aile, toplum, sosyo-kültürel yapı, sosyo-ekonomik yapı ve siyasi yapı gibi etkenler düşüncenin oluşum sürecine etkide bulunan diğer önemli faktörlerdir.
Bu faktörlerin bu süreçte nasıl işlediğini bize gösteren bilimsel çalışmalar bilişin (kognitif yapıların) neden ve niçinlerini açığa çıkarmaya çalışmışlardır. Bu çalışmaların psikiyatri ve psikoterapi literatürüne girmesi Beck tarafından 1960’lı yıllarda ortaya atılan bilişsel depresyon kuramı vasıtasıyla olmuştur. Bilgi işlemleme sürecinin nasıl çalıştığı ile ilgili Beck’le başlayan, bilimsel araştırmaların ortaya çıkardığı veriler, insanın düşüncesini, duygusunu ve davranışını anlamlandırmada bize çok yeni açılımlar sağlamıştır. Bir çok akademisyen ve klinisyen bu sahada çalışmalar yaparak insanın her türlü düşünce, duygulanım ve davranışının bilişsel (kognitif) süreçlerini epigenetik bir materyal gibi açıklamaya gayret etmişlerdir.
Bu kitapta kognitif kuram çerçevesinde psikolojik bozuklukların nasıl oluştuğu ve bu bozuklukların  nasıl tedavi edildiğini vaka örnekleriyle birlikte göreceksiniz. İnsan çok bilinmeyenli bir denklemdir. Bu denklemin bir tarafında biyolojik yapısı, bir tarafında dinamik gelişimi, bir tarafında kendilik yapılandırılması, bir tarafında davranışsal öğrenme, bir tarafında da kognitif yapılandırmalar bulunmaktadır. Bu yaklaşımlardan her biri insanın bir yönüne ayna tutarak o kısmı aydınlatmaya çalışmakta ve insanı daha iyi anlamaya aracılık etmektedir.
Son dönem bilimsel gelişmeler bütüncül bir insan anlayışı, bütüncül bir psikoloji psikoterapi bağlamına doğru bir trend izlemektedir. Bu kitapta kendi sahalarında uzman klinisyenlerin çeşitli psikolojik bozukluklarda bilişsel terapiyi hastalarına başarılı bir şekilde nasıl uyguladıkları anlatılmaktadır. Bu klinisyenler kognitif yaklaşımı esas almakla birlikte insanı anlatan değişik bilimsel gelişmeleri, bilişsel yaklaşıma entegre edebilecek bir esnekliğe sahiptirler. Zaten bilişsel terapi herhangi bir teorinin veya ideolojinin dar kalıplarıyla, kendini ve bu yaklaşımı kullanan uzmanlarını sınırlandırmaz. Bilişsel terapiler Beck’in depresyon modelinde başladıktan sonra klinisyenler tarafından hızla yayılmış, anksiyete bozukluklarına, yeme bozukluklarına, cinsel işlev bozukluklarına, uyum bozukluklarına, kişilik bozukluklarına, eş terapilerine ve aile terapilerine kadar yaygınlaştırılmış, hatta psikotik hastalarda dahi uygulanabilirliğini klinik olarak kanıtlamıştır.
Biyolojik-farmakolojik bir tedavi anlayışının egemen olduğu günümüzde ilaçların etkilerinin hastalıklar üzerinde istatistiksel olarak gösterilebilmesi, psikoterapilerin nispeten desteksiz bir şekilde kenarda kalmış gibi bir izlenim doğurmaktadır. Özellikle dinamik psikoterapinin yaygın olduğu dünyamızda bu psikoterapiler, hasta ile hekim arasındaki öznelliğinin, vaka odaklı çalışmasının modern bilimin getirmiş olduğu istatistiksel verilere dönüştürülmesi ve tedavi strateji ve prosedürlerinin standardize edilmesi noktasında bir takım zorluklar yaşamaktadır. Bu, dinamik psikoterapilerin bilimsel hüviyetlerini kazanamamaları ve bilim dışına itilmeleri sonucunu doğurmuştur. Bu bağlamda dinamik psikoterapiler, egemen olan bilim dünyasının dışında kendi jargonunu ve kendi yaşam alanını üretmiştir. Bu da kör ve sağırlar diyaloğunu oluşturmuştur.
Ama Aeron Beck’in getirmiş olduğu kognitif tedavi strateji ve programları standardize edilebilme özelliğini haiz olması, karşılaştırmalı çalışmaların yapılabilmesine imkan vermesi ve bir çok kültürde uygulanabilir olduğunun gösterilmesi ve bir çok çalışmada ilaçla tedaviye üstünlüğünün kanıtlanmış olması, psikoterapilerin önünü açmış ve egemen olan biyolojik hegemonyayı bir nebze de olsa kırmıştır. Hastalara çok şey vaat ettiğine inanılan ilaç tedavilerinin zaman zaman, belki de çoğu zaman uzun vadede yetersiz kaldığını çalışmalarında gözlemleyen klinisyenler, bilim tarafından onanmış alternatif bir atılım beklerken karşılarında kognitif-davranışçı psikoterapi programlarını bulmuşlardır. Bu alternatif açılıma klinisyenler büyük bir ilgi göstermiş, dünyanın dört bir yanında bilişsel terapi uygulayan klinisyenlerin sayısı kısa sürede artmıştır. Bu, psikoterapi yapan hekimler için umut vadeden bir gelişme olmuştur.
Ancak ülkemizde her sahada olduğu gibi bilim sahasında da her şeyi geriden takip etme anlayışı hala geçerliğini sürdürmektedir. Bilgi ve bilim çağı olarak nitelendirilen bu çağın temel niteliği bilginin akıcılığı ve anında ulaşılabilir olmasıdır. Ne yazık ki statükoyu devam ettirmeye çalışan geleneksel jargona sıkı sıkıya sarılan ve egemen organikçi terapi tekniklerinden başka bir alan tanımayan bilim anlayışı bu tip psikoterapötik gelişmeleri Türkiye’ye taşımakta isteksiz davranmış ve ağırdan almıştır. Buna rağmen bu konuya coşkuyla eğilmiş genç bilim adamları bu konunun zorluklarına katlanarak mücadele vermişler ve bu konuda belirli bir noktaya gelerek dünyadaki bilimsel gelişmeleri klinisyenlere ve aydınlarımıza tanıtmaya başlamışlardır. Klinisyenlerimiz ve toplumumuzun, bu bilgi ve beceriler kendilerine verildiğinde olaya ne kadar sahip çıktığı gözlemlenmiştir. Bilişsel terapinin Türkiye’de tanınabilmesi ve klinisyenlerimizce uygulanabilmesi, bu etkinliklerin sürdürülebilmesiyle mümkündür.
Litera Yayıncılık yetkililerinin bir seri olarak, ortak hazırlamayı teklif ettiği bilişsel-davranışçı psikoloji ve terapiler, dinamik terapiler ve bütüncül terapilerle ilgili bir dizi yayını gündemimize aldık ve bununla ilgili yoğun bir çalışma periyoduna girdik. Bu çalışmaların oluşabilmesi için yoğun gayretlerini ve desteklerini esirgemeyen Litera Yayıncılık’ın kurucusu Muhittin Macit Bey ile bu projeyi onunla birlikte yürüten Hasan Hacak ve Ferruh Özpilavcı Beyler’e öncelikle meslekten biri olarak şükranlarımızı ne kadar arzetsek azdır.
Kıymetli okuyucularımı bu kitapla başlayan hoş bir serüvene davet ediyorum. Bir çırpıda okuyup bitirdiğim zihnimde yeni açılımlar yarattığına inandığım bu güzel eseri bütün klinisyen arkadaşlarıma ve psikoloji ile ilgilenen herkese tavsiye ediyor ve bu kitabı baş uçlarında bir el kitabı olarak bulunduracaklarına inanıyorum.
Yeni kitaplarda buluşma ümidiyle.
Tahir Özakkaş MD.,PhD.
Psikiyatrist-Psikoterapist

 

“BÜTÜNCÜL PSİKOTERAPİ”
KİTAP TANITIMI
I.GİRİŞ
Bu çalışmamızın amacı insanı tanımak ve anlamaktır. İnsanı merceğimizin altına aldığımızda bir biyolojik yapıyla karşı karşıya kalırız. Önce bu biyolojik kütlenin ne olduğunu tanımlamamız ve anlamamız gerekir. İnsan denen varlık organik ve inorganik maddeden oluşmuştur. Organik madde içinde karbon, hidrojen, oksijen ve diğer elementlerin bulunduğu bir sistem için verilen isimken; inorganik madde de diğer bazı elementler yer almaktadır. Canlılığın oluşabilmesi organik maddelerin bulunmasına bağlıdır. Yani karbon, hidrojen ve oksijenle bağlantılı bir sistem gerekmektedir. Cansızlıkla canlılık arasındaki geçişin net sınırlarını koymak zordur. Filozoflar ve bilim adamları canlılığın niteliklerini belirtse de bu tam olarak geçerli değildir. Canlı nerede başlar nerede biter bunun sınırları belirsizdir.
Canlılığın yapıtaşı amino asitlerdir. Amino asitlerin kökeninde karbon, hidrojen oksijen ve azot gibi elementler bulunur. ….Bir amino asit yalnız başına canlılığı temsil etmez. Canlılığın oluşabilmesi için amino asitlerin bir araya gelerek protein yapması gerekir. Proteinler oluştuğu zaman buna da canlı diyemiyoruz. Proteinler bir araya gelerek kompleks yapılar yapmak zorundadır. Bu kompleks yapılar DNA ve RNA’ya kadar ulaşır. Bir DNA ve RNA kendi başına otonom hareket eden bir sistemdir. Yani geri beslemeli bir devre gibidir, kendini durdurabilir ve çoğaltabilir. Acaba canlılık burada mı başlamaktadır, bu muhteşem ve komplike DNA parçasının ilk yapısı “faj”lardır. Faj nedir? Faj yalnız başına çoğalma özelliği olmayan ancak bir bakterinin içine girdiğinde aktif hale dönüşebilir. Bakterinin dışında binlerce yıl kalır ama bir aktivite göstermez. Bakteri ise en küçük mikro organizmalardır. Bir faj bakterinin içine girdiği zaman içindeki DNA repertuarına göre kendini çoğaltır, kopyalarını çıkartır. Bakteriyi patlatır. Bakterinin hayatiyetine son verir. Bakteriyofajdan başlayan bu canlılık zinciri daha gelişmiş ve komplike model olan virüslere dönüşür. Virüslerin fonksiyonları bakteriyofaja göre çok daha gelişmiş ve fonksiyonları daha yüksektir. Virüsler kendini savunabilme yeteneklerine, kendini yok edecek düşmanlara karşı da kendini geliştirme yenileme ve değiştirme yeteneğine sahip ilk canlılardır. Bakteri ise virüsün yanında devasa kalan yapılardır. Bunlar komple protein zincirlerinin bir araya gelmesinden oluşan yapılardır. Bakterilerin yanında devasa yapılar mantarları görürüz. Tüm bu sistemin alt yapısı oluşurken henüz tek bir hücreye daha ulaşamadık. Tek hücreli bir canlıya ulaştığımızda virüse, bakteriye veya bakteriyofaja kıyasla çok komplike sistemleri içinde barındıran bir yapıya ulaşıyoruz: tek hücreli canlılar. En basit tek hücreli canlı olan amip ve terliksi hayvana bakacak olursak iki temel fonksiyonunun olduğunu görürüz: yaşamda kalma mücadelesi ve düşmana karşı savunma refleksi. Tek hücreli sistemde savunma, saldırı, beslenme, boşaltma gibi basit ama komplike sistemler mevcuttur. Tek hücreli sistemler daha sonra çok hücreli sistemlere dönüşür yani bir çok hücre bir araya gelerek ilk çok hücreli canlıları oluşturur. Çok hücreli canlılar birleşerek daha büyük canlı organizmaları oluşturur. Burada sistem değişmektedir. Organizmanın canlılığını devam ettirebilmesi için gerekirse hücre kendini feda eder. Bu varlıklar bitki hayvan ve insan olarak mütekamil hale gelmektedir. Bitki aynı şekilde savunma ve saldırı içgüdüsü olan, yaşamda kalmaya çalışan ve kendini kopyalayan sistemlerdir ancak serbest hareket kabiliyeti yoktur. Hayvan ise aynı sitemleri barındıran ama hareket kabiliyeti olan sistemlerdir. Bitki ve hayvanın ayırımının nerede başlayıp nerede bittiğini tayin etmek zordur. Hareket kabiliyeti olan bitkiler olduğu gibi, havan kategorisinde değerlendirilip de hareket kabiliyeti olmayan canlılar da vardır. Hayvan ile insana bakacak olursak hayvan nerede başlıyor nerede bitiyor bunun sınırlarını çizmek oldukça zordur. Geleneksel tanımlar içerisinde hayvanı tanımlarken akıl yürütemeyen ve konuşamayan varlık olarak tanımlanır. İnsan ise hayvanın yanında akledebilen ve konuşabilen canlıdır. Bu kaba bir ayırımdır. Bir takım hayvanlar var ki alet kullanabilmekte, akledebilmekte, fikir yürütebilmekte ve kıyasla bir çıkarım elde edebilmektedir. Öyle insanlar var ki alet kullanamamakta akledememekte ve kıyas yoluyla bir çıkarım yapamamaktadır. Konuşma yeteneğine gelince konuşma elbette insanın en üst seviyeden entelektüel bir fonksiyonudur, bir iletişim aracıdır, zihnindeki tasarımları simgeye dökme yoludur ama son dönemlerde yapılan araştırmalar hayvanların da kendi aralarında bir iletişim dili kullandığını göstermiştir. Mesela kargalar üzerinde yapılan bir çalışmada kargaların aralarında ciddi bir iletişim dili olduğu tespit edilmiştir. Çok ilginçtir ki farklı yörelerde yaşayan kargaların iletişim dillerinin de farklı olduğu anlaşılmıştır. Aynı insanların dillerinin ve lehçelerinin farklı olduğu gibi. Bilim adamları hayvanların davranışlarını incelerken bunların akledilen davranışlar olmadığını, genetik şifrelerine yazılan programların otomatik olarak uygulandığını iddia etmektedirler. Bu iddiayı doğru kabul edersek aynı sistemi insanlara atfedebilir miyiz diye bir soru akla geliyor. İnsan davranışlar çok muhteşem ve komplike görülmesine rağmen belirli etkilere standart tepkiler veren özelliklere haizdir. Acaba insan da kurgulanmış bir robot olmasın.? Bu çalışmada belki bu sorunun detaylarına gireceğiz. Bizim çalışmalarımız bu andan itibaren başlıyor. İnsan, hayvanlarda iddia edildiği gibi doğuştan getirdiği bir takım programları açılımlarla bir ömür boyu otomatik olarak yaşayan bir varlık mı, yoksa temel bir programla dünyaya gelip onun üzerine kendi programını yapabilme, yaratabilme ve uygulayabilme becerisine sahip bir varlık mı?. Elimizdeki verilere göre bir insanın robot olmadığına, özgür bir irade yeteneğine sahip bir varlık olduğuna inanıyoruz.
Doğuştan getirdiği biyolojik altyapısı ve çeperi içerisinde kendisini var edebilme yeteneğine haiz bir program yazıcıdır. Burada işin içine ruh girmektedir. İnsan sadece bedenden oluşan bir canlı mı yoksa bu bedeni kullanma, yönetme yönlendirme yeteneklerini bağımsız olarak yapabilen bir güç ve irade sahibi mi? Zor bir soru bu. Bu soruyu cevaplamaya çalışacağız.
İnsanın hikayesi insanın yaratılışına vesile olan anne ve babanın zihinsel tasarımlarının oluştuğu beynine düştüğü andan itibaren başlar. Anne ve baba bir bebek tasarlamaktadır. Bu tasarlanan bebeğin biyolojik yapısı, anneden gelen kromozomla babadan gelen kromozomların anne rahmi ve/veya anne rahmini oluşturabilecek laboratuar şartlarında birleşmesiyle oluşturulacaktır. Ama bu bebeğin ruhsal kimliği daha henüz canlılık aktivitesinin başlamadığı bir dönemde başlar, yani çocuğun varlığı çocuk henüz nutfe haline gelmeden anne ve babanın zihninde tasarlanır. Bebek henüz zigot haline gelmeden bebekle ilintili olarak ruhsal yapı anne ve babanın zihinsel tasarımlarında oluşmaktadır. Bu bebek nasıl bir bebek olacaktır; erkek mi kız mı? Ne kadar değerlidir? Bu bebeğin geleceği ile ilgili anne ve baba nasıl bir rol biçmektedir? Aslında çocuğun ruhsal kimliği anne ve babanın zihnindeki rahimde gelişmeye başlamıştır. Anne babanın zihninde tasarladıkları bebek modeli beklenen, istenen, önem verilen ve değer atfedilen bir tasarım ise çocuğun ilk yapı taşları çok olumlu atılmaktadır. Çünkü bu düşüncelerle çocuğa bakım verilecek ve eğitilecektir. Tersi ise aksi sonuçlar doğuracaktır.

Çocuğun anne rahminde zigot haline geldikten doğum anına kadar geçen sürede biyolojik bir problem olmadığını var sayarak çocuğun normal bir doğumla doğduğunu kabul edelim. Doğum anı ile birlikte anne ve babanın zihinde tasarladıkları bebek, somut bir varlık olarak avuçlarında ve kucaklarındadır. Bu andan itibaren reel manada çocuğun sanal programı yani kimlik ve kişilik, özellikle insan olma vasfı işlemeye başlamaktadır. Bu süreç yıllarca devam edecek çok girift ve komplike bir süreçtir. Hikayemizi iki perspektiften değerlendirebiliriz: çocuğun kendi perspektifinde dünya nedir, ebeveynin perspektifinden bu bebek ne anlama gelmekte, ne olacaktır. Bu iki taraflı etkileşim çocuğun ruhsal varlığını şekillendirecektir. Çocuğun ruhsal varlığını anlayabilmek için her zaman diliminde bu iki perspektifi mutlaka göz önünde tutmak gerekir. Biri diğerinden ayrı tutulması mümkün değildir, bunlar iç içe geçmiş iki sistemdir.
Bebek bu dünyaya geldiğinde annesiyle göbek bağını kestiği andan itibaren ayrı bir birey, ayrı bir varlıktır. Bedensel rahimden, kimliğini geliştirecek ruhsal bir rahime düşmüştür. Dünyaya gelen bebekte neler vardır.? Bebek dünyaya geldiğinde sadece otomatik reflekslerden ibaret, kapalı bir sistem gibidir, bakıma muhtaçtır, ihtiyaçları karşılanmadığında ölür. Canlılar arasında en çok bakıma muhtaç olan zavallı bir yaratıktır. Bebekte emme, arama yakalama, Babinski ve Moro refleksleri vardır. İçsel ve dışsal dengenin bozulduğu durumlarda dış dünyaya mesaj vermemin tek yolu ağlamaktır. Mesajlar tüm vücuduyla verilir. Bebek sadece içgüdü ve dürtülerden ibarettir. Vücudun gelişmesiyle birlikte genetik şifrede yazılı olan potansiyel programlar otomatikman aktive olur. Mesela bir yaşına geldiğinde otomatik olarak yürüme eylemini gerçekleştirir, konuşma yeteneğini aktive eder. Beş duyu yoluyla algılamalarını dışarıdan besleme ihtiyacı vardır. Uyarı açlığı vardır ve bu potansiyel genetik bir ihtiyaçtır. Bu, insanoğlunun doğuştan getirdiği genetik materyalle ilintilidir. Bu yapı zaman ve mekan kavramından yoksun ve mantık yapısından uzaktır. Bunların yapılandırılabilmesi için çocuğun, bebeğin hafıza kayıtlarının çalışması dış dünyayı içte tasarımlaması, kendi ile kendi olmayanı ayırt etmesi, hafızada olan ile dışarıda olanı ayırt edebilmesi, hafızada olan ile hayalde ürettiklerini ayırt edebilmesi için yıllarca eğitim alması gerekmektedir ki bu da asgari beş altı yıl sürmektedir. Bu beş altı yıllık süreç içerisinde ruhsal yapı şekillenmekte, farklılaşmakta, kendine has bir dizayn kurmaktadır. Bu yapı medeniyeti oluşturan evrensel insanın ortalama değerlerine yakın bir yapı ise normal bir insandan bahsedilmektedir. Bu oluşturulan sanal program veya kimlik, medeniyeti kuran insanoğlunun ortalama değerlerine uzaksa normal olmayan veya patolojik bir programdan bahsedilebilir. Biz bu çalışmada normal kavramına bakarak anormalin nasıl geliştiğini anlamaya, onun bir insan sistemini ortaya koymada hatalı olan yapıları nasıl tamir edebileceğimizin veya zararını asgariye indirebileceğimizin yollarını araştıracağız. Biz insanı yeniden anlamlandırmıyoruz. İnsanın çözümlenen parçalarına yaklaşarak onları bir bütün içerisinde nerelere oturtabileceğimizin tartışmasını yapmaya çalışıyoruz.
İnsanın davranış düşünce ve duygulanımını nasıl oluşturduğu ile ilgili evrensel bir çok hipotez vardır. Bu hipotezlerin geçerliğini hangi düzlemde ve zaman diliminde gerçekleşebildiğini temsil ettiğini anlayabilmek için olaya eleştirel bir yaklaşımla yaklaşmak istiyoruz. Mevcut bilimsel gelişmeler gerçeğin birçok yönünü bize aydınlatmış olsa da hala karanlıkta olan bir çok alan mevcuttur. Biz bilinenlerden yola çıkarak bilinmeyeni açıklamaya, izah etmeye gayret edeceğiz.
Bir klinisyen olarak amacımız bize müracaat eden hastalarımızı en kısa yoldan en iyi şekilde sağlığa kavuşturmaktır. Bunun için elimizde bilimsel bilgi, klinik tecrübe ve iyi niyetten başka bir şey yoktur.
Hekimler psikolojik problemlerle kendilerine müracaat eden hastalarına karşı temelde iki türlü yaklaşmaktadırlar. Bir kısmı bu psikolojik problemlerin tamamının beynin biyokimyasal ve genetik bozukluklarına bağlı olarak ortaya çıktığını kabul ederler. Bu şu demektir: bütün ruhsal rahatsızlıklar genetik şifremizdeki ve beynimizdeki biyolojik maddesel bozukluklardan kaynaklanmaktadır. Bunların ortadan kaldırılması için ise maddeye müdahale edilerek eksikliğin ortadan kaldırılması iddiasındadırlar. Bu klinisyenler hastalarına cerrahi veya medikal tedaviyle yardım etmektedirler. Diğer kısmı ise insanın psikoloijk problemlerinin bir kısmının genetik ve biyolojik kaynaklı olduğunu kabul ederken, rahatsızlıkların bir kısmının da ruhsal aygıtın oluşma dönemlerinde yüklenen sanal program hatalarından kaynaklandığına inanmaktadırlar. İnsan bedenine dışarıdan gelen her türlü uyaran insan beyninde biyokimyasal bir değişime yol açarak cevap bulur. Yani her türlü düşünce, duygu, kimyasal ve elektriksel uyaranların işareti olarak cevap bulmaktadır. Yani biyokimyasal değişim dışsal uyarının normal sonucudur, hadisenin sebebi değildir. Buradaki temel problem hangi bozukluklar genetik ve biyokimyasal bozukluklara bağlıdır, hangileri sanal programın yanlış uygulanması ile bağlantılıdır, bunun ayırtını yapabilmekle ilintilidir. Veyahut da bir takım biyokimyasal genetik yatkınlıklar hangi ortamlarda dışsal uyaranlarla aktive olmaktadır. Birinci gruptaki klinisyenler hastalarına cerrahi ve medikal tedavi ile yardımcı olurken ikinci gruptaki klinisyenler psikoterapi ve/veya medikal terapiyle hastalarına yardımcı olmaya çalışmaktadır.
Psikoterapi nedir? İki kişi arasında geçen (sıradan) bir sohbet midir.? Hayır. Psikoterapi insanı izah eden, insanın gelişimini açıklayan felsefi ve bilimsel bir arka plana, bir insan sistemine dayalı, bir sistemi kabul ettikten sonra bu sistemden belirli nedenlerle sapma gösteren yapıların belirli stratejilerle düzeltilmesini amaçlayan bir bilimsel disiplindir. Peki bu psikoterapi tek bir yöntem midir.? Hayır. Bu gün dünyada sekiz yüzün üzerinde psikoterapötik teknik uygulaması yapıldığı iddia edilmektedir. Bunların çoğunu biz de bilmemekteyiz. Ama bunları ana başlıklar altında incelersek bunların dört ana kümede toplandığını görüyoruz.
Bunlar:
1- Kaynağını Pavlov’un hayvanlar üzerinde yapmış olduğu çalışmalardan alan ve koşullu şartlanmayı temel kabul eden Davranışçı Psikoterapi tekniği.
2- İnsanı hayvandan ayıran temel yapının düşünce olduğunu iddia eden ve algılama farklılığı üzerinde duran Bilişsel Psikoterapiler.
3- İnsanın problemlerini kesitsel olarak almayıp geçmişle bütünleştirip, geçmişin ana şablonlarının bugünkü izdüşümleri yarattığına inanan Dinamik Psikoterapiler.
4- İnsanın en temel varlık nedenlerini irdeleyen ve cevap bulunamayan sorularla ilintili olarak insanın kriz yaşadığına iddia eden Varoluşçu Psikoterapiler.
Bu psikoterapi teknikleri insanın gerçeğinin bir tarafını izah etmektedir. Ama her biri bütünü izah etmekten henüz uzaktır. Biz burada bu psikoterapi tekniklerinin bir insanın bütüncül olarak izah edilmesi yolunda nasıl kullanılabildiklerini araştırmak istedik ve bulgularımızı sizinle paylaşmak istedik. Bu çalışmamızda her birimizin hikayesi olan ruhsal yolculuğumuzun muhtelif yanlarını ve görüngülerini vaka örnekleriyle tartışmak, incelemek ve onlara uyguladığımız terapilerin sonuçlarını birlikte görmek ve değerlendirmek istedik.
Tek bir teoriye saplanıp kaldığımızda bir klinisyen olarak nasıl bir çıkmaza girdiğimizi defalarca yaşadık. Bu açmazdan çıkmanın tek yolunun, bulunmuş olan psikoterapik yaklaşımların her birinin hangi hastaya hangi aşamada uygulanabileceğinin teorik temellerinin oluşturulması zorunludur. Psikoterapinin bu açmazı ortadan giderilebilir. Çağdaş gelişmeler psikoterapi tekniklerinin bu bütüncül yaklaşıma doğru seyrettiğini bizlere göstermektedir. Burada bağnazca bir tavır takınıp tek bir teoriye saplanıp kalmak hem kısırlığa neden olur hem de hastaya yararlı olmayı sınırlar. /hastaya yeteri kadar yararlı olmayı engeller. Bu noktadan hareketle klinik tecrübelerimizden de yararlanarak arzulanan/yeni bir bütüncül terapi yöntemine doğru sonuçları elde edilmiş bir teori taslağı ortaya koymaya çalışacağız. Psikoterapi bio-psikososyal bir varlık olan insanın problemlerini halletmek için ortaya çıkmış bir disiplindir. İnsan mutlu ve huzurlu olabilmesi için biyolojik ve psikolojik ihtiyaçlarını giderebilmeli, sosyal çevreye de uyum sağlayıp kendini orada var edebilmelidir. İddia ediyoruz ki her ülkenin kültürü farklı bir psikolojik örüntüler ağı oluşturmaktadır. Dolayısıyla kültürel farklılıklardan kaynaklanan sosyal yapı buna uygun psikoterapi tekniklerinin oluşturulmasıyla çözümlenebilir. Batı insanına göre oluşturulmuş psikoterapi uygulama ve yaklaşımları farklı kültürlerde işlemeyebilir. Biz de bunun müşahhas örneklerini kendi klinik tecrübelerimizde mükerrer defalar gördük. Batı kültürünün standartlarında olmuşmuş teknikleri uyguladığımızda açmaza düştük. Batı standartlarına uygun yapılandırılmış psikoterapik yaklaşımları ve insan anlayışını hastalara aynıyla uyguladığımızda zaman zaman çözüm üretemediğimizi fark ettik. Ama kendi kültürel yapımıza uygun olarak geliştirdiğimiz kalıplarla hastalarımıza uygulama yaptığımızda problemlerin çözüldüğünü tespit ettik. Bu da insanın bio-psikososyal bir varlık olmasının temel özellikleriyle ilintilidir.
Batıda geliştirilmiş olan insan modelleri ve tedavi stratejileri evrensel insanı tanımlamakta çok net ve açık bilgiler vermektedir. Bu bilgileri insanımıza uygulamak mümkündür. Ancak uygulamadaki hekim hasta ilişkilerindeki sıcaklığın derecesinden, terapi odasının düzenlenmesine; ücret ilişkisinden, terapi saatlerinin belirlenmesine, insanın kutsallarının konuşulmasından, mahremiyet alanına girmeye kadar konulardaki zaman ve zeminsel yapıyı ancak kültürel bağlamda ele alabilirsiniz. Bunun da çerçevesini sosyo-kültürel yapı belirler.
Ülkemiz insanı kısa sürede somut bir takım değişimler beklerken batı insanı programa uygunluk açısından daha uyumlu davranmaktadır. Kısa sürede bir takım problemlerin halledilmesi çoğu kez imkansıza yakındır. Uyguladığımız yoğunlaştırılmış hücum tedavisi süresi içerisinde, on beş gün süre boyunca, hastanıza genel bir şablon çizebiliyorsanız, bir formülasyon oluşturabiliyorsanız, samimi ve içten olduğunuzu gösterebiliyorsanız ve bu süre içerisinde bir takım değişimleri oluşturabiliyorsanız tedavinin sürekliliğini ve kalıcılığını temin edebilmeniz mümkündür. Aksi takdirde standart haftalık terapi uygulamalarını Batıdaki gibi uygulamaya kalkarsanız hastalarının yüzde sekseni veya doksanının ilk üç ayda tedaviyi bıraktığını görürsünüz.
Batı uygulamalarında hasta ile hekim arasındaki ücret, hak edilen bir ücret olarak takdir edilirken ülkemiz insanında sömürülme, kandırılma ve aldatılma duygularının ön plana geçtiğini ve hastanın bu konuda öncelikli olarak güveninin tesis edilmesi gerekliliği tedavinin sürekliliği açısından çok büyük önem arz etmektedir. Bu konu Avrupa/batı standartlarında bu kadar öneme haiz değildir. Çünkü bu konu sigorta şirketleri tarafından doğal olarak halledilmektedir. Bir başka konu da sosyo-kültürel yapımıza uygun olarak bir takım psikolojik problemler, paranormal olaylarla (cin, büyü, sihir vb.) izah edilerek bir çıkış yolu bulunurken, batı normlarıyla hastamıza yaklaştığımızda bunlara rahatça psikoz teşhisi koymamız mümkündür. Nitekim yurtdışımızda çalışan işçilerimizin, uzun yıllar yanlışlıkla psikoz teşhisiyle tedavisi edilmeye çalışıldığını gözlemlemekteyiz. Başka bir açıdan geleneksel aile modelleri ve sülale kavramı içinde yetiştirilmiş bireylerin bağımsız bir birey gibi kabul edilip terapiye alınmaları durumunda sistemin işlemediği ve tedavinin etkin olmadığı gözlemlenmiştir. Aile ve sülale dinamikleri göz önüne alınarak yapılan tedavilerde başarıya ulaşılmıştır. Bu tip yaklaşımlarda kültürel altyapının, dini içeriğin, örf, adet ve geleneklerin çok iyi bilinmesi, genel toplumsal eğilimlerin gözetilmesi, tedavinin başarısı için elzem olan asgari şartlar olarak görülmektedir. Bu yapılara yabancı olan terapistlerin hastaya yardımcı olamadıkları da gözlemlenmektedir. Tüm bunları göz önüne alan elastik/bütüncül bir modelin oluşturulması ile, hem hastalarımıza hem konuyla ilgili hekimlerimize ışık tutacağımız kanaatindeyiz.
Yerel Uygulamaların evrensel bütünlüğün bir parçası olması şuuru içerisinde geliştirdiğimiz modelin diğer farklı kültürlerde de uygulanabilirliğinin ve bu esnekliğin oralarda tesis edilmesinin gerekliliği evrensel bilime bir katkı olacaktır. Burada konu sosyal yapının içeriği değil, her sosyal yapıya uyumlu olabilecek bir modelin geliştirilmesi ihtiyacına yöneliktir. Bizim de amacımız budur. Amaç modelsizlik değil içinde modellerin işlediği elastik bir modelin geliştirilmesidir. Gayretlerimiz bu yöndedir.

 

Parapsikoloji ve metafiziği anlamak

PARAPSİKOLOJİ VE METAFİZİĞİ ANLAMAK

Tahir Özakkaş MD, PhD
Bilimler gelişmeden, ayrışmadan, farklılaşmadan birbirinin içine girmiş durumdaydı. Teoloji, felsefe, psikoloji, insan bilimleri ve diğer bilimler içiçeydi. İnsan zihninin bir ürünü olan bilimler geliştikçe belirli alt disiplinler ortaya çıktı, birbsirinden bağımsızlaştı. Bu bağlamda bilinen ile bilinmeyen arasında kalın çizgiler ortaya çıktı.
Psikoloji insan varolduğundan bugüne varolan bir bilimdir. Ancak bilimsel bir disiplin olarak gelişmesi son yüzyılda olmuştur. Psikoloji “ruh bilimi” demektir. Burada kavram kargaşasına neden olmamak için teolojik bir kavram olan “Spirit” kelimesi  yani ruhtan; insan beyninin fonksiyonlarını ifade eden “psi” yi ayırmak gerekir. Psi kelimesi canlıların, özellikle insan beyninin nasıl davrandığını, nasıl düşündüğünü, nasıl duygulandığını, nasıl etkilenip, nasıl tepki verdiğini inceleyen ve bunun yasalarını ortaya çıkaran bir bilim dalıdır. İnsanın organik yapısı; elle tutulur, gözle görünür, laboratuvarda incelenebilir bir yapıdır. İnsanın zekasını, aklını, düşüncesini, davranışını, duygulanımını, bu manada ölçüp tartamıyorduk. Ancak yapılan bilimsel çalışmalar İnsanın tüm bu fonksiyonlarını ölçülebilir bir fenomen olduğunu bize göstermiştir. Yani insan ruhu rakamlara dökülebilir. Bu sonuç bilimin evrimsel gelişim sürecine paralellikte ortaya çıkmıştır. Matematik, istatistik, sinirbilimi (neuroscience), kimya, elktrofizyoloji, elktromanyetizmin gelişmesi ile beynin sınırlarıda çözülmeye başlanmıştır. Artık insan beyninin sırları hakkında bir çok bilgiye sahibiz. Ancak bilmediklerimizde çoktur. Fakat çalışmalar umut vadedicidir.
Psikoloji ilmi bir disiplin olarak evre evre gelişip evrensel bilim içinde yerini alırken, sınırları netleşmekte, berraklaşmaktadır.
Bu noktadan itibaren bilimsel bir disiplin olarak psikiolojinin mevcut gelişim düzeyi ile izah edilemeyen, açıklanamayan sorun ve sorulara karşı psikolojinin ötesinde, yanında anlamına gelen “parapsikoloji” ortaya konmuştur. Parapsikolojiyi iki bağlamda değerlendirebiliriz.
Birinci olarak; psikoloji bilimi ile izah edilemeyen bir takım fenomenlerin bilimin inceleme araçları ile inceleyerek bilime kazandırmak, aydınlatmak, izah etmek şeklindeki yaklaşım vardır.
İkinci olarak; bilimsel determinizmin karşısında, gerçekliğin ötesinde , farklı bir boyutta fenomenler dünyası olduğunu isbata yönelik parapsikolojik bir yaklaşım tarzı mevcuttur.
Birinci yaklaşım tarzı bilime hizmet amacı güderken, evrensel gerçekliği deşifre etme yöntemidir. İkinci anlayış ise bilimsel gerçekliğin ötesinde farklı bir boyut arama peşindedir.
Tarihsel gelişim sürecine baktığımızda yapılan araştırmalar sonucunda parapsikolojinin alanı daralmakta, izah edilemeyenler anlaşılır olmakta, bilimin sınırları içine girmektedir.
Diğer alandan fizik ve metafiziğe baktığımızda fizik evrensel gerçekliği temsil ederken, metafizik evrensel gerçekliğin ötesini temsil etmektedir. Psikolojide geçirilen evreler fizik ve metafizik içinde aynı şekilde gelişmektedir. Yine tekrarlayacak olursak teoloji, felsefe, psikoloji ve diğer insan bilimleri geçmişte içiçelik arzediyordu.
Tarihsel gelişim süreci ilebirlikte bilimsel disiplinler ve alt disiplinler farklılaştı. Fizik, matematik, astronomi, kimya, geometri gibi bilimler alt disiplinleri ile birlikte çok gelişti. Evrensel gerçeklikte bilimin sınırları genişledikçe, izah edilemeyenler izah edildikçe metafiziğin alanı daraldı, küçüldü. Aynı parapsikolojide olduğu gibi.
İki türlü yaklaşım tarzı tesbit edilebilir. Birinci yaklaşım tarzı evrensel gerçeklik ve bilimsellikle izah edilemeyen sorulara karşı, insan zihninin cevap arayıp bulamadığı fenomenlere karşı; evrensel gerçeklikle bütünleşmeye çalışan, bilimsel açılımlar peşinde koşan metafizik yaklaşım tarzı vardır. Yani yaratıcı gücün evrensel sisteminin deşifre edilmesi ile ilgili zihinsel egzersizler mevcuttur.
Buradaki metafizik yaklaşım; bilinemeyeni, açıklanamayanı, anlaşılamayanı mevcut evrensel gerçeklikle izah etmeye çalışmak veya evrensel gerçekliğin perspektifini geliştirmeye çalışmak söz konusudur. Burada bilimle karşı bir karşıtlık söz konusu değildir. Ancak  bilimsel izah tarzı bulmaya zorlamak veya bilimin gelişmesini gözlemlemek gibi iki seçenek vardır.
İkinci yaklaşım tarzı ise evrensel gerçekliği veya fiziği basite indirgeyip, onu ötesinde anlaşılmayan, izah edilmeyen, mevcut bilimsel yaklaşımlarla da izah edilemeyeceğine inanan bir alanın varlığını kabul etmek, bu alanı doğmatik düşüncelerle, yargılarla açıklamaya çalışan yaklaşım tarzıdır. Burada bilimle bir kavga, bir karşıtlak hali söz konusudur.
Bu tarzda bilimsel gelişmelerin, insanı doğayı izah etmesindeki muhteşem gelişmenin ulaştığı boyut karşısında şaşkınlığa düşen bireyin kendini koruma  gayreti veya farklı bir güçle donanma ihtiyacını bulabiliriz.
Psikolojinin karşında parapsikolojinin, fiziğin karşısında metafiziğin oluşmasının veya bu dört ayrı argümanın birbiriyle ilişkisini anlayabilmek, bağlantıların ortaya koymak gerekmektedir.
Bu farklılıklar çeşitli boyutlarda, bağlamlarda ela alınıp izah edilebilir. Bunlar arasında psikolojik, sosyolojik, felsefi, teolojik, ahlaki yaklaşım vd  sayılabilir.
Psikolojik yaklaşım
İnsanların bir kısmı determinal fiziği seçerken, neden diğerleri metafiziği seçer. (Fiziğin içindeki determinizm ve indeterminizm teorik tartışmasının dışındaki bağlamda.) İnsanların bir kısmı insanların zihinsel süreçlerini inceleyen psikolojiye taraf olurken, diğer bir kısmı mevcut yasalarla izah edilemeyen konularda parapsikolojiye yönelir.
Modern psikoloji ile bunu izaha çalışalim. İnsan doğduğunda gerçeklikten habersizdir. Zihinsel yapısı zamanın, mekanın, determinal ilişkinin, fiziğin dışındadır. Bir insanın gerçeklik ilkesini, zamanı, mekanı, fiziği kavrayabilmesi için doğumdan sonra asgari  beş yıllık bir süre gereklidir. Bunları kavrama yeteneği ile dünyaya gelir. Ancak insanoğlu doğduğunda bu bilgiler mevcut değildir. Bebek beyni zamanı, zamanın ardıcıllığını anlayamaz. Uzamsal mekanı kavrayamayan, sebeb sonuç ilişkisini idrak edemeyen, ahlaki hususiyetlerin hiçibirisine sahip olmayan sadece biyolojik refleksler ve dürtülerden ibarettir.
Bebeklik döneminde düşüncenin ilk oluşum evrelerinde, dünyayı algılayan bebek dünyayı yarattığını düşünmektedir. Fiziksel ve düşünsel ihtiyaçları gerçekleştirildiğinde (başkaları tarafından) çocuk bunları kendinin yarattığı gibi bir vehme kapılmaktadır. Yani bir nevi tanrı olduğunu düşünmektedir. Bir bebeğin kendini tanrı gibi hissetmesini nasıl anlayabiliriz? Tabiiki bebekle oturup konuşamayız. Bebeğin düşünce ve duygularını direkt olarak öğrenemeyiz. Peki bu kanıya nereden varıyoruz?
Birinci olarak  bu yargımızın izdüşümlerini düşüncemizde, davranışımızda ve fantazilerimizde bulabiliyoruz. Bunların bilimsel bir perspektifte gözlemleyip izah edebiliyoruz. Kimlik ve kişilik yapısının oluşması  süreci, dilin, simgenin, imgenin oluşmasının sürecinde bu yapıları inceleyebiliyoruz.
İkinci olarak; akıl hastalığı (psikozlar) insan ruhunun gelişim evrelerinin tersine işlemesidir.Psikoz hastası; çocuk ve bebek düşünce tarzına geri dönüşü simgeler. Yani bebek gibi düşünür ve hisseder. Geriye döndükçe zihinsel yetenekler dumura uğradıkça psikozlarda omnipotent (tümgüçlülük) bir yapı ortaya çıkar. Tüm eşyayı kontrol edebilme, değiştirebilme, fiziksel gerçekliğin ötesine geçebilme gücünü hissetmektir. Akıl hastasının patolojisi daha da derinleşir ve geriye doğru yani bebekliğe doğru gitmeye devam ederse omnipotent yaratıcı gücü hissetmenin ötesinde zaman ve mekan kavramı da kaybolabilir. Bunlardanda geriye gidilirse kaos başlar, anlamsızlık ortaya çıkar. Bu ilk bebekliğe dönüş durumudur. Kelimeler, imgeler, nesneler iç dünyamızda anlamsız bir şekilde kaos oluşturur. Bu bilimsel literatürde “okyanussal coşku” terimi ile adlandırılır. Böyle bir bireyin tedavisi de tam tersine işler.  Bu süreç her insanoğlunun geçmek zorunda olduğu gelişim evreleridir. Zaman, mekan, gerçeklik,toplumsal ve sosyolojik gelişimler insana ebeveynleri veya bakıcıları tarafından yüklenen bir sanal proğramdır. İnsanlığın ortak gelişim çizgisinde belirli bir ortak payda olmasına rağmen; bireysel gelişim ve dünyayı algılama ve anlamlandırma çoğu durumlarda kültüreldir. Ve bu konuda çok geniş bir yelpaze sözkonusudur. Aynı olaya karşı kültürel farklılıklardan kaynaklanan birçok doğruları (!) görmek mümkündür.
Bu gelişim evreleri içinde çekirdek olarak kalan omnipotent yapı tanrısal güce haiz olduğumuz duygusu, zaman, mekan ve gerçeklikle sınırlandırılmış küçük dünyaya karşı bir isyan içinde iken, metafizik veya parapsikolojik bir uğraşa dönüşebilir. Yani bize giydirilmiş olan gerçeklik ilkesinin ötesine geçme isteği, bebekliğe dönüşü  (regresyon) özleyen dürtüsel yapının tezahürüdür.
Çocuğun düşünce ile eyleme geçmeyi ayırt edebilmesi için yılların geçmesi gerekiyor. Yine çocuk ben ile ben olmayanı içten glenle dıştan geleni, hayalde ürettiği ile gerçek olanı ayırt debilmesi için çok ciddi bir eğitim sürecini yaşamalıdır.
Dört beş yaşlarına kadar düşünmek ile düşündüğünü eyleme koymak arasındaki farklılığı tam olarak fark edemez. Düşündüğünde eylem yapmış gibi kendini sorumlu hisseder. Ömür boyu hepimiz bunun izlerini taşırız. Düşünülmesi yasaklanmış olan şeylerden kaçınır ve korkarız.
İnsanın bir tarafı zamanı, mekanı, determinal yapıyı ve ahlakı öğrenirken; toplumsal bir uyum gösterip toplumun içinde sağlıklı bir birey olur.
İnsanın doğasındaki diğer taraf ise; bebeklik dönemine, zamandan ve mekandan uzaklaşmaya, determinal yapıyı reddetmeye ve omnipotent haline dönmeyi arzulamaktadır.
Bu durumda kendisini yüceltme (Sublimation), özdeşim (identification) savunma mekanızmaları ile fiziğin karşısında metafiziğe, psikolojinin karşısında parapsikoloji yönlendirmektedir. Bir nevi tanrı rolünü oynamaktadır.
Birey; evrensel sisteme nedenselliği oturtmak istiyorsa ve buna yönelmişse, metafiziği ve parapsikolojiyi bilim alanına çekmeye çalışmaktadır. Bilimsel bir perspektifte bu alanlara yaklaşmaktadır. İzah edilemeyenler zaman zaman suni de olsa bilimsel bir perspektife oturtulmaya çalışılacak ve kişi kendini güvende hissedecektir.
Dinsel inançlara baktığımızda (Musevilik, İsevilik, Muhammedilik vd.) takipçilerinin dini izah tarzlarına baktığımızda iki keskin çizgi görürüz. Bir kısmı dini rasyonel yapı ile izaha çalışırken, diğer kısmı ise batını, gizemli, farklı boyutlarda omnipotent bir şekilde izaha çalışırlar.
İki durumda insan ruhunun reel ve irreel yönlerinin tezahüründen başka bir şey değildir.
Medeniyetin oluşabilmesi için yaşadığımız dünyada gerçeklik ilkesinin benimsenmesi ve toplumsal ahengin yakalanabilmesi gerekmektedir. Bu da eşyanın sırrına vakıf olmakla mümkündür. Bilim ise bunun oluşmasının temin eden zemindir.
Evrenin devamı için fiziksel, belirleyici değişmeyen yasaları vardır. Bu yasaların geçerliliği ve varlığı sürdükçe evren varolacaktır. Bu yasalar değiştiğinde; muhtemelen bunun adı kıyamet olacaktır.
Bilimde izah edilemeyen şeyler parapsikoloji ve metafiziğin psikoloji ve fiziğe karşıtlığını oluşturmamalıdır. Yaratılışın yasalarını anlamak için, belki de yaratıcıyı gerçekten hissetmek için bir gayret ve cehd unsuru olmalıdır. Bunu da yapabilmek için düşüncenin, deneyimin hiç bir sınır tanımadan bilimsel bir perspektifte eyleme dökülmesi gerekmektedir. Ahlaki kaygılar, dinsel tabularla insanın düşünce ufkuna sınır konması bilimsel üretkenlikle bağdaşmayan bir tutumdur.
İnsanı bu manada özgürleştiremediğimiz sürece eşyanın sırrının deşifre edilmesi de mümkün değildir. Bilim adamı sıradan bir insan gibi düşünmemelidir. Tabuların ötesine geçebilmelidir. Herşeyi sorgulayabilmelidir.Ve herşeyi deneyimleyebilmelidir. Ancak o zaman bilimsel sıçramalar mümkün olabilir. Aksi durumda statükoyu, doğmatizmi, fanatizmi ve kısırlığı desteklemiş olur. İnsanın düşüncesini özgürleştirirseniz, ufkunu açarsanız insan; gerçek manada insan olur. Aksi durumda ise şablonlarla düşünen ve yaşayan köleler oluşturusunuz.
Bireysel korku ve zaaflarımızı yaratıcı gücün korku ve zaafları gibi algılayıp; statükoyu ve dogmatizmi savunmak, yaratıcı gücü hiç anlamamaktır. Eğer yaratıcı güç ve irade varsa; o güç varlığını hep sürdürecektir. İnsan gibi ölümlülerin bir yaratıcı gücü koruma ve kollama görevi olamaz. Ancak onu anlama ve kavrama ihtiyacımız olabilir. Bilimsel arayış ve inceleme de; yaratılışımıza anlam arayışından kaynaklanmaktadır. Varlığımızın; sorgulayan, neden ve niçin sorularına anlam arayan içsel varoluşsal ihtiyaçlarımız, bizi bilimin araştırma va anlama kapısına yönlendirmektedir.
Bilim adamı fenomeni inceler, inandığını isbata çalışmaz. Bilim mevcut olanı koşulsuz anlamak, kavramak düşüncesi ile yapılır. Aksi yönelimler bireyin psikolojik içsel çatışmalarından kaynaklanan ihtiyaçlardır.
*Ruh sağlığı ve hastalıkları uzmanı, Toplum Hekimliği Bilim doktoru, Siyaset Bilimci

Tıbbi Hipnoz Kongresi Nisan 2003 Slayt Sunumu “Psikiyatri ve Psikoterapi’de Hipnoz

Dosyayı indirmek için tıklayınız

Anksiyete bozukluğu – 1

TEDAVİYE ALINAN ANKSİYETE BOZUKLUĞU GRUBUNDAKİ HASTALARIN KİŞİLİK BOZUKLUKLARI VE PSİKOSOSYAL-ÇEVRESEL SORUNLAR AÇISINDAN İNCELENMESİ

Uz.Dr.Tahir Özakkaş[1]

ÖZET: Azerbaycan tıp Üniversitesi Psikiyatri polikliniği ve hastahaneleri ile İstanbul Özel Psikiyatri Poliklniğine başvurun 180 Anksiyete Bozukluğu hastası tedavi yaklaşımlarına cevap özellikleri ve çeşitli parametreler açısından incelenmiştir.

DSM III-R kriterlerine göre SCID-OP uygulanarak 60 fobi, 60 anksiyete ve 60 obsesif-kompulsif hasta grubu rastgele örneklem yöntemi ile farmako, psiko ve kombine tedavi gruplarına eşit olarak ayrılmıştır. Farmakoterapi grubuna 8 haftalık ve idame tedavisi olarak clomipramin, buspiron ve alprazolam verilmiştir. Psikoterapide ise 10 günlük 20 saatlik hücum tedavisi ile birlikte 8 haftalık bir uygulama verilmiştir. Bunlara kognitif-davranışsal terapi ile içgörü yönelimli dinamik psikoterapi eklektik ve esnek olarak uygulanmıştır. Zaman zaman hipnoz kullanılmıştır.
I. GİRİŞ
Anksiyete bir semptom olarak bir çok mental hastalıkta karşılaştığımız bir belirtidir. Anksiyetenin birey üzerinde fiziksel ve mental belirtileri mevcuttur. Anksiyetenin psikolojik belirtileri arasında irritabilite, konsantrasyon zorluğu, sese karşı hassasiyet ve yerinde duramama sayılabilir. Ayrıca hafızanın zayıflaması, otonom sisteme aşırı yoğunlaşma sonucunda kalp atımlarını hissetme ve bunu bir kalp krizi gibi yanlış yorumlama ve buna bağlı algılama çarpıklıkları ve düşünce bozuklukları da ortaya çıkabilmektedir.
Bu hastaların fiziksel belirtileri sempatik sinir sisteminin aşırı aktivitesi ve kas geriliminin yoğunlaşmasını sonucu ortaya çıkar. Gastrointestinal sistem belirtileri olarak ağız kuruması, yutkunma zorluğu, epigastriumda hassasiyet, hava yutmaya bağlı geğirme, bağırsak hareketlerinde artma veya azalma oluşabilir.Solunum sisteminde; göğüste daralma hissi, nefes almada zorlanma, ve aşırı nefes alıp verme meydana gelebilir. Kalp damar sisteminde; çarpıntı, kalp üzerinde ağrı veya huzursuzluk hissi, boyunda ve muhtelif bölgelerde kalp atımlarının hissedilmesi görülebilir. Genitoüriner sistem belirtileri olarak; sıs sık idrara çıkmak, idrar yaparken yanma hissedilmesi, ereksiyon yetersizliği ve libido kaybı söz konusudur.Kadınlarda menstrüel bozukluklar ve amenore görülebilir. Merkezi sinir sistemi ile ilgili olarak kulak çınlaması, görme bulanıklığı, karıncalanma hissi ve baş dönmesi belirtileri tesbit edilebilir. Ayrıca müsküler gerilime bağlı şikayetler olabilir. Özellikle skalp bölgesinde hissedilen başağrıları mevcuttur. Uyku bozuklukları olarak; uykuya dalamamak, sık sık uyanmak, kabuslar görmek, erkenden uyanmak ve tekrardan uykuya dalamamak meydana gelebilir.

 

Tablo 1: DSM II, DSM III, DSM III-R, DSMIV’de Anksiyete Bozukluklarının Sınıflandırılması.

DSM II: DSM III DSM III-R DSM IV
Fobik Nöroz Fobik Bozukluk (F. Nöroz)Agorafobi PA’lı,PA’sız

Sosyal Fobi

Basit Fobi

Fobik BozukluklarSosyal Fobi

Basit Fobi

Agorafobi PA’sız

Fobik BozukluklarSosyal Fobi

Basit Fobi

Agorafobi PA’sız

Anksiyete Nörozu Anksiyete Durumları (veya Anksiyete Nörozu)Panik Bozukluk

Yaygın Anksiyete Bozukl.

Anksiyete DurumlarıPanik Bozukluk

-Agorafobili

-Agorafobisiz

Yaygın Anksiyete Bozukl

Anksiyete DurumlarıPanik Bozukluk

-Agorafobili

-Agorafobisiz

Yaygın Anksiyete Bozukl

Obsessif Kompulsif Nöroz Obsessif Kompulsif Boz. (veya Obs. Komp. Nöroz) Obsessif Kompulsif Boz. Obsessif Kompulsif Boz.

Histerik Nöroz

Depressif Nöroz

Nevrastenik Nöroz

Posttravmatik Stress Boz.Akut ve Kronik(Gecikmiş)

Atipik Anksiyete Bozuk.

Somatoform Bozuk.

Dissosiyatif Bozuk.

Affektif Bozuk.

Posttravmatik Stress Boz

Başka Yerde Belirlenmemiş Anksiyete Bozuklukları.

Posttravmatik Stress Boz

Akut Stress Bozukluğu

Genel Tıbbi Şartlardan…

Madde Kullanımından…

Başka Yerde Belirlenme-

miş Anksiyete Bozukluk.

 

 

Tablo 2: DSM II-R ve ICD 10’ Göre Anksiyete Bozuklukları*

DSM II-R

ICD 10

Sosyal FobiBasit Fobi

Agorafobi Panik Ataksız

Panik Bozukluk Agorafobili

Fobik Bozukluklar-Sosyal Fobi

-Basit Fobi

-Agorafobi

Panik Bozukluk (Agorafobisiz) Diğer Anksiyete BozukluklarıPanik Bozukluk
Yaygın Anksiyete Bozukl Yaygın Anksiyete BozuklMiks Anksiyete Depressif Bozukluk
Obsessif Kompulsif Bozukluk Obsessif Kompulsif Bozukluk
Posttravmatik Stress Bozukluğu Posttravmatik Stress Bozukluğu

 

*Liste modifiye edilerek yapılmıştır.
Anksiyeteli bir hasta değerlendirildiği zaman, klinisyenler bunun yanında anksiyetenin patolojik mi, yoksa normal bir anksiyete mi olduğunu ayırmalıdırlar. Pratik seviyede, patolojik anksiyete, normal anksiyeteden ayırdedilebilmelidir. Bunun için; hastaların, ailelerin, onların arkadaşlarının yardımlarından ve patolojik anksiyete teşhisi koyan klinisyenlerin gözlemlerinden yararlanılmalıdır.
Değerlendirme, hastaların iç dünyalarını belirten bilgilere, onların davranışlarına ve onların fonksiyon kabiliyetleri üzerine oturtulmuş olmalıdır. Patolojik bir anksiyetesi olan bir hasta komple nörofizyolojik bir muayeneye ve belirlenmiş bir bireysel tedavi planına gereksinim duyar. Klinisyen, bir çok tıbbi duruma bağlı olarak meydana gelen anksiyeteyi ve diğer mental hastalıkları, özellikle depressif hastalıkları gözönünde tutmuş olmalıdır. Çünkü çok açıktır ki, belirli tiyatral durumlarda anksiyete ile cevap vermek o kişinin avantajınadır.Bir kişi, patolojik anksiyete veya anormal durumun zıddına anksiyete sınırları içinde konuşabilir. Örneğin, sevdiği bir objeyi kaybetmekle veya ailesinden ayrılmak ile tehdit edilmiş bir çocuk için anksiyete normaldir.
Yine aynı şekilde, okulda yaşanan ilk gün çocuklar için, yeniyetmeler için ise ilk doğum günü partisi, erişkinler için yaşlanmayı ve ölümü düşündüğü zaman veya hastalıkla yüzyüze gelen herhangi biri için anksiyete normaldir.
Anksiyete hayatın anlamını ve kendi kimliğini bulmanın,belirsiz ve yeni şeyleri denemenin,değişikliğin, büyümenin normal ve olağan bir komponentidir. Patolojik anksiyete ise, bunun tersi olarak, onun süresi veya onun yoğunluğuna bağlı olmaksızın ortaya çıkan bir uyarana, uygunsuz bir cevap olarak ortaya çıkar.
II. ANKSİYETE BOZUKLUKLARI: GENEL BİLGİ
“Inhibitions,. Symptoms and Anxiety”(Freud 1926) isimli 1926’da yayınlanan kitabında Freud, anksiyete ile ilgili yeni bir teori oluşturdu. Bu teoride, reel dış kaynaklı anksiyete ve nörotik iç kaynaklı anksiyetenin her ikisini de tehlikeli durumlara bir cevap olarak oluştuğuna inanıyordu. Freud anksiyeteyi oluşturan durumların iki tipini belirledi. Bunlardan biri doğum olayı ile ilk prototipini yaşayan, içgüdüsel stimulusun karşıkonulmaz etkisidir.Bu tip durumlarda ego’nun koruyucu bariyerleri basınç altında delinerek dürtünün tüm etkinliğini ortaya çıkararak, travma ve mutsuzluk durumunu oluşturur.
İkinci ve daha yaygın olan durumlar ise, tehlikenin oluşturduğu durumlardan ziyade, tehlike beklentisi içinde gelişen anksiyetenin oluşmasıdır.Organizmaya yönelik yapılan bu tehdit, anksiyete belirtisi veya işareti olarak algılanmaktadır.Bu anksiyete bilinçdışı seviyesinde hazırlanır ve egonun kaynaklarını, tehlikeyi bir başka alana yönlendirecek şekilde mobilize etmeye hizmet eder. İnternal ve eksternal kaynaklı tehlikelerin her ikisi de düşmana karşı korumaya yönelik düzenlenmiş ego’nun özgün defans mekanizmalarına götüren bir sinyal sistemi olarak ortaya çıkmış olabilir veya içgüdüsel uyarının derecesini kontrol altına almaya yönelik olabilir.
2.Normal Ansiyete
Anksiyete duyusu hemen hemen bütün insanlar tarafından yaygın olarak tecrübe edilmiş bir duygudur. Bu his, endişenin belirsiz hissi, hoşnutsuzluk yaygınlık hisleri ile karakterizedir.Genellikle otonomik semptomlar vasıtası ile kendini ifade eder. Otonomik semptomlar başağrısı, terlemek, çarpıntı, göğüste sıkışma hissi, hafif mide rahatsızlığı şeklinde olur. Anksiyeteli bir şahıs, aynı zamanda huzursuzluk da hissedebilir.
Bu nedenle uzun süre boyunca ayakta veya oturma durumunda kalmaya muktedir değildir. Belirli semptom kümeleri halk arasında oluşan anksiyete esnasında çeşitli tiplerde olur.
2.1. Korku ve Anksiyete
Anksiyete, haber verici bir sinyaldir. O, tehdidin şiddet derecesini şahsa bildiren ve tehlikeyi haber veren şeydir. Korku, benzer şekilde haber verici bir işarettir. Anksiyeteden farklılaştırılmıştır. Korku bir tehdite karşı organizmanın cevabıdır. Bu tehdit bilinen, dıştan gelen, belirli veya kaynağında çatışma olmayan şeydir. Anksiyete ise yine bir tehdite cevaptır. Ancak bu bilinmeyen, içten gelen, belirsiz veya kaynağı tartışmalı olandır. Korku ile anksiyete arasındaki fark olgu tarafından belirlenir. Post-Freudiyan psikanalitik formülasyonlara giderken, korku ve anksiyetenin birbirinden ayırt edilebilmesi psikolojik analizle mümkündür. İkisi arasındaki temel fark anksiyetenin kronik bir olay, korkunun ise akut bir olay olmasıdır. Bir caddeden karşıdan karşıya geçerken hızla yaklaşmakta olan arabanın bizde oluşturduğu duygu korkudur.
Charles Darwin “Fear” sözcüğünü iki basit temel kelimeye indirgedi. Bunlar, aniden oluşan ve tehlike doğuran. Burada süre olgusu, korku ve anksiyetenin nörofizyolojik bir fenomen olarak yorumlanmasından hayati bir öneme haiz olduğu görülmektedir. 1896 yılında Darwin terör içinde olan akut korku olgusunu aşağıdaki parça ile psikofizyolojik tanımlamasını yaptı.
Korku genellikle, şaşkınlıktan önce gelmektedir ve birbirlerine yakın iki duygudur. Bu iki duygu hemen aynı anda derhal bir canlanma duygusunu oluşturur. Korku ve şaşkınlık esnasında gözler ve ağız geniş olarak açılmıştır ve kaşlar kalkmıştır. İlk etapta korkmuş olan şahıs, hareketsiz ve soluksuz bir vaziyette durmaktadır veya şahıs yere çömelmiş bir vaziyetle sanki içgüdüsel olarak kaçmaya hazırlanmaktadır.
Kalp vurumları süratli ve şiddetlidir. Böylece çarpıntı ortaya çıkar veya kaburgaların üzerine vurgu yapar. Fakat bu durum genellikle alışkın olunan kalp çalışmasından daha verimli bir sonuç elde etmek konusunda oldukça yüksek tereddütler oluşturmaktadır. Böylece kanın büyük bir kısmı vücudun tüm parçalarına ulaştırılır. Bayılma durumu esnasında, vücudu korumaya yönelik olarak deriden kan çekilir ve deri hemen soluklaşır. Yüzeydeki bu soluklar, muhtemelen, derinin küçük arterlerinin kontraksiyonu sonucu olarak ortaya çıkan bu durum, vazomotor merkez tarafından duygulanıma göre oluşmaktadır. Derideki bu durum, büyük bir korkunun etkisi altında oldukça yoğun yüklenmiş duygulanım vasıtası ile oluşur. Biz bu olağanüstü ve açıklanmamış durum karşısında bu olguya bağlı olarak aniden oluşan terleme ile karşı karşıya kalırız. Bu mayi salınımı bütün durumlarda tesbit edilen bir belirtidir. Bu esnada deri yüzeyi soğuktur ve bu yüzden soğuk bir ter ile karşılaşır. Deri üzerindeki kaslar erekte olmuştur ve yüzeysel kaslar titremektedir. Kalbin bozulmuş olan hareket düzeni ile birlikte solunum hızlanmıştır salgı bezleri kusurlu salgı işlemi yapar. Ağız kurumuş ve genellikle açılıp kapanmaktadır. Biz görürüz ki, bu açık ve belirgin korku altında esnemeye doğru kuvvetli bir eğilim hissederiz. En iyi belirlenmiş semptomlardan biri, vücudun kaslarının tamamının titremesidir. İlk gözlenen ise dudakların titremesidir. Bu nedenden dolayı ve ağızın kuru olmasına bağlı olarak, şahsın sesi kuvvetli veya belirsiz veya kısık olabilir.
Terörün şiddeti ile birlikte artan korkuyu biz çarpıtılmış sonuçlarız, çok şiddetli duyguların etkisi altında gözlemleriz. Kalp şiddetli bir şekilde vurur veya bayılma ve hareketler sonucu düşebilir. Bu esnada sanki ölüm solukluğu vardır, solunum sanki durmuştur. Burun kanatları geniş olarak açılmıştır. Dudakların konvulsif hareketleri ve solunum vardır. Göğüs kafesi üzerinde bir titreme, gırtlak iç çekişi zor nefes alıcı bir durum, göz küreleri terör yaratan objeye fikse olmuş veya onlar istemsiz bir şekilde bir yönden öbür yana dönüp durmaktadır. Pupiller şiddetli bir şekilde genişlemiş. Vücudun tüm kasları gerilmiş olarak veya istemsiz bir şekilde konvulsif hareketler yapabilir. Eller peşpeşe açılıp, kapanabilir ve aynı zamanda genellikle seğirme hareketleri de eşlik etmektedir. Kollar dışarı uzatılmış olabilir. Sanki korkunç tehlikeye karşı bir tedbir alınmıştır.
3.Patolojik Anksiyete
3.1. Psikolojik Teoriler
Psikolojik teorilerin temel üç okulu vardır. Bunlar;
1- Psikanalitik

2- Davranışçı

3- Varoluşçu
Bu üç temel teori anksiyeteye bir bakış açısı getirmişler ve bu bakış açıları ile de tedavi planlarını şekillendirmişlerdir.
3.1.1. Psikanalitik Teori
Freudun anksiyete ile ilgili görüşlerini 1895’te yayınladığı “Obsesyonlar ve Fobiler”(Freud 1895b[1894]) 1895 teki kitabı “Histeri Üzerine Çalışmalar”(Breuer, Freud 1893 1895) ve en son 1926’da yayınlanan “İnhibisyonlar , Semptomlar ve Anksiyete”(Freud 1926) kitabında görmek mümkündür. Freud bu kitabında anksiyeteyi baskılanmış dürtülerin bilince çıkmak için represente edilmesi ve deşarj yolları bulmak için egoyla verdiği bir işaret olarak değerlendirmektedir. Bu sinyal sistemi ile bilinçdışı dürtü ve duygular egonun bilinçli alanına çıkmak ister. Bu basınç gittikçe artar. Bu basıncın artması ile birlikte anksiyetenin yoğunluğu da artar. Bu basınç ve anksiyetenin şiddeti kritik değeri aşarsa, o zaman panik atak ortaya çıkar. Represyonun yalnız başına bir savunma düzeneği olarak kullanılması, egonun savunma düzeneklerinde semptom değiştirme veya ona eşdeğer diğer türevi olmadan başvurulan bir çözüm yoludur. Bu durumda represyon sayesinde bilinçdışı dürtüler, fanteziler ve emosyonlar ve onların bağlantıları bilinçdışına tekrar geri gönderilir. Bir savunma düzeneği olarak represyon başarısız ise, o zaman diğer savunma düzenekleri devreye girer. Mesela konversiyon reaksiyonu,yer değiştirme, veya regresyon olabilir. Bu şekilde semptom formasyonu ile sonuçlanabilir. Başarılı olamayan represyon sonucunda ortaya çıkan diğer savunma düzenekleri ile bir semptom profili ortaya çıkar ki, bu da klasik nevroz hastalığının herhangi bir klinik görünümünü ortaya koyar. Bu durumda karşımıza histeri, fobi ve obsesif-kompulsif nevroz çıkar. (Cooper 1985., Michels ve ark. 1985., Nemiah 1988)
Psikanalitik teoriye göre anksiyeteyi oluşturan 4 ana komponent vardır. Bunlar: (Klein 1948., Flescher 1955)
1- İd veya impulsif anksiyete

2- Ayrılık anksiyetesi

3- İğdiş edilme anksiyetesi

4- Süperego anksiyetesi
Anksiyetenin bu varyasyonları kişiliğin bu psikoseksüel gelişim ve büyümenin çeşitli türlerinde karşımıza çıkar. (Gabbard 1990)
İd veya impulsif anksiyeti: (Freud 1895a [1894]/1962) İnfant döneminde bebeğin talepleri perspektifinde ortaya çıkar. Bebek bu dönemde tamamen pasif ve annesinden ihtiyaçlarını gidermesini bekler. Olaylar üzerine herhangi bir kontrolü yoktur.
Seperasyon anksiyetesi ise preodipal dönemden, infant döneminden sonra ortaya çıkar. Bu dönemde sevgi objesinin kaybından dolayı korkmaya bağlı ortaya çıkar. Bebek için önemli olan sevgi objesi ailesi veya annesidir. (Faravelli ve Pallanti 1989) Onun vasıtası ile dış dünya üzerine bir hakimiyet kurabilmekte ve varlığı ancak onun ile devam edebilmektedir. Bu sevgi objesinin uzaklaşması veya kaybedilmesi tehdidi bu ankiyeteyi oluşturan temel şeydir. (Klein D.F. 1964., Bowyby 1973., Cooper 1985) Bu çalışmayı köpek ve maymun gibi hayvan modellerinde göstermek mümkün olmuştur. (Scott 1975., Suami ve ark. 1978) Oluşturulan anksiyete ve panik atağı imipramin ile kontrol altına almak mümkün olmuştur. (Gittelman-Klein ve Klein 1971., Weisman ve ark. 1984)
Kastrasyon anksiyetesi ise ödipal gelişme döneminde ortaya çıkan bir anksiyete türüdür. Çocuğun psikoseksüel gelişimi ile ilgili olarak geçirilen bu süreçte çocuğun hissetdiği korkuları içerir.
Süperego anksiyetesi ise ödipal dönemi aşmış, prepubertal dönemdeki çocuğun gelişen süperegosunun baskısına bağlı hissedilen anksiyetedir.
Psikanalistler arasında anksiyetenin tabiatı ve kaynağı hakkında farklı görüşlerde ileri sürülmüştür.
Otto Rank, anksiyetenin temel kaynağını doğum travmasına bağlamıştır.
Harry Stack Sullivan anksiyetenin kaynağını erken çocukluk döneminde çocuk ile anne arasındaki ilişkilere bağlar. Annenin anksiyetesinin çocuğa geçtiğini kabul eder.
Sonuç olarak psikanaliz okul, anksiyete bozukluklarının tedavisini genellikle uzun süreli içgörü yaklaşımlı terapilerle veya transferans olgusu ile klasik-psikanalitik terapilerle yapmaya çalışırlar.
3.1.2. Davranışsal Teori
Anksiyetenin davranışsal veya öğrenim teorisi anksiyeti hastalıklarının tedavisinde çok yararlı bazı yaklaşım metodlarını geliştirmiştir. Anksiyete ile ilişkili olarak davranış teorisinin temelini, çevrede meydana gelen spesifik çevresel uyaranlara karşı bireyin oluşturduğu bir şartlanma cevabı oluşturur.
Klasik şartlanma modeli içinde mesela bir şahsın herhangi bir yiyeceğe karşı allerjisi yokken bir gün restoranda kontamine olmuş bir gıda yedikten sonra hastalanmış olabilir. Daha sonra bu şahıs başkaları tarafından hazırlanmış tüm gıdalara karşı tepkisellik içine girebilir.
Veya alternatif muhtemel bir sebep olarak ta ailesinden öğrendiği yaklaşım tarzları ile (sosyal öğrenme teorisi) bazı durumlara karşı anksiyete geliştirebilir.
Bu şekilde bu hastalar, anksiyejenik stimulusların tekrarlanan ekspojure tedavisi vasıtası ile desensitizasyonun bazı şekilleri ile tedavi edilir. Bu desensitizasyon programına bilişsel psikoterapik yaklaşımları da ilave etmek mümkündür.
Yılların gelişimi ile anksiyete bozukluklarında bilişsel tedavilerde büyük yol katetmişlerdir.Bilişsel teoriye göre anksiyete hastalıklarının temelinde düşüncenin yanlış yönlendirilmesi vardır. Düşüncenin distorsiyonu ve yanlış düşünce şemaları ile bozuk davranışlar ve emosyonel hastalıklar ortaya çıkmaktadır. Bu yanlış modelleme, mesela panik bozuklukta ortaya çıkar. Buradaki temel yanlış düşünce ölüm korkusu ve kontrolünün kaybedileceği yanlış inancıdır. Sonuçta anksiyetenin veya korkunun fiziksel belirtileri (çarpıntı, taşıkardi) ortaya çıkar panik atağı meydana getirir. (Barlow ve ark. 1989., Beck ve ark. 1992., Michelson ve ark. 1990., Salkovskis ve ark. 1986)
3.1.3. Varoluşçu Teori
Varoluşçu teoriler genel anksiyete bozuklukları için bir model geliştirmişlerdir. Kronik anksiyete hissinde herhangi belirlenmiş bir stimulus yoktur.
Bunlara göre ölümün çaresizliği ve kaçınılmazlığı karşısında hissedilen ve derinden yaşanan memnuniyetsizlik hissi sonucu anksiyete ortaya çıkar. Anksiyete hayatı anlamlandıran ve varolmanın bir aracı olarak veya hissetmenin bir aracı olarak kullanılmaktadır. Varlığın ve anlamın, derin boşluğuna veya anlamsızlığına karşı kişinin geliştirdiği bir cevaptır.
Varoluşçu yaklaşım nükleer silahlar gelişiminden sonra daha çok dikkat çekici olmuş olabilir.
3.2. Biolojik Teoriler
Anksiyete odaklı biyolojik teoriler, anksiyetenin hayvan modelleri ile yapılan preklinik çalışmalar ile geliştirilmiştir.(S.T.Mason ve H.C.Fibiger 1979) Konunun insan açısından değerlendirilmesi ve araştırılması ise psikoterapik ilaçların etkileri ve temel nörosciensin gelişimleri ile yapılmıştır. (Bloom ve ark., Aston-Jones ve ark. 1984)
Çalışmanın bir kutbunda anksiyete bozuklukları olan hastaların, psikolojik çatışmaların sonuçlarını yansıtan ölçülebilir biolojik değişkenlerin tesbit edilmesi düşüncesi varken, çatışmanın diğer kutbunda, psikolojik çatışmaları oluşturan biyolojik faktörler vardır. Her iki durumda spesifik şahıslarda bulunabilir ve hassasiyeti olan bireyler üzerine yapılanmış biyolojik özelliklerin boyutları anksiyete bozukluğu semptomları olan semptomlu bireyler arasında tesbit edilebilir.
3.2.1. Otonomik Sinir Sistemi
M.S.S’nin uyarılması belirli semptomlara neden olur. Bunlar kardiovasküler (mesela, taşhikardi), muskuler (mesela başağrısı), gastrointestinal (mesela diare) ve solunumla ilgili (mesela taşipne) belirtileridir. Anksiyetenin bu periferik belirtileri ne anksiyete bozuklukları ile ne de anksiyetenin subjektif belirtiler ile korelasyon göstermektedir.
20. YY’ın. ilk üç çeyreğinde, Walter Cannan köpekler tarafından sıkıştırılan ve korkutulan kediler üzerinde bir çalışma yapmıştır. Korkunun fizyolojik ve davranışsal belirtilerinin adrenalden salınan epinefrin ile ilgili olduğunu göstermiştir.
James Lange’in teorisine göre subjektif anksiyete durumu periferal fenomenlere hemen bir cevap niteliğindedir. Şu andaki genel düşünce M.S.Snin oluşturduğu anksiyete de, periferal belirtiler ön planda gelmektedir. Sadece bu konuda feokromostoma gibi o anda oluşan spesifik periferal nedenler bunun dışındadır.
Anksiyete bozukluğu olan bazı hastalar, özellikle panik bozukluğu olanlar MSS’nin artmış, sempatik tonusuna sahiptirler, tekrarlanan stimulasyonlarla yavaş gelişen bir adaptasyon olur, orta uyaranlara ise şiddetli cevap gelişir.
3.2.2. Nörotransmiterler
Anksiyete üzerine yapılan hayvan çalışmalarında ve hastalıkların tedavisinde kullanılan bu tür ilaçların temelinde üç büyük nörotransmedyatörün bağlantısı vardır. Bunlar, nörepinefrin (NE), seratonin (S) ve ?-aminabütirik asit (GABA)’dir.
Anksiyete ile ilgili temel nöroscience’le ilgili bilgilerimizin çoğu, psikoaktif ajanlar ve davranış kalıplarının üzerine hayvanlarla yapılan denemeler sonucunda elde edilmiştir.
Anksiyete ile ilgili hayvan modellerinden biri çatışma testidir. Bu çalışmada hayvana simultan olarak pozitif (gıda) ve negatif (elektrik şok) stimuluslar verilir. Anksiyolitik ilaçlar (mesela, benzodiazepin) bu duruma hayvanın adaptasyonu temininde kolaylıkla gösterir. Diğer bir ilaç (mesela, amfetaminler) hayvanın davranışsal cevabını ileri derecede bozar.
3.3. Genetik Çalışmalar
Anksiyete bozukluklarının gelişiminde bazı genetik komponentlerin azda olsa etkisinin olabileceği ile ilgili genetik çalışmalar ve bunların sonuçları mevcuttur.
Panik bozukluğu olan hastaların hemen hemen yarısında en az bir akrabasında bozukluk mevcuttur.
Diğer anksiyete bozukluğunda risk bu kadar yüksek değildir.Birinci derece akrabalarından anksiyete bozukluğu olan hastalarda, diğerlerine göre hastalığa yakalanma riski daha yüksektir.
Evlat edinme çalışmaları ile ilgili herhangi bir çalışma yayınlanmamıştır.
İkiz çalışmaları, anksiyete bozukluklarında genetiğin bir etkisi olduğu hakkındaki hipotezi desteklemektedir. (Torgersen 1983)
3.5. Nöroanatomik Yaklaşımlar
Locus Sereleus ve Raphe Nukleus’a ilk etapta limbik sisteme ve beyin korteksine bağlanır. Beyin görüntüleme teknikleri ile yapılan çalışmaların sonuçlarına göre, anksiyete bozukluklarının nöroanatomik uzantıları ile ilgili çoğu oluşturulmuş hipotezin odağı bu sahalar üzerine kurulmuştur. (Redmond ve ark. 1979)
I. MATERYAL VE METOD
1-ARAŞTIRMA TİPİ
Bu araştırma, içerisinde tanımlayıcı ve analitik ögeler de taşıyan karşılaştırmalı prospektif bir grub çalışmasıdır.
Kliniklerimize başvuran hastaların, DSM III-R kriterlerine göre anksiyete bozukluğu tanısı alan hastaların kişilik bozuklukları ve psikososyal ve çevresel sorunlar açısından, klinik görünümlerinin neler olduğunu, bu klinik formalaşmanın ve hastalığa yakalanmanın; medeni durum, yaş, hastalık süresi, öğrenim, meslek, gibi bağımsız değişkenlerle ilişkisinin ne olduğu araştırılmıştır. DSM III-R kriterlerine göre Anksiyete Bozukluğu teşhisi alan hastaların rastgele örneklem istatistik yöntemi ile üçe ayrılması ve bunların üç tedavi yöntemi ile tedaviye alınması (psikoterapi, farmakoterapi ve kombine tedavi) ve sonuçta tedavi yaklaşımlarının karşılaştırılması yapılarak, tedavi yaklaşımları arasında bir fark olup olmadığı araştırılmıştır.
2-ARAŞTIRMANIN YAPILDIĞI YER
Bu araştırma, Azerbaycan Tıp Üniversitesi Psikiyatri Kafedrası nezdindeki 2 numaralı hastahanesine, Semaşka hastahanesi psikosomatik şubesine, 1 numaralı psikonöroloji dispanserine (PND) başvuran hastalar ile, Türkiye’de Akdeniz Tıp Merkezi Psikiyatri Polikliniği ve Özel Psikolojik Danışmanlık Merkezine başvuran hastalar üzerinde yapılmıştır. Çok merkezli yapılan bu çalışma Azerbaycan Cumhuriyeti Bakü şehri ile Türkiye Cumhuriyeti İstanbul şehirlerinde gerçekleştirilmiştir
3-ARAŞTIRMA GRUBU.
Araştırma evrenini, ATÜ Psikiyatri Kafedrasının hizmet verdiği hastane poliklinikleri ile İstanbul’daki Özel Psikolojik Danışmanlık Merkezi ve Akdeniz Tıp Merkezi Psikiyatri polikliniğine psikolojik rahatsızlık nedenleri ile başvuran ve DSM III-R kriterlerine göre Anksiyete Bozukluğu tanısı konan 10-65 yaş grubundan 180 (77 kadın ve 103 erkek) hasta oluşturmaktadır.
Araştırmada örneklem yapılmamış, ilgili merkezlerde çalışma yürütüldüğü esnada polikliniklerimizi başvuran ve kriterlerimize uyan tüm hastalar alınmıştır.
Bu hastalar arasında dışlayıcı kriterlerimiz nedeniyle 28 hasta kabul edilmemiştir.
4-BİLGİLERİN TOPLANMASI
Bilgiler 1 Haziran 1995-30 Mayıs 1998 tarihleri arasında toplanmıştır.
ARAŞTIRMA VERİLERİ
1-Muayene yöntemleri
a. SCID-OP (Structural Clinical Interwiev Standardized for inter-rater reliability) (DSM III-R)
2-Laboratuar Muayeneleri
3-Psikometrik testler
4-Sosyodemografik Anket vasıtası ile toplanmıştır.
1.MUAYENE YÖNTEMLERİ:
Polikliniklere müracaat eden hastalar somatik ve psikiyatrik muayeneden geçirilmiştir. Bunlara SCID-OP uygulanarak DSM III-R kriterlerine göre Anksiyete Bozukluğu tanısı alan hastalar araştırma grubuna dahil edilmiştir. Dışlayıcı kriterleri içeren hastalar gruptan çıkarılmıştır.
2.LABORATUAR MUAYENELERİ:
Grup içine alınan bu deneklere kan analizleri (kırmızı küre, beyaz küre, hemoglobin, sedimentasyon, karaciğer fonksiyon testleri, böbrek fonksiyon testleri, endokrin testler), EKG, EEG ve gerekli diğer tedkikler uygulanmıştır.
3.PSİKOMETRİK TESTLER:
a. İşlevselliğin Genel değerlendirme Skalası (İGDS)

b. Spielberg Anlık Kaygı Skalası (SAKS)

c. Spielberg Sürekli Kaygı Skalası (SSKS)

d. Yale-Brown Obsessif-Kompulsif Skalası (YB-OKS)

e. Hamilton Depresyon Skalası (HDS)

f. Fobi Kendi Ölçüm Skalası (FKÖS)
4.VERİLERİN DEĞERLENDİRİLMESİ
Elde edilen veriler, veri kodlama kağıdına geçirildikten sonra kompütere yüklenmiştir. Bu bilgiler EPI istatistiksel analiz programı ile tablolandırılmıştır. Tablo haline getirilen bu veriler, yine aynı kompüter programı vasıtası ile istatiksel analize tabi tutulmuştur. Gerekli yerlerde istatiksel analiz için, Khi kare, t-student, ANOVA varyans analizi, Fisher ve Yates düzeltmeleri yapılmıştır.
5.METOD
Bu çalışmada; ilaç (alprozolam, amitriptilin, buspiron, anafranil, floksetin) ve eklektik (içgörü yönelimli ve kognitif-davranışçı) psikoterapi yalnız başlarına ve birlikte karşılaştırılmıştır. Hastalar rastgele örneklem yöntemi ile aşağıdaki gruplardan birine dahil edilmiştir.
İ İlaç
PS Psikoterapi
İ+PS İlaç ve psikoterapi birlikte
Tedaviye alınmadan hastalar, fizik muayene ve laboratuar testlerinden geçirildi ve yazılı izinleri alındı. Hastalar herhangi bir psikoterapotik uygulamanın etkisinden sıyrılmak ve ilaçtan arınma süresi olarak ortalama 21 gün bekletildi.
Hastalar 12 ayın üzerinde takip edildi. 0-8 hafta arasında tedaviye alındı Psikoterapi alan hastalar on gün peşpeşe standardize edilen yoğun hucüm tedavisine alındılar.Tedavinin geri kalan kısmı 8-16 hafta arasında tamamlandı ve hastalar aralarda ilaç ve herhangi bir psikoterapi olmadan 52 haftaya kadar takip edildi.
Hastalar tedavi süresince (yoğun psikoterapi dönemi haricinde) 12 kez doktoru ziyaret ettiler. Ziyaret haftaları 0, 1, 2, 3, 4, 5, 6, 8 haftalar ve 3, 6, 9, ve 12. aylarda idi. Zaman zaman telefonla bağlantı kuruldu.İhtiyaç duyulan hastalarla ek görüşmeler yapıldı..
Son değerlendirmelerde 6 hafta içinde tamamlandı.
TEDAVİ
Hastalar başlangıçtan itibaren üç tedavi grubuna ayrıldı. Bunlar; ilaç, psikoterapi ve kombine terapi idi. Her bir gruptaki hastalarda DSM III-R teşhis kriterlerinden yola çıkılarak, anksiyete bozukluklarının alt grubuna ayrıldılar. Bu gruplar:
1.Fobi İle İlgili Bozukluklar Kümesi.

A. Basit Fobi

B. Sosyal Fobi

C. Agorafobi
2. Obsessif- Kompulsif Bozukluk Kümesi
3. Anksiyete Kümesi ve diğerleri

A. Panik Bozukluk–(Agorafobili-Agorafobisiz)

B. Yaygın Anksiyete Bozukluğu

C. Diğerleri: (Posttravmatik Stress Bozukluğu, Akut Stress Bozukluğu, vb.) Bu şekilde hastalar üç alt kümeye ayrıldılar.
III. BULGULAR

 

 

Tablo 3: Araştırma grubuna dahil edilen deneklerin cinsiyetlerine göre dağılımı:

 

Cinsiyet N % Kamülatif  %
Erkek 103 57.2 57.2
Kadın 77 42.8 100.0
Toplam 180 100.0

 

 

Ortalama (O):1.43 Standart Sapma(SS):0.5

 

Tablo 3’den de anlaşılacağı gibi araştırma grubuna dahil edilen deneklerin 103 (%57.2)’ü erkek, 77 (%42.8)’si kadındır.

 

Tablo 4: Araştırma grubuna dahil edilen deneklerin medeni durumlarına gruplarına göre dağılımı:

 

Medeni durum N % Kamülatif  %
Evli 87 48.3 48.3
Bekar 81 45.0 93.3
Dul 12 6.7 100.0
Toplam 180 100.0

 

 

Ortalama (O):1.58 Standart Sapma(SS):0.62

 

Tablo 4’den de anlaşılacağı gibi araştırma grubuna dahil edilen deneklerin medeni durumu görülmektedir. Bunların 87 (%48.3)’si evli, 81 (%45.0)’i bekar ve 12 (6.7)’si duldur.

 

Tablo 5: Araştırma grubuna dahil edilen deneklerin yaş gruplarına göre dağılımı:

 

Yaş N % Kamülatif  %
     – 10 4 2.2 2.2
11 – 20 17 9.4 11.7
21 – 30 77 42.8 54.4
31 – 40 47 26.1 80.6
41 – 50 22 12.2 92.8
51 – 13 7.2 100.0
Toplam 180 100.0

 

 

Ortalama (O):3.58 Standart Sapma (SS):1.12

 

Tablo 5’den de anlaşılacağı gibi araştırma grubuna dahil edilen deneklerin 10 (%2.2)’u on yaşının altında, 17 (%9.4)’si 11-20 yaş grubunda, 77 (%42.8)’si 21-30 yaş grubunda, 47 (%26.1)’si 31-40 yaş grubunda, 22 (%12.2)’si 41-50 yaş grubunda, 13 (%7.2)’si 51 yaş grubunun üzerindedir. Hastaların %66.9’u 21-40 yaş grubu arasındadır.

 

Tablo 6: Araştırma grubuna dahil edilen deneklerin hastalık süresi gruplarına göre dağılımı:

 

Hastalık süresi N % Kamülatif  %
1 – 5 137 76.1 76.1
6 – 10 25 13.9 90.0
11 – 15 9 5.0 95.0
16 – 9 5.0 100.0
Toplam 180 100.0

 

 

Ortalama (O):1.36 Standart Sapma (SS):0.80

 

Tablo 6’den de anlaşılacağı gibi araştırma grubuna dahil edilen deneklerin hastalık süreleri açısından bakıldığında 137 (%76.1)’si 1-5 yıllık hastalık süresinde sahip, 25 (%13.9) 6-10 yıllık hastalık süresinde sahip, 9 (%5.0)’u 11-15 yıllık hastalık süresinde sahip, 9 (%5.0)’u 16 yıl ve üzeri hastalık süresinde sahipdir.

 

Tablo 7: Araştırma grubuna dahil edilen deneklerin eğitim durumları gruplarına göre dağılımı:

 

Eğitim durumu N % Kamülatif  %
Okur yazar 3 1.7 1.7
İlkokul 14 7.8 9.4
Ortaokul 38 21.1 30.6
Lise ve dengi 50 27.8 58.3
Yüksek okul 75 41.7 100.0
Toplam 180 100.0

 

 

7 ’den de anlaşılacağı gibi araştırma grubuna dahil edilen deneklerin eğitim durumları açısından bakıldığında 3 (%1.7)’si okur yazar durumda, 14 (%7.8) ilkokul eğitimine sahip, 38 (%21.1)’u ortaokul eğitimine sahip, 50 (%27.8)’u lise ve dengi eğitim düzeyine sahip ve 75 (41.7)’i yüksek okul eğitim düzeyine sahiptir. Bu tablo toplumsal dengeyi yansıtmamaktadır. Yüksek okul mezunları bu tabloda büyük bir yer tutarak birinci sırada bulunmaktadır.

 

Tablo 8: Araştırma grubuna dahil edilen deneklerin meslek gruplarına göre dağılımı:

 

Meslek N % Kamülatif  %
İşsiz 24 13.3 13.3
Öğrenci 41 22.8 36.1
İşçi 11 6.1 42.2
Memur 31 17.2 59.4
Serbest 45 25.0 84.4
Ev hanımı 28 15.6 100.0
Toplam 180 100.0

 

 

Ortalama (O):3.64 Standart Sapma (SS):0.39

 

Tablo 8’den de anlaşılacağı gibi araştırma grubuna dahil edilen deneklerin meslek durumları açısından bakıldığında 24 (%13.3)’si işsiz, 41 (%22.8) öğrenci, 11 (%6.1)’u işçi, 31 (%17.2) memur, 45 (25.0)’i serbest meslek sahibi ve 28 (15.6)’i ev hanımıdır. Serbest meslek sahipleri.bu tabloda büyük bir yer tutarak birinci sırada (%25.0) bulunmakta ve hemen ardından ikinci sırada öğrenciler (%22.8) gelmektedir

 

Tablo 9: Araştırma grubuna dahil edilen deneklerin yaşanılan ülke gruplarına göre dağılımı:

 

Yaşanılan ülke N % Kamülatif  %
Türkiye 147 81.7 81.7
Azerbeycan 33 18.3 100.0
Toplam 180 100.0

 

 

Ortalama (O):1.18 Standart Sapma(SS):0.39

 

Tablo 9’den de anlaşılacağı gibi araştırma grubuna dahil edilen deneklerin yaşadığı ülke açısından bakıldığında 147 (%81.7)’si Türkiye’de, 33 (%18.3) Azerbeycan’da, yaşamaktadır.

 

Tablo 10: Araştırma grubuna dahil edilen deneklerin psikososyal ve çevresel sorunların bulunma durumuna göre dağılımı:

 

Psikososyal ve çevresel sorunlar N % Kamülatif  %
Birincil destek grubu ile 53 29.4
Çevresel 25 13.9
Eğitim 22 12.2
Meslek 38 21.1
Barınma 11 6.1
Ekonomik 53 29.4
Sağlık kuruluş. Ulaşma 1 0.6
Yasal sistem 0 0
Diğer 7 3.9

 

 

Ortalama (O):3.58 Standart Sapma(SS):1.12

 

Tablo 10’den de anlaşılacağı gibi araştırma grubuna dahil edilen deneklerin psikososyal ve çevresel problemler açısından bakıldığında 53 (%29.4)’ü birincil destek grupları ile, 25 (%13.9)’i sosyal çevre problemleri ile, 22 (%12.2)’si eğitim problemleri ile, 11 (%6.1)’i barınma problemleri ile, 53 (29.4)’ü ekonomik problemleri ile, 1 (0.6)7i sağlık kuruluşlarına ulaşma problemi ile ve 7 (3.9)diğer problemlerli ilgili sorunlara sahiptir. Birincil destek grupları ve ekonomik problemler 53’er kişi ile %29.4 oranlarla birbilkte birinci sırayı almaktadır. Araştırma grubumuzda yasalarla problemi olan kimse bulunmamaktadır. Meslek ile ilgili problemlerde %21.1 ile önemli bir yer işgal etmektedir.

 

Tablo 11: Araştırma grubuna dahil edilen deneklerin kişilik bozuklukları gruplarına göre dağılımı:

 

Kişilik bozuklukla. N % Kamülatif  %
Yok 66 36.7 36.7
A grubu¹ 12 6.7 43.3
B grubu² 36 20.0 63.3
C grubu¬ 66 36.7 100.0
Toplam 180 100.0

 

 

Ortalama (O):1.57 Standart Sapma (SS):1.31

 

¹ A Grubu: Paranoid,şizoid, şizotipal ²B Grubu: Antisosyal, borderline, histrionik, narsistik ¬C Grubu: Çekingen, bağımlı, obsessif-kompulsif ve diğerleri.

 

Tablo 11’dan da anlaşılacağı gibi araştırma grubuna dahil edilen deneklerin kişilik bozuklukları açısından bakıldığında 66 (%36.7)’sında herhangibir kişilik bozukluğu bulunamamış, 12 (%6.7)’sinde A grubu kişilik bozuklukları, 36 (%20.0)’ında B grubu kişilik bozuklukları, 66 (%36.7) C grubu kişilik bozuklukları bulunmuştur. C grubu kişilik bozuklukları, %36.7 ‘lik bir oranla birinci sırada yer almaktadır.

 

Tablo 12: Araştırma grubuna dahil edilen deneklerin cinsiyet ve kişilik bozukluklarına göre dağılımı:

 

Cinsiyet Kişilik bozuklukları
Yok A kümesi B kümesi C kümesi Toplam
N % N % N % N % N %
Erkek 47 71.2 6 50.0 13 36.1 37 56.0 103 57.2
Kadın 19 28.8 6 50.0 23 63.9 29 44.0 77 42.8
Topla 66 100.0 12 100.0 36 100.0 66 100.0 180 100.0

 

 

X²:12.12 Serbestlik Derecesi (SD):3 p < 0.006

 

Tablo 12’dan da anlaşılacağı gibi araştırma grubuna dahil edilen deneklerin cinsiyet bağımsız değişkenine göre kişilik bozukluklarına göre dağılımı verilmiştir. Kişilik bozuklukları olmayan yok grubundaki 66 hastanın 47 (%71.2) ‘si erkek, 19 (%28.8)’si kadın, A kümesi grubundaki 12 hastanın, 6 (%50.0)’si erkek, 6 (%50.0)’i kadın, B kümesi grubundaki hastaların 13 (%36.1)’si erkek, 23 (%63.9)’i kadındır. C kümesi grubundaki hastaların 37 (%56)’si erkek, 29 (%44.0)’i kadındır. X² istatistiksel analizi yapıldığında gruplar arasındaki fark p< 0.006 düzeyinde istatistiksel olarak anlamlı bulunmuştur.

 

Cinsiyet bağımsız değişkeninin diğer faktörlerle karşılaştırılması istatistiksel olarak yapıldığında (X² analizlerinde) ; birincil destek grubu ile ilgili problemler, çevresel faktörlerle ilgili problemler, mesleki problemler, barınma problemleri, ekonomik problemler, sağlık kuruluşlarına ulaşım problemleri, yasal sistemle ilgili problemler ve diğer problemler açısından istatistiksel olarak anlamlı bir ilişki bulunamamıştır.

 

Tablo 13: Araştırma grubuna dahil edilen deneklerin teşhis ve kişilik bozukluklarına göre dağılımı:

 

Teşhis Kişilik bozuklukları
Yok A kümesi B kümesi C kümesi Toplam
N % N % N % N % N %
Fobik 24 36.38 0 00.0 11 30.57 25 37.87 60 33.33
OKB 15 22.72 11 90.16 10 27.77 24 36.36 60 33.33
Anks 27 40.90 1 0.84 15 41.66 17 25.75 60 33.33
Topla 66 100.0 12 100.0 36 100.0 66 100.0 180 100.0

 

 

X²:24.94 Serbestlik Derecesi (SD):6 p < 0.01

 

Tablo 13’dan da anlaşılacağı gibi araştırma grubuna dahil edilen deneklerin teşhis bağımsız değişkenine göre kişilik bozukluklarına göre dağılımı verilmiştir. Kişilik bozuklukları bulunmayan, yok grubundaki 66 hastanın 24 (%36.38)’ü fobik hasta grubunda , 15 (%22.72)’i OKB hasta grubunda, 27 (%40.79)’i ise anksiyete hasta grubundadır.A kümesi kişilik bozukluğu kümesi sütununda fobik hastanın bulunmadığı,anksiyete grubundan bir hastanın olduğu ve hastaların %90.16’sının (11 hasta) OKB grubundan olduğu görülmektedir.B Kümesi Kişilik bozuklukları sütununda %41.66 ile 36 hastanın 15’inin anksiyete kümesi hastalık grubunda olduğu tesbit edilmiştir. görülmektedir.C Kümesi Kişilik bozuklukları sütununda %37.87 ile 66 hastanın 25’inin fobi kümesi hastalık grubunda olduğu tesbit edilmiştir. X² istatistiksel analizi yapıldığında gruplar arasındaki fark p< 0.01 düzeyinde istatistiksel olarak anlamlı bulunmuştur.

 

Tablo 14: Araştırma grubuna dahil edilen deneklerin tedavi yaklaşımı ve kişilik bozukluklarına göre dağılımı:

 

Teda. Yakl. Kişilik bozuklukları
Yok A kümesi B kümesi C kümesi Toplam
Farm 35 53.03 0 00.0 3 8.34 22 33.36 60 33.33
Psiko 14 21.22 6 50.0 19 52.77 21 31.82 60 33.33
Komb 17 25.75 6 50.0 14 38.89 23 34.84 60 33.33
Topla 66 100.0 12 100.0 36 100.0 66 100.0 180 100.0

 

 

X²:28.98 Serbestlik Derecesi (SD):6 p < 0.01

 

Tablo 14’den de anlaşılacağı gibi araştırma grubuna dahil edilen deneklerin tedavi yaklaşımı bağımsız değişkenine göre kişilik bozukluklarına göre dağılımı verilmiştir. Kişilik bozuklukları bulunmayan, yok grubundaki 66 hastanın 35 (%53.03)’ü farmakoterapi hasta grubunda , 14 (%21.22)’i psikoterapi hasta grubunda, 17 (%25.75)’i ise kombine terapi hasta grubundadır. A kümesi kişilik bozukluğu kümesi sütununda farmakoterapi alan hastanın bulunmadığı, psikoterapi ve kombine terapi grublarından 6’ar hastanın görülmektedir. B Kümesi Kişilik bozuklukları sütununda %52.77 ile 36 hastanın 19’inin psikoterapi kümesi grubunda olduğu tesbit edilmiştir. C Kümesi Kişilik bozuklukları sütununda %34.84 ile 66 hastanın 23’inin kombine terapi kümesi grubunda olduğu tesbit edilmiştir. X² istatistiksel analizi yapıldığında gruplar arasındaki fark p< 0.01 düzeyinde istatistiksel olarak anlamlı bulunmuştur.

 

Tedavi yaklaşımları bağımsız değişkeninin diğer faktörlerle karşılaştırılması istatistiksel olarak yapıldığında (X² analizlerinde) psikososyal ve çevresel sorunlardan birincil destek grubu ile ilgili, çevresel faktörlerle ilgili, eğitim ile ilgili, sağlık kuruluşlarına ulaşma ile ilgili, yasal sistem ile ilgili ve diğer sorunlarla ilgili istatistiksel olarak anlamlı bir ilişki bulunamamıştır.

 

Tedavi yaklaşımları ile, kişilik bozuklukları (p<0.001), psikososyal ve çevresel sorunlardan meslek, barınma, ekonomik sorunlar(p<0.001) açısından istatistiksel olarak anlamlı bir ilişki bulunmuştur.

Medeni Durum bağımsız değişkeninin diğer faktörlerle karşılaştırılması istatistiksel olarak yapıldığında (X² analizlerinde) ; psikososyal ve çevresel sorunlardan birincil destek grubu ile ilgili, çevresel faktörlerle ilgili, eğitim ile ilgili, barınma ile ilgili, sağlık kuruluşlarına ulaşma ile ilgili, yasal sistem ile ilgili ve diğer sorunlarla ilgili, istatistiksel olarak anlamlı bir ilişki bulunamamıştır.(p>0,05) Medeni durum ile, psikososyal ve çevresel sorunlardan meslek, ekonomik sorunlar (p<0.001) açısından istatistiksel olarak anlamlı bir ilişki bulunmuştur.

 

VI. TARTIŞMA VE SONUÇ

 

Araştırma grubuna alınan deneklerin; %57.2’si erkek, %42.8’i kadın, %48.3’ü evli, %45’i bekar, %6.7’i duldur. Yaş dağılımı 10-65 arasındadır. Hastalık süresi açısından %76.1’i 1-5 yıllık hasta, %13.9’u 6-10 yıllık ve diğerleri daha uzun sürelere sahiptir.Eğitim durumu açısından %41.7’i yüksek okul mezunu, %27.8’i lise mezunu ve geri kalan %30.6’ı ortaokul ve altı eğitim seviyesine sahiptir. Meslek durumu açısından %25’i serbest meslek sahibi, %22.8’i öğrenci, %17.2’i memur, %15.6’ı ev hanımı ve diğerleri işçi ve işsiz sınıflarına aittir. Deneklerin %81.7’i Türkiye Cumhuriyeti Vatandaşı, %18.3’ü Azerbeycan Cumhuriyeti vatandaşıdır.

 

Denekler psikososyal ve çevresel sorunlara sahip olma açısından incelendiğinde; %29.4’ünün hem birincil destek grubu ile hem de ekonomik sorunları bulunduğunu, %21.1’inin meslekleri ile ilgili, %13.9’unun çevresel faktörlerle ilgili, %12.2’inin eğitim ile ilgili, %6.1’inin barınma ile ilgili sorunları olduğunu tesbit ediyoruz. Anksiyete bozukluklarında hastalığı başlatan veya predispozan birfaktör oolarak rol oynayan stressör etkiler vardır. Literatürde bu konuya geniş yer verilmiştir. Stressör faktörler ve travmalarla ilgili yapılmış çalışmalardan daha önce bahsedildi. Bizde aynı etkiyi çalışma grubumuzda gözlemledik.

 

Kişilik bozuklukları açısından %36.7’de herhangibir kişilik bozukluğuna rastlanmazken, %36.7’inin C gurubu (Çekingen, bağımlı, obsessif-kompulsif ve diğerleri), %20’inin B grubu (Antissoyal, borderline, histrionik, narsistik), %6.7’inin A grubu (Paranoid, şizoid, şizotipal) kişilik bozukluğuna sahip olduğu tesbit edilmiştir. Yapılan çalışmalarda anksiyete bozuklukları kümesinde , histerik, kompulsif, narsistik, borderline, bağımlı ve çekimser kişilik bozukluklarına rastlanmıştır. Ancak anksiyete bozuklukları ile kişilik bozuklukları arasında istatistiksel bir ilişki saptanamamıştır. (Noyes ve ark. 1991) Sadece PB’lu hastalarda bağımlı ve çekimser kişilik bozukluklarının diğerlerine göre anlamlı derecede yüksek olduğu bulunmuştur. (Noyes ve ark. 1991) Bizim de bulgularımız bu bilgileri desteklemektedir. Klinik çalışmalarda agorafobili PB’da belirgin kişilik bozukluğunun bağımlı kişilik bozukluğu olması şeklindedir. (D.F.Klein 1987) YAB’da ise belirgin bir tip bilinmemektedir. Konu ile ilgili bilinen sadece bir çalışma vardır. Bu çalışmada YAB’da bağımlı kişilik bozukluğunun daha sık görüldüğü bildirilmiştir. (Noyes ve ark. 1991)

 

Tedavi Yaklaşımı bağımsız değişkeni ile; kişilik bozuklukları grupları arasında istatistiksel olarak anlamlı bir ilişki (X²:24.94 SD:6 p<0.01) mevcuttur. Yok grubunda hastaların %53.03’ü psikoterapi kümesinde yer alırken, %21.22’i psikoterapi kümesinde, %25.75’i kombineterapi kümesinde yer almaktadır. A Kümesi grubunda hastaların %0.00’ı farmakoterapi kümesinde yer alırken, %50.0 psikoterapi kümesinde, %50.00’i kombineterapi kümesinde yer almaktadır. B Kümesi grubunda hastaların %8.34’ü farmakoterapi kümesinde yer alırken, %52.77’i psikoterapi kümesinde, %38.89 kombineterapi kümesinde yer almaktadır. C Kümesi grubunda hastaların %33.36’i farmakoterapi kümesinde yer alırken, %31.82’i psikoterapi kümesinde, %34.84%ü kombineterapi kümesinde yer almaktadır. Farmakoterapi grubunun kişilik bozuklukları açısından yok grubunda ve C grubunda yoğun bir yığılması söz konusudur. Diğer iki gruba göre, yok grubundaki oran, ikiye birdir..

 

Tedavi yaklaşımları bağımsız değişkeninin diğer faktörlerle karşılaştırılması istatistiksel olarak yapıldığında (X² analizlerinde) ; yaş grubları, hastalık süreleri, psikososyal ve çevresel sorunlardan birincil destek grubu ile ilgili, çevresel faktörlerle ilgili, eğitim ile ilgili, sağlık kuruluşlarına ulaşma ile ilgili, yasal sistem ile ilgili ve diğer sorunlarla ilgili istatistiksel olarak anlamlı bir ilişki bulunamamıştır.

 

Medeni durum ile, psikososyal ve çevresel sorunlardan meslek, ekonomik sorunlar (p<0.001) açısından istatistiksel olarak anlamlı bir ilişki bulunmuştur.

 

Bu çalışmada bir takım sonuçlara ulaşılmıştır. Bunlar:

 

1. Hastalık grupları ve subgruplarının bağımsız değişkenler açısından klinik özellikleri ve kilinik seyiri bulunmaktadır. Yaş, cinsiyet, medeni durum, aile özellikleri, genetik, meslek, sosyo-ekonomik durum, orgonik ve psişik travma hikayesi, erken çocukluk dönemi özellikleri, hastalığın başlangıç şekli ve tipi, premorbid kişilik özellikleri, madde kötüye kullanımı açısından klinik bir tablo ortaya çıkmaktadır. Bu değişkenler ile hastalık arasında birtakım bağlar mevcuttur.

 

2. Klinik tablolara ve ve subgrublara göre tedavi yaklaşımları da hem farmakoterapi açısından hem de psikoterapi açısından farklı olmalıdır.

 

3. Yoğun bir psikoterapi ile başlayan psikoterapilerde dropout oranı düşmektedir.

 

4. Anksiyete bozukluklarında farmakoterapi, psikoterapi ve kombine terapi etkin birer tedavi yöntemidirler.

 

5. Bu tedavi yöntemleri çeşitli parametrelerle karşılaştırıldığında; psikoterapi ve kombine terapi, farmakoterapiye göre daha etkin bulunmuştur.

 

6. Bu çalışmada psikoterapi ve kombine terapinin birbirlerine belirgin bir üstünlüğü görülmemiştir.

 

7. Bu iki etkin terapi türünün hangisinin hastalarda tercih edilmesi gerekir sorusuna cevap vermek için daha detaylı araştırmaların yapılması ve subgrubların klinik tablolarının daha net çizgilerle ortaya konması gerekmektedir.

 

8. Psikoterapi yaklaşımlarında esnek olmayan bir yaklaşım doğru değildir. Hastanın biyopsikososyal bir model içinde “hastalık yok, hasta var” temel düşüncesi perspektifinde elastik bir yaklaşım sergilenmelidir. Bu elastik yaklaşım hastanın tedaviye uyumunu kolaylaştırmaktadır. Psikoterapi okullarının esnek olmayan kuralcı yaklaşımları klinisyenler tarafından tercih edilmemelidir.

 

9. Davranışçı yaklaşımların daha başarılı olması için ev ödevlerinin hipnotik trans altında terapi seansında uygulattırılması, başarıyı artırmakta ve tedaviye uyumu kolaylaştırmaktadır.

 

10. Psikoterapi süreçlerinde klinik uygulamalarda esnek olmayan bir terapi yaklaşımı başarı şansını azaltmaktadır. Bazı hastalara sadece davranışçı tekniklerle başarıya ulaşılırken, bazılarına kognitif, bazılarına da içgörü yönelimli dinamik bir psikoterapi uygulamak gerekmektedir. Bu ihtiyaç tedavi süreci içerisinde ortaya çıkmakta ve belirlenmektedir.

 

11. Tedavi kesildikten sohnra; farmakoterapi alan grubta rekürrens ve/ veya nüksler daha sık ortaya çıkmaktadır. Bu sonuçlar hastaya yaklaşımda biopsikososyal modelin geçerliliğini ortaya koymaktadır.

 

12. Psikiyatride çağdaş tekniklerin (Audivisuel kayıt sistemlerinin) uygulanması tedavi süresini kısaltmakta, tedavinin başarısını artırmakta, başarının kalıcı olmasını sağlamakta ve içgörüyü kolaylaştırmaktadır.

 

13. Çalışma grubumuzdan edindiğimiz sonuçlara göre psikoterapi eğitim seviyesi yüksek hastalarda daha başarılı olmaktadır.

 

14. Tedavide kullanılan hipnodramalar, rüyalar ve imajlardaki sembol dilinin öğrenilmesi ve çözülmesi tedaviyi yönlendirmekte büyük yararlar sağlamaktadır.

 

[1] Azerbaycan Tıp Üniversitesi Psikiyatri Ana Bilim Dalı Öğretim Üyesi

Anksiyete bozukluğu-2

TEDAVİYE ALINAN ANKSİYETE BOZUKLUĞU GRUBUNDAKİ HASTALARIN CİNSİYETLERİNİN, DEĞİŞİK PARAMETRELER AÇISINDAN İNCELENMESİ

Uz.Dr.Tahir Özakkaş[1]

ÖZET: Azerbaycan tıp Üniversitesi Psikiyatri polikliniği ve hastahaneleri ile İstanbul Özel Psikiyatri Poliklniğine başvurun 180 Anksiyete Bozukluğu hastası tedavi yaklaşımlarına cevap özellikleri ve çeşitli parametreler açısından incelenmiştir.

DSM III-R kriterlerine göre SCID-OP uygulanarak 60 fobi, 60 anksiyete ve 60 obsesif-kompulsif hasta grubu rastgele örneklem yöntemi ile farmako, psiko ve kombine tedavi gruplarına eşit olarak ayrılmıştır. Farmakoterapi grubuna 8 haftalık ve idame tedavisi olarak clomipramin, buspiron ve alprazolam verilmiştir. Psikoterapide ise 10 günlük 20 saatlik hücum tedavisi ile birlikte 8 haftalık bir uygulama verilmiştir. Bunlara kognitif-davranışsal terapi ile içgörü yönelimli dinamik psikoterapi eklektik ve esnek olarak uygulanmıştır. Zaman zaman hipnoz kullanılmıştır.

 

I. GİRİŞ

 

Anksiyete bir semptom olarak bir çok mental hastalıkta karşılaştığımız bir belirtidir. Anksiyetenin birey üzerinde fiziksel ve mental belirtileri mevcuttur. Anksiyetenin psikolojik belirtileri arasında irritabilite, konsantrasyon zorluğu, sese karşı hassasiyet ve yerinde duramama sayılabilir. Ayrıca hafızanın zayıflaması, otonom sisteme aşırı yoğunlaşma sonucunda kalp atımlarını hissetme ve bunu bir kalp krizi gibi yanlış yorumlama ve buna bağlı algılama çarpıklıkları ve düşünce bozuklukları da ortaya çıkabilmektedir.

 

Bu hastaların fiziksel belirtileri sempatik sinir sisteminin aşırı aktivitesi ve kas geriliminin yoğunlaşmasını sonucu ortaya çıkar. Gastrointestinal sistem belirtileri olarak ağız kuruması, yutkunma zorluğu, epigastriumda hassasiyet, hava yutmaya bağlı geğirme, bağırsak hareketlerinde artma veya azalma oluşabilir.Solunum sisteminde; göğüste daralma hissi, nefes almada zorlanma, ve aşırı nefes alıp verme meydana gelebilir. Kalp damar sisteminde; çarpıntı, kalp üzerinde ağrı veya huzursuzluk hissi, boyunda ve muhtelif bölgelerde kalp atımlarının hissedilmesi görülebilir. Genitoüriner sistem belirtileri olarak; sıs sık idrara çıkmak, idrar yaparken yanma hissedilmesi, ereksiyon yetersizliği ve libido kaybı söz konusudur.Kadınlarda menstrüel bozukluklar ve amenore görülebilir. Merkezi sinir sistemi ile ilgili olarak kulak çınlaması, görme bulanıklığı, karıncalanma hissi ve baş dönmesi belirtileri tesbit edilebilir. Ayrıca müsküler gerilime bağlı şikayetler olabilir. Özellikle skalp bölgesinde hissedilen başağrıları mevcuttur. Uyku bozuklukları olarak; uykuya dalamamak, sık sık uyanmak, kabuslar görmek, erkenden uyanmak ve tekrardan uykuya dalamamak meydana gelebilir.

 

Anksiyete Bozuklukları DSM III, DSM III-R ve DSM IV’ün tanı kriterlerinden ve anksiyetenin biyolojik yapısının öğrenilmesi ile ilgili gelişmelerden çok etkilenmiş hastalıklarındandır. DSM III-R’da obsesyonel bozukluklar anksiyete bozuklukların bir alt tipini oluşturmaktadır. Ancak ICD-10’da obsesyonel bozukluklar ayrı bir kategoride değerlendirilmektedir. Anksiyete obsesyonel bozukluğun bir semptomu olarak kabul edilmektedir.(Oxford) Fobik bozukluğun tiplerinin tanınmasında da DSM II-R ve ICD-10 arasında da farklılıklar vardır Geçtiğimiz yirmi yıl boyunca, Amerikan psikiyatristleri nörozlarla ilgili psikodinamik oryantasyonlu yaklaşım tarzlarından ve formülasyonlarından uzaklaşan bir anksiyete bozuklukları anlayışına sahip olmuşlardır.(Tablo 1, Tablo 2) Sonuçta “Nöroz” teriminin günlük klinik çalışmaların dışına çıkarıldığı ve kullanılmadığı bir aşamaya gelinmiş, bunun yerine mantıklı klinik kriterlerin üzerine oturmuş ve sağlam temeller üzerine bina edilmiş çeşitli klinik anksiyete bozukluklarına bölünmüştür.

 

II. MATERYAL VE METOD

 

1-ARAŞTIRMA TİPİ

 

Bu araştırma, içerisinde tanımlayıcı ve analitik ögeler de taşıyan karşılaştırmalı prospektif bir grub çalışmasıdır.

 

Kliniklerimize başvuran hastaların, DSM III-R kriterlerine göre anksiyete bozukluğu tanısı alan hastaların cinsiyet açısından, klinik görünümlerinin neler olduğunu, bu klinik formalaşmanın ve hastalığa yakalanmanın; medeni durum, yaş, hastalık süresi, öğrenim, meslek, psikososyal ve çevresel sorunlar gibi bağımsız değişkenlerle ilişkisinin ne olduğu araştırılmıştır. DSM III-R kriterlerine göre Anksiyete Bozukluğu teşhisi alan hastaların rastgele örneklem istatistik yöntemi ile üçe ayrılması ve bunların üç tedavi yöntemi ile tedaviye alınması (psikoterapi, farmakoterapi ve kombine tedavi) ve sonuçta tedavi yaklaşımlarının karşılaştırılması yapılarak, tedavi yaklaşımları arasında bir fark olup olmadığı araştırılmıştır.

 

2-ARAŞTIRMANIN YAPILDIĞI YER

 

Bu araştırma, Azerbaycan Tıp Üniversitesi Psikiyatri Kafedrası nezdindeki 2 numaralı hastahanesine, Semaşka hastahanesi psikosomatik şubesine, 1 numaralı psikonöroloji dispanserine (PND) başvuran hastalar ile, Türkiye’de Akdeniz Tıp Merkezi Psikiyatri Polikliniği ve Özel Psikolojik Danışmanlık Merkezine başvuran hastalar üzerinde yapılmıştır. Çok merkezli yapılan bu çalışma Azerbaycan Cumhuriyeti Bakü şehri ile Türkiye Cumhuriyeti İstanbul şehirlerinde gerçekleştirilmiştir

 

3-ARAŞTIRMA GRUBU.

 

Araştırma evrenini, ATÜ Psikiyatri Kafedrasının hizmet verdiği hastane poliklinikleri ile İstanbul’daki Özel Psikolojik Danışmanlık Merkezi ve Akdeniz Tıp Merkezi Psikiyatri polikliniğine psikolojik rahatsızlık nedenleri ile başvuran ve DSM III-R kriterlerine göre Anksiyete Bozukluğu tanısı konan 10-65 yaş grubundan 180 (77 kadın ve 103 erkek) hasta oluşturmaktadır.

 

Araştırmada örneklem yapılmamış, ilgili merkezlerde çalışma yürütüldüğü esnada polikliniklerimizi başvuran ve kriterlerimize uyan tüm hastalar alınmıştır.

 

Bu hastalar arasında dışlayıcı kriterlerimiz nedeniyle 28 hasta kabul edilmemiştir.

 

4-BİLGİLERİN TOPLANMASI

 

Bilgiler 1 Haziran 1995-30 Mayıs 1998 tarihleri arasında toplanmıştır.

 

ARAŞTIRMA VERİLERİ

 

1-Muayene yöntemleri

a. SCID-OP (Structural Clinical Interwiev Standardized for inter-rater reliability) (DSM III-R)

2-Laboratuar Muayeneleri

3-Psikometrik testler

4-Sosyodemografik Anket vasıtası ile toplanmıştır.

 

1.MUAYENE YÖNTEMLERİ:

 

Polikliniklere müracaat eden hastalar somatik ve psikiyatrik muayeneden geçirilmiştir. Bunlara SCID-OP uygulanarak DSM III-R kriterlerine göre Anksiyete Bozukluğu tanısı alan hastalar araştırma grubuna dahil edilmiştir. Dışlayıcı kriterleri içeren hastalar gruptan çıkarılmıştır.

 

2.LABORATUAR MUAYENELERİ:

 

Grup içine alınan bu deneklere kan analizleri (kırmızı küre, beyaz küre, hemoglobin, sedimentasyon, karaciğer fonksiyon testleri, böbrek fonksiyon testleri, endokrin testler), EKG, EEG ve gerekli diğer tedkikler uygulanmıştır.

 

 

3.PSİKOMETRİK TESTLER:

 

a. İşlevselliğin Genel değerlendirme Skalası (İGDS)

b. Spielberg Anlık Kaygı Skalası (SAKS)

c. Spielberg Sürekli Kaygı Skalası (SSKS)

d. Yale-Brown Obsessif-Kompulsif Skalası (YB-OKS)

e. Hamilton Depresyon Skalası (HDS)

f. Fobi Kendi Ölçüm Skalası (FKÖS)

 

4.VERİLERİN DEĞERLENDİRİLMESİ

 

Elde edilen veriler, veri kodlama kağıdına geçirildikten sonra kompütere yüklenmiştir. Bu bilgiler EPI istatistiksel analiz programı ile tablolandırılmıştır. Tablo haline getirilen bu veriler, yine aynı kompüter programı vasıtası ile istatiksel analize tabi tutulmuştur. Gerekli yerlerde istatiksel analiz için, Khi kare, t-student, ANOVA varyans analizi, Fisher ve Yates düzeltmeleri yapılmıştır.

 

5.METOD

 

Bu çalışmada; ilaç (alprozolam, amitriptilin, buspiron, anafranil, floksetin) ve eklektik (içgörü yönelimli ve kognitif-davranışçı) psikoterapi yalnız başlarına ve birlikte karşılaştırılmıştır. Hastalar rastgele örneklem yöntemi ile aşağıdaki gruplardan birine dahil edilmiştir.

 

İ İlaç

PS Psikoterapi

İ+PS İlaç ve psikoterapi birlikte

 

Tedaviye alınmadan hastalar, fizik muayene ve laboratuar testlerinden geçirildi ve yazılı izinleri alındı. Hastalar herhangi bir psikoterapotik uygulamanın etkisinden sıyrılmak ve ilaçtan arınma süresi olarak ortalama 21 gün bekletildi.

 

Hastalar 12 ayın üzerinde takip edildi. 0-8 hafta arasında tedaviye alındı Psikoterapi alan hastalar on gün peşpeşe standardize edilen yoğun hucüm tedavisine alındılar.Tedavinin geri kalan kısmı 8-16 hafta arasında tamamlandı ve hastalar aralarda ilaç ve herhangi bir psikoterapi olmadan 52 haftaya kadar takip edildi.

 

Hastalar tedavi süresince (yoğun psikoterapi dönemi haricinde) 12 kez doktoru ziyaret ettiler. Ziyaret haftaları 0, 1, 2, 3, 4, 5, 6, 8 haftalar ve 3, 6, 9, ve 12. aylarda idi. Zaman zaman telefonla bağlantı kuruldu.İhtiyaç duyulan hastalarla ek görüşmeler yapıldı..

Son değerlendirmelerde 6 hafta içinde tamamlandı.

 

TEDAVİ

 

Hastalar başlangıçtan itibaren üç tedavi grubuna ayrıldı. Bunlar; ilaç, psikoterapi ve kombine terapi idi. Her bir gruptaki hastalarda DSM III-R teşhis kriterlerinden yola çıkılarak, anksiyete bozukluklarının alt grubuna ayrıldılar. Bu gruplar:

 

1.Fobi İle İlgili Bozukluklar Kümesi.

A. Basit Fobi

B. Sosyal Fobi

C. Agorafobi

2. Obsessif- Kompulsif Bozukluk Kümesi

3. Anksiyete Kümesi ve diğerleri

A. Panik Bozukluk–(Agorafobili-Agorafobisiz)

B. Yaygın Anksiyete Bozukluğu

C. Diğerleri: (Posttravmatik Stress Bozukluğu, Akut Stress Bozukluğu, vb.)

 

Bu şekilde hastalar üç alt kümeye ayrıldılar.

 

III. BULGULAR

 

Tablo 1: Araştırma grubuna dahil edilen deneklerin cinsiyetlerine göre dağılımı:

 

Cinsiyet N % Kamülatif  %
Erkek 103 57.2 57.2
Kadın 77 42.8 100.0
Toplam 180 100.0

 

 

Ortalama (O):1.43 Standart Sapma(SS):0.5

 

Tablo 1’den de anlaşılacağı gibi araştırma grubuna dahil edilen deneklerin 103 (%57.2)’ü erkek, 77 (%42.8)’si kadındır.

 

Tablo 2: Araştırma grubuna dahil edilen deneklerin medeni durumlarına gruplarına göre dağılımı:

 

Medeni durum N % Kamülatif  %
Evli 87 48.3 48.3
Bekar 81 45.0 93.3
Dul 12 6.7 100.0
Toplam 180 100.0

 

 

Ortalama (O):1.58 Standart Sapma(SS):0.62

 

Tablo 2’den de anlaşılacağı gibi araştırma grubuna dahil edilen deneklerin medeni durumu görülmektedir. Bunların 87 (%48.3)’si evli, 81 (%45.0)’i bekar ve 12 (6.7)’si duldur.

 

 

Tablo 3: Araştırma grubuna dahil edilen deneklerin yaş gruplarına göre dağılımı:

 

Yaş N % Kamülatif  %
     – 10 4 2.2 2.2
11 – 20 17 9.4 11.7
21 – 30 77 42.8 54.4
31 – 40 47 26.1 80.6
41 – 50 22 12.2 92.8
51 – 13 7.2 100.0
Toplam 180 100.0

 

 

Ortalama (O):3.58 Standart Sapma (SS):1.12

 

Tablo 3’den de anlaşılacağı gibi araştırma grubuna dahil edilen deneklerin 10 (%2.2)’u on yaşının altında, 17 (%9.4)’si 11-20 yaş grubunda, 77 (%42.8)’si 21-30 yaş grubunda, 47 (%26.1)’si 31-40 yaş grubunda, 22 (%12.2)’si 41-50 yaş grubunda, 13 (%7.2)’si 51 yaş grubunun üzerindedir. Hastaların %66.9’u 21-40 yaş grubu arasındadır.

 

Tablo 4: Araştırma grubuna dahil edilen deneklerin hastalık süresi gruplarına göre dağılımı:

 

Hastalık süresi N % Kamülatif  %
1 – 5 137 76.1 76.1
6 – 10 25 13.9 90.0
11 – 15 9 5.0 95.0
16 – 9 5.0 100.0
Toplam 180 100.0

 

 

Ortalama (O):1.36 Standart Sapma (SS):0.80

 

Tablo 4’den de anlaşılacağı gibi araştırma grubuna dahil edilen deneklerin hastalık süreleri açısından bakıldığında 137 (%76.1)’si 1-5 yıllık hastalık süresinde sahip, 25 (%13.9) 6-10 yıllık hastalık süresinde sahip, 9 (%5.0)’u 11-15 yıllık hastalık süresinde sahip, 9 (%5.0)’u 16 yıl ve üzeri hastalık süresinde sahipdir.

 

Tablo 5: Araştırma grubuna dahil edilen deneklerin eğitim durumları gruplarına göre dağılımı:

 

Eğitim durumu N % Kamülatif  %
Okur yazar 3 1.7 1.7
İlkokul 14 7.8 9.4
Ortaokul 38 21.1 30.6
Lise ve dengi 50 27.8 58.3
Yüksek okul 75 41.7 100.0
Toplam 180 100.0

 

 

Ortalama (O):4.0 Standart Sapma (SS):1.05

 

Tablo 5’den de anlaşılacağı gibi araştırma grubuna dahil edilen deneklerin eğitim durumları açısından bakıldığında 3 (%1.7)’si okur yazar durumda, 14 (%7.8) ilkokul eğitimine sahip, 38 (%21.1)’u ortaokul eğitimine sahip, 50 (%27.8)’u lise ve dengi eğitim düzeyine sahip ve 75 (41.7)’i yüksek okul eğitim düzeyine sahiptir. Bu tablo toplumsal dengeyi yansıtmamaktadır. Yüksek okul mezunları bu tabloda büyük bir yer tutarak birinci sırada bulunmaktadır.

 

 

 

Tablo 6: Araştırma grubuna dahil edilen deneklerin meslek gruplarına göre dağılımı:

 

Meslek N % Kamülatif  %
İşsiz 24 13.3 13.3
Öğrenci 41 22.8 36.1
İşçi 11 6.1 42.2
Memur 31 17.2 59.4
Serbest 45 25.0 84.4
Ev hanımı 28 15.6 100.0
Toplam 180 100.0

 

 

Ortalama (O):3.64 Standart Sapma (SS):0.39

 

Tablo 6’den de anlaşılacağı gibi araştırma grubuna dahil edilen deneklerin meslek durumları açısından bakıldığında 24 (%13.3)’si işsiz, 41 (%22.8) öğrenci, 11 (%6.1)’u işçi, 31 (%17.2) memur, 45 (25.0)’i serbest meslek sahibi ve 28 (15.6)’i ev hanımıdır. Serbest meslek sahipleri.bu tabloda büyük bir yer tutarak birinci sırada (%25.0) bulunmakta ve hemen ardından ikinci sırada öğrenciler (%22.8) gelmektedir

 

Tablo 7: Araştırma grubuna dahil edilen deneklerin yaşanılan ülke gruplarına göre dağılımı:

 

Yaşanılan ülke N % Kamülatif  %
Türkiye 147 81.7 81.7
Azerbeycan 33 18.3 100.0
Toplam 180 100.0

 

 

Ortalama (O):1.18 Standart Sapma(SS):0.39

 

Tablo 7’den de anlaşılacağı gibi araştırma grubuna dahil edilen deneklerin yaşadığı ülke açısından bakıldığında 147 (%81.7)’si Türkiye’de, 33 (%18.3) Azerbeycan’da, yaşamaktadır.

 

Tablo 8: Araştırma grubuna dahil edilen deneklerin psikososyal ve çevresel sorunların bulunma durumuna göre dağılımı:

 

Psikososyal ve çevresel sorunlar N % Kamülatif  %
Birincil destek grubu ile 53 29.4
Çevresel 25 13.9
Eğitim 22 12.2
Meslek 38 21.1
Barınma 11 6.1
Ekonomik 53 29.4
Sağlık kuruluş. Ulaşma 1 0.6
Yasal sistem 0 0
Diğer 7 3.9

 

 

Ortalama (O):3.58 Standart Sapma(SS):1.12

 

Tablo 8’den de anlaşılacağı gibi araştırma grubuna dahil edilen deneklerin psikososyal ve çevresel problemler açısından bakıldığında 53 (%29.4)’ü birincil destek grupları ile, 25 (%13.9)’i sosyal çevre problemleri ile, 22 (%12.2)’si eğitim problemleri ile, 11 (%6.1)’i barınma problemleri ile, 53 (29.4)’ü ekonomik problemleri ile, 1 (0.6)7i sağlık kuruluşlarına ulaşma problemi ile ve 7 (3.9)diğer problemlerli ilgili sorunlara sahiptir. Birincil destek grupları ve ekonomik problemler 53’er kişi ile %29.4 oranlarla birbilkte birinci sırayı almaktadır. Araştırma grubumuzda yasalarla problemi olan kimse bulunmamaktadır. Meslek ile ilgili problemlerde %21.1 ile önemli bir yer işgal etmektedir.

 

Tablo 9: Araştırma grubuna dahil edilen deneklerin kişilik bozuklukları gruplarına göre dağılımı:

 

Kişilik bozuklukla. N % Kamülatif  %
Yok 66 36.7 36.7
A grubu¹ 12 6.7 43.3
B grubu² 36 20.0 63.3
C grubu¬ 66 36.7 100.0
Toplam 180 100.0

 

 

Ortalama (O):1.57 Standart Sapma (SS):1.31

 

¹ A Grubu: Paranoid,şizoid, şizotipal ²B Grubu: Antisosyal, borderline, histrionik, narsistik

¬C Grubu: Çekingen, bağımlı, obsessif-kompulsif ve diğerleri.

 

Tablo 9’dan da anlaşılacağı gibi araştırma grubuna dahil edilen deneklerin kişilik bozuklukları açısından bakıldığında 66 (%36.7)’sında herhangibir kişilik bozukluğu bulunamamış, 12 (%6.7)’sinde A grubu kişilik bozuklukları, 36 (%20.0)’ında B grubu kişilik bozuklukları, 66 (%36.7) C grubu kişilik bozuklukları bulunmuştur. C grubu kişilik bozuklukları, %36.7 ‘lik bir oranla birinci sırada yer almaktadır.

 

 

Cinsiyet Bağımsız Değişkenine Göre Araştırma Grubunun Özellikleri:

 

Tablo 10: Araştırma grubuna dahil edilen deneklerin cinsiyet ve teşhis gruplarına göre dağılımı

 

Cinsiyet Teşhis
Fobi grubu OKB¹ grubu Anksiyete Toplam
N % N % N % N %
Erkek 32 53.3 42 70.0 29 48.3 103 57.2
Kadın 28 46.7 18 30.0 31 51.7 77 42.8
Toplam 60 100.0 60 100.0 60 100.0 180 100.0

 

 

X²:6.31 Serbestlik Derecesi (SD):2 p < 0.04

 

Tablo 10’dan da anlaşılacağı gibi araştırma grubuna dahil edilen deneklerin cinsiyet bağımsız değişkenine göre hastalık gruplarına göre dağılımı verilmiştir. Fobi grubundaki 60 hastanın 32 (%53.3) ‘si erkek, 28 (%46.7)’si kadın, OKB grubundaki hastaların 29 (%48.3)’si erkek, 18 (%30.0)’i kadın, anksiyete grubundaki hastaların 42 (%70.0)’si erkek, 31 (%51.7)’i kadındır. X² istatistiksel analizi yapıldığında gruplar arasındaki fark p< 0.04 düzeyinde istatistiksel olarak anlamlı bulunmuştur.

 

Tablo 11: Araştırma grubuna dahil edilen deneklerin cinsiyet ve kişilik bozukluklarına göre dağılımı:

 

Cinsiyet Kişilik bozuklukları
Yok A kümesi B kümesi C kümesi Toplam
N % N % N % N % N %
Erkek 47 71.2 6 50.0 13 36.1 37 56.0 103 57.2
Kadın 19 28.8 6 50.0 23 63.9 29 44.0 77 42.8
Topla 66 100.0 12 100.0 36 100.0 66 100.0 180 100.0

 

 

X²:12.12 Serbestlik Derecesi (SD):3 p < 0.006

 

Tablo 11’dan da anlaşılacağı gibi araştırma grubuna dahil edilen deneklerin cinsiyet bağımsız değişkenine göre kişilik bozukluklarına göre dağılımı verilmiştir. Kişilik bozuklukları olmayan yok grubundaki 66 hastanın 47 (%71.2) ‘si erkek, 19 (%28.8)’si kadın, A kümesi grubundaki 12 hastanın, 6 (%50.0)’si erkek, 6 (%50.0)’i kadın, B kümesi grubundaki hastaların 13 (%36.1)’si erkek, 23 (%63.9)’i kadındır. C kümesi grubundaki hastaların 37 (%56)’si erkek, 29 (%44.0)’i kadındır. X² istatistiksel analizi yapıldığında gruplar arasındaki fark p< 0.006 düzeyinde istatistiksel olarak anlamlı bulunmuştur.

 

Tablo12: Araştırma grubuna dahil edilen deneklerin (psikoterapi alanlar, farmakoterapi alanlar, kombine terapi alanlar ) cinsiyete göre dağılımı:

 

Cinsiyet Tedavi yaklaşımları
Farmako Psiko Kombine Toplam
Erkek 42 26 35 163
Kadın 18 34 25 77
Toplam 60 60 60 180

 

 

ANOVA F:4.578 p <0.01

 

Tablo 12’dan da anlaşılacağı gibi araştırma grubuna dahil edilen deneklerin cinsiyet bağımsız değişkenine göre tedavi yaklaşımlarına göre dağılımı verilmiştir. Cinsiyet ile tedavi yaklaşımları grubları arasında istatistiksel olarak bir ilişki olup olmadığı ANOVA F istatistik analizi yapılarak araştırıldığında

istatistiksel olarak anlamlı bir ilişki saptanmıştır.

 

Cinsiyet bağımsız değişkeninin diğer faktörlerle karşılaştırılması istatistiksel olarak yapıldığında (X² analizlerinde) ; medeni durum, yaş grubları, hastalık süreleri, eğitim durumu, birincil destek grubu ile ilgili problemler, çevresel faktörlerle ilgili problemler, mesleki problemler, barınma problemleri, ekonomik problemler, sağlık kuruluşlarına ulaşım problemleri, yasal sistemle ilgili problemler ve diğer problemler açısından istatistiksel olarak anlamlı bir ilişki bulunamamıştır.

 

Cinsiyet ile meslek grubları arasında istatistiksel olarak bir ilişki olup olmadığı X² analizi yapılarak araştırıldığında istatistiksel olarak anlamlı bir ilişki saptanmıştır. (X²:49.15 p<0.00)

 

Cinsiyet ile teşhis grubları grubları arasında istatistiksel olarak bir ilişki olup olmadığı X² analizi yapılarak araştırıldığında istatistiksel olarak anlamlı bir ilişki saptanmıştır. (X²:6.31 p<0.04)

 

Cinsiyet ile 52. Hafta SAKS ölçüm sonuçu grubları arasında istatistiksel olarak bir ilişki olup olmadığı X² analizi yapılarak araştırıldığında istatistiksel olarak anlamlı bir ilişki saptanmıştır. (X²:10.13 p<0.01)

 

Cinsiyet ile 52. Hafta SSKS ölçüm sonuçu grubları arasında istatistiksel olarak bir ilişki olup olmadığı X² analizi yapılarak araştırıldığında istatistiksel olarak anlamlı bir ilişki saptanmıştır. (X²:12.01 p<0.03)

 

Cinsiyet ile 26. Hafta Fobi Kendi Ölçüm sonuçu grubları arasında istatistiksel olarak bir ilişki olup olmadığı X² analizi yapılarak araştırıldığında istatistiksel olarak anlamlı bir ilişki saptanmıştır. (X²:14.09 p<0.02)

 

IV.TARTIŞMA VE SONUÇ

Cinsiyet bağımsız değişkeni ile; hastalık grupları arasında istatistiksel olarak anlamlı bir ilişki (X²:6.31 SD:2 p<0.04) mevcuttur. Erkek oranı fobi grubunda %53.3, OKB grubunda %70 ve anksiyete grubunda %48.3’tür. Fobi ile ilgili dünya literatürüne baktığımızda özgül fobi (%14.5, % 7.8) ve agorafobi’e (%7.9, %3.2) kadınların oranı iki kat yüksektir. Sosyal fobide bu oran bire birdir. (Eaten ve ark. 1991) Biz de bu oran bire bir çıkmıştır. OKB grubunda dünya literatüründe erkek kadın oranı eşit bulunmuştur. (Black 1974) Diğer bir çalışmada çocukluk dönemi başlangıçlı OKB’da erkek oranı %70 olarak bulunmuştur. (Hallingsworth ve ark. 1980., Swedo ve ark. 1989b) Bizim çalışma grubumuzda %70 erkek oranı çıkmıştır. Anksiyete grubunda literatürde kadınların oranı erkeklerden yüksek çıkmaktadır. (Helzer ve ark. 1987) Bizde de benzer sonuçlar bulunmuştur.

 

Cinsiyet bağımsız değişkeni ile; kişilik bozuklukları grupları arasında istatistiksel olarak anlamlı bir ilişki (X²:12.12 SD:3 p<0.006) mevcuttur. Erkek oranı yok grubunda %71.2, A kümesi grubunda %50, B kümesi grubunda %36.1 ve C kümesi grubunda %56.0’dır. Cinsiyet açısından kişilik bozukluklarını dağılımın içeren bir ayrıntılı bulguya literatürde rastlayamadık. Anksiyete bozukluklarında B grubu kişilik bozuklukları kümesinde kadınların oranı %63.9 gibi yüksek bir orandır.

 

Cinsiyet bağımsız değişkeni ile; tedavi yaklaşımları grupları arasında istatistiksel olarak anlamlı bir ilişki (ANOVA F:4.578 p<0.01) mevcuttur. Erkek oranı her gruptaki 60 hastanın farmakoterapi grubunda 42’si, psikoterapi grubunda 26’sı ve kombineterapi grubunda 35’dir. Buradaki dağılım eşit olması veya eşite yakın olması gerekirken bu mümkün olmamıştır. Farmakoterapi grubunda erkek oranı yüksek çıkmıştır. Bu çalışma grubunun örneklem hatasından kaynaklanmaktadır.

 

Cinsiyet bağımsız değişkeninin diğer faktörlerle karşılaştırılması istatistiksel olarak yapıldığında (X² analizlerinde) ; medeni durum, yaş grubları, hastalık süreleri, eğitim durumu, birincil destek grubu ile ilgili problemler, çevresel faktörlerle ilgili problemler, mesleki problemler, barınma problemleri, ekonomik problemler, sağlık kuruluşlarına ulaşım problemleri, yasal sistemle ilgili problemler ve diğer problemler açısından istatistiksel olarak anlamlı bir ilişki bulunamamıştır.

 

Cinsiyet ile meslek grubları arasında (X²:49.15 p<0.00), teşhis grubları grubları arasında (X²:6.31 p<0.04), 52. Hafta SAKS ölçüm sonuçu grubları arasında (X²:10.13 p<0.01), 52. Hafta SSKS ölçüm sonuçu grubları arasında (X²:12.01 p<0.03), 26. Hafta Fobi Kendi Ölçüm sonuçu grubları arasında (X²:14.09 p<0.02), istatistiksel olarak bir ilişki olup olmadığı X² analizi yapılarak araştırıldığında istatistiksel olarak anlamlı bir ilişki saptanmıştır.

 

V. LİTERATÜR

Anksiyete bozukluğu-3

ANKSİYETE BOZUKLUKLU HASTALARIN ÇEŞİTLİ TEDAVİLERE KARŞI ANLIK VE SÜREKLİ KAYGIDÜZEYLERİNİN DEĞİŞİMİNİN İNCELENMESİ

Uz.Dr.Tahir Özakkaş[1]

ÖZET: Azerbaycan tıp Üniversitesi Psikiyatri polikliniği ve hastahaneleri ile İstanbul Özel Psikiyatri Poliklniğine başvurun 180 Anksiyete Bozukluğu hastası tedavi yaklaşımlarına cevap özellikleri ve çeşitli parametreler açısından incelenmiştir.

DSM III-R kriterlerine göre SCID-OP uygulanarak 60 fobi, 60 anksiyete ve 60 obsesif-kompulsif hasta grubu rastgele örneklem yöntemi ile farmako, psiko ve kombine tedavi gruplarına eşit olarak ayrılmıştır. Farmakoterapi grubuna 8 haftalık ve idame tedavisi olarak clomipramin, buspiron ve alprazolam verilmiştir. Psikoterapide ise 10 günlük 20 saatlik hücum tedavisi ile birlikte 8 haftalık bir uygulama verilmiştir. Bunlara kognitif-davranışsal terapi ile içgörü yönelimli dinamik psikoterapi eklektik ve esnek olarak uygulanmıştır. Zaman zaman hipnoz kullanılmıştır.

 

I. GİRİŞ

 

1.Anksiyete Nevrozunun Tarihçesi

 

Yaklaşık yüzyıl önce, S. Freud “Anksiyete Nörozu” terimini türetmiş ve anksiyetenin iki tipini tanımlamıştır.(Breuer and Freud 1893 1895/1955) Anksiyetenin bir tipi kontrol altına alınamamış Libido’dan kaynaklanır. Diğer bir ifade ile, fizyolojik olguların mental yansıması olan,libidonun artmasına bağlı olarak ortaya çıkan seksüel gerilimdeki fizyolojik artıştır. Bu tip bir gerilimin normal boşalımı, Freud’a göre, cinsel ilişki yolu ile olur. Hernasılsa, diğer cinsel uygulamalar,öyle ki,cinsel yoksunluk ve koitus interruptus gerilimin boşalmasını önler ve güncel nöroz ile sonuçlanır. Libidinal blokaja bağlı olarak anksiyetenin yükselmesinin şartları sonucunda nevrasteni, hipokondriazis ve anksiyete nörozu oluşur. Bunlar Freud’a göre biyolojik temele sahip görünümlerdir.

 

Anksiyetenin diğer formu, baskılanmış düşünce ve arzuların orijinal yapılarının sıkıntısının ve endişesinin yoğun olarak hissedilmesi olarak, en güzel bir şekilde karakterize edilebilir. Anksiyetenin bu formu, obsesyonel nöroz, histeri ve fobi gibi psikonörozlardan sorumludur.

Freud, bilinen bu şartları ve onlarla bağlantılı olarak ortaya çıkan anksiyeteyi, fizyolojik faktörlerden ziyade psikolojik faktörlere bağlamaktadır.İntrapsişik çatışmalar anksiyete ve psikonörozlara neden olur. Freud aktüel nörozda gözlediğinden daha az dramatik ve daha az yoğun bir anksiyete ile sonuçlandığını tesbit etti.

 

2.Normal Ansiyete

 

Anksiyete duyusu hemen hemen bütün insanlar tarafından yaygın olarak tecrübe edilmiş bir duygudur. Bu his, endişenin belirsiz hissi, hoşnutsuzluk yaygınlık hisleri ile karakterizedir.Genellikle otonomik semptomlar vasıtası ile kendini ifade eder. Otonomik semptomlar başağrısı, terlemek, çarpıntı, göğüste sıkışma hissi, hafif mide rahatsızlığı şeklinde olur. Anksiyeteli bir şahıs, aynı zamanda huzursuzluk da hissedebilir.

 

2.1. Korku ve Anksiyete

 

Anksiyete, haber verici bir sinyaldir. O, tehdidin şiddet derecesini şahsa bildiren ve tehlikeyi haber veren şeydir. Korku, benzer şekilde haber verici bir işarettir. Anksiyeteden farklılaştırılmıştır. Korku bir tehdite karşı organizmanın cevabıdır. Bu tehdit bilinen, dıştan gelen, belirli veya kaynağında çatışma olmayan şeydir. Anksiyete ise yine bir tehdite cevaptır. Ancak bu bilinmeyen, içten gelen, belirsiz veya kaynağı tartışmalı olandır.

 

Post-Freudiyan psikanalitik formülasyonlara giderken, korku ve anksiyetenin birbirinden ayırt edilebilmesi psikolojik analizle mümkündür. İkisi arasındaki temel fark anksiyetenin kronik bir olay, korkunun ise akut bir olay olmasıdır. Bir caddeden karşıdan karşıya geçerken hızla yaklaşmakta olan arabanın bizde oluşturduğu duygu korkudur.

 

2.2. Anksiyeteye Adaptasyon Fonksiyonları

 

Anksiyeteyi haber verici bir sinyal olarak basit bir şekilde belirlediğimiz zaman, temelde korku gibi aynı emosyonel yapıyı gözönünde bulundurmuş olabiliriz. Anksiyete, iç veya dış tehlikeyi haber veren bir uyarandır. O, hayat koruyucu bir özelliğe sahiptir. Daha alt seviyede, anksiyete aşağıdaki olumsuzlukları haber veren bir uyarıcıdır. Bu belirtiler arasında vücudun parçalanması, ağrı, mutsuzluk, muhtemel cezalandırmalar veya sosyel früstrasyonlar veya vücudun ihtiyaçları, sevilen birinden ayrılma, birinin durumuna veya başarısına gözdağı veya bütünlüğe birliğe olan tehditler sayılabilir. Bu şekilde şahıs yapılan tehditten korunmaya yönelik gerekli tedbirleri almaya ve bu olumsuzlukların etkisini azaltmaya gayret eder.

 

2.3. Stress, çatışma ve anksiyete

 

Egonun temel fonksiyonu iç dünyamız ile dış dünya arasında bir denge sağlamaktır. İçten gelen uyarılarla dış dünyanın realitesi arasında bir denge kurulursa ego fonksiyonunu başarı ile yapmış demektir. Eğer bir denge korunamaz ve dengesizlik ortaya çıkarsa, yani iç dünyamızın talepleri ile dış dünyanın gerçekleri çatışırsa dengesizlik ve kararsızlık meydana gelir. Bu da kronik anksiyete olarak algılanır.

 

Bu çatışma hastanın iç dünyasından gelen impulsif dürtüler(örneğin, agresivite, seksüel veya bağlanma ihtiyaçları v.s.) ile bilinç arasında, veya dış dünyanın gerçekleri ile kişinin egosu veya iç dünyası arasında oluşabilir. Bu denge bozukluğuna ÇATIŞMA demek mümkündür.

 

2.4. Psikolojik ve Bilişsel Semptomlar

 

Anksiyetenin iki temel komponenti tesbit edilmiştir. Bunlar;

 

1-Farkında olunan fizyolojik duyumlar.(örneğin: çarpıntı ve terleme gibi)

2-Korku ve sinirlilik halinin hissedilmesi.

 

Anksiyetenin motor ve visseral etkilerine ilaveten; Anksiyete, düşünceyi, algılamayı ve öğrenmeyi de etkiler. Anksiyete konfüzyona, algılamanın çarpıtılmasına neden olur. Algılamanın çarpıtılması sadece yer ve zaman adaptasyonu ile ilgili olmayıp tüm dış dünyadaki olaylar ve insanlarla bağlantılı olarak ortaya çıkmaktadır. Bu distorsiyonlar, konsantrasyon gücünün azalmasına bağlı olarak öğrenmeyi olumsuz yönde etkiler, hafızayı ve hatırlamayı zayıflatır, olaylar arasındaki bağlantıyı bulmakta zorluk yaratır.

 

Emosyonların bilişsel sfera üzerine olumsuz etkilerinden biri de selektif algılama yapmasıdır. Kişi korkusuna ve endişesine bağlı olarak olayların veya olguların belirli yönlerini algılar, diğer kısımlarını algı dışı bırakabilir.

 

3.Patolojik Anksiyete

 

3.1. Psikolojik Teoriler

 

Psikolojik teorilerin temel üç okulu vardır. Bunlar;

1- Psikanalitik

2- Davranışçı

3- Varoluşçu

Bu üç temel teori anksiyeteye bir bakış açısı getirmişler ve bu bakış açıları ile de tedavi planlarını şekillendirmişlerdir.

 

3.1.1. Psikanalitik Teori

 

Freudun anksiyete ile ilgili görüşlerini 1895’te yayınladığı “Obsesyonlar ve Fobiler”(Freud 1895b[1894]) 1895 teki kitabı “Histeri Üzerine Çalışmalar”(Breuer, Freud 1893 1895) ve en son 1926’da yayınlanan “İnhibisyonlar , Semptomlar ve Anksiyete”(Freud 1926) kitabında görmek mümkündür. Freud bu kitabında anksiyeteyi baskılanmış dürtülerin bilince çıkmak için represente edilmesi ve deşarj yolları bulmak için egoyla verdiği bir işaret olarak değerlendirmektedir. Bu sinyal sistemi ile bilinçdışı dürtü ve duygular egonun bilinçli alanına çıkmak ister. Bu basınç gittikçe artar. Bu basıncın artması ile birlikte anksiyetenin yoğunluğu da artar. Bu basınç ve anksiyetenin şiddeti kritik değeri aşarsa, o zaman panik atak ortaya çıkar. Başarılı olamayan represyon sonucunda ortaya çıkan diğer savunma düzenekleri ile bir semptom profili ortaya çıkar ki, bu da klasik nevroz hastalığının herhangi bir klinik görünümünü ortaya koyar. Bu durumda karşımıza histeri, fobi ve obsesif-kompulsif nevroz çıkar. (Cooper 1985., Michels ve ark. 1985., Nemiah 1988)

 

Psikanalitik teoriye göre anksiyeteyi oluşturan 4 ana komponent vardır. Bunlar: (Klein 1948., Flescher 1955)

 

1- İd veya impulsif anksiyete

2- Ayrılık anksiyetesi

3- İğdiş edilme anksiyetesi

4- Süperego anksiyetesi

 

(Gabbard 1990) (Freud 1895a [1894]/1962) (Faravelli ve Pallanti 1989) (Klein D.F. 1964., Bowyby 1973., Cooper 1985) (Scott 1975., Suami ve ark. 1978) (Gittelman-Klein ve Klein 1971., Weisman ve ark. 1984)

 

3.1.2. Davranışsal Teori

 

Anksiyetenin davranışsal veya öğrenim teorisi anksiyeti hastalıklarının tedavisinde çok yararlı bazı yaklaşım metodlarını geliştirmiştir. Anksiyete ile ilişkili olarak davranış teorisinin temelini, çevrede meydana gelen spesifik çevresel uyaranlara karşı bireyin oluşturduğu bir şartlanma cevabı oluşturur.

Klasik şartlanma modeli içinde mesela bir şahsın herhangi bir yiyeceğe karşı allerjisi yokken bir gün restoranda kontamine olmuş bir gıda yedikten sonra hastalanmış olabilir. Daha sonra bu şahıs başkaları tarafından hazırlanmış tüm gıdalara karşı tepkisellik içine girebilir.

 

Veya alternatif muhtemel bir sebep olarak ta ailesinden öğrendiği yaklaşım tarzları ile (sosyal öğrenme teorisi) bazı durumlara karşı anksiyete geliştirebilir.

 

Bu şekilde bu hastalar, anksiyejenik stimulusların tekrarlanan ekspojure tedavisi vasıtası ile desensitizasyonun bazı şekilleri ile tedavi edilir. Bu desensitizasyon programına bilişsel psikoterapik yaklaşımları da ilave etmek mümkündür.(Barlow ve ark. 1989., Beck ve ark. 1992., Michelson ve ark. 1990., Salkovskis ve ark. 1986)

 

3.1.3. Varoluşçu Teori

 

Varoluşçu teoriler genel anksiyete bozuklukları için bir model geliştirmişlerdir. Kronik anksiyete hissinde herhangi belirlenmiş bir stimulus yoktur.

 

Bunlara göre ölümün çaresizliği ve kaçınılmazlığı karşısında hissedilen ve derinden yaşanan memnuniyetsizlik hissi sonucu anksiyete ortaya çıkar. Anksiyete hayatı anlamlandıran ve varolmanın bir aracı olarak veya hissetmenin bir aracı olarak kullanılmaktadır. Varlığın ve anlamın, derin boşluğuna veya anlamsızlığına karşı kişinin geliştirdiği bir cevaptır.

 

3.2. Biolojik Teoriler

 

Anksiyete odaklı biyolojik teoriler, anksiyetenin hayvan modelleri ile yapılan preklinik çalışmalar ile geliştirilmiştir.(S.T.Mason ve H.C.Fibiger 1979) Konunun insan açısından değerlendirilmesi ve araştırılması ise psikoterapik ilaçların etkileri ve temel nörosciensin gelişimleri ile yapılmıştır. (Bloom ve ark., Aston-Jones ve ark. 1984)

 

Çalışmanın bir kutbunda anksiyete bozuklukları olan hastaların, psikolojik çatışmaların sonuçlarını yansıtan ölçülebilir biolojik değişkenlerin tesbit edilmesi düşüncesi varken, çatışmanın diğer kutbunda, psikolojik çatışmaları oluşturan biyolojik faktörler vardır. Her iki durumda spesifik şahıslarda bulunabilir ve hassasiyeti olan bireyler üzerine yapılanmış biyolojik özelliklerin boyutları anksiyete bozukluğu semptomları olan semptomlu bireyler arasında tesbit edilebilir.

 

 

II. MATERYAL VE METOD

 

1-ARAŞTIRMA TİPİ

 

Bu araştırma, içerisinde tanımlayıcı ve analitik ögeler de taşıyan karşılaştırmalı prospektif bir grub çalışmasıdır.

 

Kliniklerimize başvuran hastaların, DSM III-R kriterlerine göre anksiyete bozukluğu tanısı alan hastaların cinsiyet açısından, klinik görünümlerinin neler olduğunu, bu klinik formalaşmanın ve hastalığa yakalanmanın; medeni durum, yaş, hastalık süresi, öğrenim, meslek, psikososyal ve çevresel sorunlar gibi bağımsız değişkenlerle ilişkisinin ne olduğu araştırılmıştır. DSM III-R kriterlerine göre Anksiyete Bozukluğu teşhisi alan hastaların rastgele örneklem istatistik yöntemi ile üçe ayrılması ve bunların üç tedavi yöntemi ile tedaviye alınması (psikoterapi, farmakoterapi ve kombine tedavi) ve sonuçta tedavi yaklaşımlarının karşılaştırılması yapılarak, tedavi yaklaşımları arasında bir fark olup olmadığı araştırılmıştır.

 

2-ARAŞTIRMANIN YAPILDIĞI YER

 

Bu araştırma, Azerbaycan Tıp Üniversitesi Psikiyatri Kafedrası nezdindeki 2 numaralı hastahanesine, Semaşka hastahanesi psikosomatik şubesine, 1 numaralı psikonöroloji dispanserine (PND) başvuran hastalar ile, Türkiye’de Akdeniz Tıp Merkezi Psikiyatri Polikliniği ve Özel Psikolojik Danışmanlık Merkezine başvuran hastalar üzerinde yapılmıştır. Çok merkezli yapılan bu çalışma Azerbaycan Cumhuriyeti Bakü şehri ile Türkiye Cumhuriyeti İstanbul şehirlerinde gerçekleştirilmiştir

 

3-ARAŞTIRMA GRUBU.

 

Araştırma evrenini, ATÜ Psikiyatri Kafedrasının hizmet verdiği hastane poliklinikleri ile İstanbul’daki Özel Psikolojik Danışmanlık Merkezi ve Akdeniz Tıp Merkezi Psikiyatri polikliniğine psikolojik rahatsızlık nedenleri ile başvuran ve DSM III-R kriterlerine göre Anksiyete Bozukluğu tanısı konan 10-65 yaş grubundan 180 (77 kadın ve 103 erkek) hasta oluşturmaktadır.

 

Araştırmada örneklem yapılmamış, ilgili merkezlerde çalışma yürütüldüğü esnada polikliniklerimizi başvuran ve kriterlerimize uyan tüm hastalar alınmıştır.

 

Bu hastalar arasında dışlayıcı kriterlerimiz nedeniyle 28 hasta kabul edilmemiştir.

 

4-BİLGİLERİN TOPLANMASI

 

Bilgiler 1 Haziran 1995-30 Mayıs 1998 tarihleri arasında toplanmıştır.

 

ARAŞTIRMA VERİLERİ

 

1-Muayene yöntemleri

a. SCID-OP (Structural Clinical Interwiev Standardized for inter-rater reliability) (DSM III-R)

2-Laboratuar Muayeneleri

3-Psikometrik testler

4-Sosyodemografik Anket vasıtası ile toplanmıştır.

 

1.MUAYENE YÖNTEMLERİ:

 

Polikliniklere müracaat eden hastalar somatik ve psikiyatrik muayeneden geçirilmiştir. Bunlara SCID-OP uygulanarak DSM III-R kriterlerine göre Anksiyete Bozukluğu tanısı alan hastalar araştırma grubuna dahil edilmiştir. Dışlayıcı kriterleri içeren hastalar gruptan çıkarılmıştır.

 

2.LABORATUAR MUAYENELERİ:

 

Grup içine alınan bu deneklere kan analizleri (kırmızı küre, beyaz küre, hemoglobin, sedimentasyon, karaciğer fonksiyon testleri, böbrek fonksiyon testleri, endokrin testler), EKG, EEG ve gerekli diğer tedkikler uygulanmıştır.

 

 

3.PSİKOMETRİK TESTLER:

 

a. İşlevselliğin Genel değerlendirme Skalası (İGDS)

b. Spielberg Anlık Kaygı Skalası (SAKS)

c. Spielberg Sürekli Kaygı Skalası (SSKS)

d. Yale-Brown Obsessif-Kompulsif Skalası (YB-OKS)

e. Hamilton Depresyon Skalası (HDS)

f. Fobi Kendi Ölçüm Skalası (FKÖS)

 

4.VERİLERİN DEĞERLENDİRİLMESİ

 

Elde edilen veriler, veri kodlama kağıdına geçirildikten sonra kompütere yüklenmiştir. Bu bilgiler EPI istatistiksel analiz programı ile tablolandırılmıştır. Tablo haline getirilen bu veriler, yine aynı kompüter programı vasıtası ile istatiksel analize tabi tutulmuştur. Gerekli yerlerde istatiksel analiz için, Khi kare, t-student, ANOVA varyans analizi, Fisher ve Yates düzeltmeleri yapılmıştır.

 

5.METOD

 

Bu çalışmada; ilaç (alprozolam, amitriptilin, buspiron, anafranil, floksetin) ve eklektik (içgörü yönelimli ve kognitif-davranışçı) psikoterapi yalnız başlarına ve birlikte karşılaştırılmıştır. Hastalar rastgele örneklem yöntemi ile aşağıdaki gruplardan birine dahil edilmiştir.

 

İ İlaç

PS Psikoterapi

İ+PS İlaç ve psikoterapi birlikte

 

 

Tedaviye alınmadan hastalar, fizik muayene ve laboratuar testlerinden geçirildi ve yazılı izinleri alındı. Hastalar herhangi bir psikoterapotik uygulamanın etkisinden sıyrılmak ve ilaçtan arınma süresi olarak ortalama 21 gün bekletildi.

 

Hastalar 12 ayın üzerinde takip edildi. 0-8 hafta arasında tedaviye alındı Psikoterapi alan hastalar on gün peşpeşe standardize edilen yoğun hucüm tedavisine alındılar.Tedavinin geri kalan kısmı 8-16 hafta arasında tamamlandı ve hastalar aralarda ilaç ve herhangi bir psikoterapi olmadan 52 haftaya kadar takip edildi.

 

Hastalar tedavi süresince (yoğun psikoterapi dönemi haricinde) 12 kez doktoru ziyaret ettiler. Ziyaret haftaları 0, 1, 2, 3, 4, 5, 6, 8 haftalar ve 3, 6, 9, ve 12. aylarda idi. Zaman zaman telefonla bağlantı kuruldu.İhtiyaç duyulan hastalarla ek görüşmeler yapıldı..

 

Son değerlendirmelerde 6 hafta içinde tamamlandı.

 

TEDAVİ

 

Hastalar başlangıçtan itibaren üç tedavi grubuna ayrıldı. Bunlar; ilaç, psikoterapi ve kombine terapi idi. Her bir gruptaki hastalarda DSM III-R teşhis kriterlerinden yola çıkılarak, anksiyete bozukluklarının alt grubuna ayrıldılar. Bu gruplar:

 

1.Fobi İle İlgili Bozukluklar Kümesi.

A. Basit Fobi

B. Sosyal Fobi

C. Agorafobi

2. Obsessif- Kompulsif Bozukluk Kümesi

3. Anksiyete Kümesi ve diğerleri

A. Panik Bozukluk–(Agorafobili-Agorafobisiz)

B. Yaygın Anksiyete Bozukluğu

C. Diğerleri: (Posttravmatik Stress Bozukluğu, Akut Stress Bozukluğu, vb.)

Bu şekilde hastalar üç alt kümeye ayrıldılar.

 

 

III. BULGULAR

 

Tablo 1: Araştırma grubuna dahil edilen deneklerin cinsiyetlerine göre dağılımı:

 

Cinsiyet N % Kamülatif  %
Erkek 103 57.2 57.2
Kadın 77 42.8 100.0
Toplam 180 100.0

 

 

Ortalama (O):1.43 Standart Sapma(SS):0.5

 

Tablo 1’den de anlaşılacağı gibi araştırma grubuna dahil edilen deneklerin 103 (%57.2)’ü erkek, 77 (%42.8)’si kadındır.

 

Tablo 2: Araştırma grubuna dahil edilen deneklerin medeni durumlarına gruplarına göre dağılımı:

 

Medeni durum N % Kamülatif  %
Evli 87 48.3 48.3
Bekar 81 45.0 93.3
Dul 12 6.7 100.0
Toplam 180 100.0

 

 

Ortalama (O):1.58 Standart Sapma(SS):0.62

 

Tablo 2’den de anlaşılacağı gibi araştırma grubuna dahil edilen deneklerin medeni durumu görülmektedir. Bunların 87 (%48.3)’si evli, 81 (%45.0)’i bekar ve 12 (6.7)’si duldur.

 

 

Tablo 3: Araştırma grubuna dahil edilen deneklerin yaş gruplarına göre dağılımı:

 

Yaş N % Kamülatif  %
     – 10 4 2.2 2.2
11 – 20 17 9.4 11.7
21 – 30 77 42.8 54.4
31 – 40 47 26.1 80.6
41 – 50 22 12.2 92.8
51 – 13 7.2 100.0
Toplam 180 100.0

 

 

Ortalama (O):3.58 Standart Sapma (SS):1.12

 

Tablo 3’den de anlaşılacağı gibi araştırma grubuna dahil edilen deneklerin 10 (%2.2)’u on yaşının altında, 17 (%9.4)’si 11-20 yaş grubunda, 77 (%42.8)’si 21-30 yaş grubunda, 47 (%26.1)’si 31-40 yaş grubunda, 22 (%12.2)’si 41-50 yaş grubunda, 13 (%7.2)’si 51 yaş grubunun üzerindedir. Hastaların %66.9’u 21-40 yaş grubu arasındadır.

 

Tablo 4: Araştırma grubuna dahil edilen deneklerin hastalık süresi gruplarına göre dağılımı:

 

Hastalık süresi N % Kamülatif  %
1 – 5 137 76.1 76.1
6 – 10 25 13.9 90.0
11 – 15 9 5.0 95.0
16 – 9 5.0 100.0
Toplam 180 100.0

 

 

Ortalama (O):1.36 Standart Sapma (SS):0.80

 

Tablo 4’den de anlaşılacağı gibi araştırma grubuna dahil edilen deneklerin hastalık süreleri açısından bakıldığında 137 (%76.1)’si 1-5 yıllık hastalık süresinde sahip, 25 (%13.9) 6-10 yıllık hastalık süresinde sahip, 9 (%5.0)’u 11-15 yıllık hastalık süresinde sahip, 9 (%5.0)’u 16 yıl ve üzeri hastalık süresinde sahipdir.

 

Tablo 5: Araştırma grubuna dahil edilen deneklerin eğitim durumları gruplarına göre dağılımı:

 

Eğitim durumu N % Kamülatif  %
Okur yazar 3 1.7 1.7
İlkokul 14 7.8 9.4
Ortaokul 38 21.1 30.6
Lise ve dengi 50 27.8 58.3
Yüksek okul 75 41.7 100.0
Toplam 180 100.0

 

 

Ortalama (O):4.0 Standart Sapma (SS):1.05

 

Tablo 5’den de anlaşılacağı gibi araştırma grubuna dahil edilen deneklerin eğitim durumları açısından bakıldığında 3 (%1.7)’si okur yazar durumda, 14 (%7.8) ilkokul eğitimine sahip, 38 (%21.1)’u ortaokul eğitimine sahip, 50 (%27.8)’u lise ve dengi eğitim düzeyine sahip ve 75 (41.7)’i yüksek okul eğitim düzeyine sahiptir. Bu tablo toplumsal dengeyi yansıtmamaktadır. Yüksek okul mezunları bu tabloda büyük bir yer tutarak birinci sırada bulunmaktadır.

 

 

 

Tablo 6: Araştırma grubuna dahil edilen deneklerin meslek gruplarına göre dağılımı:

 

Meslek N % Kamülatif  %
İşsiz 24 13.3 13.3
Öğrenci 41 22.8 36.1
İşçi 11 6.1 42.2
Memur 31 17.2 59.4
Serbest 45 25.0 84.4
Ev hanımı 28 15.6 100.0
Toplam 180 100.0

 

 

Ortalama (O):3.64 Standart Sapma (SS):0.39

 

Tablo 6’den de anlaşılacağı gibi araştırma grubuna dahil edilen deneklerin meslek durumları açısından bakıldığında 24 (%13.3)’si işsiz, 41 (%22.8) öğrenci, 11 (%6.1)’u işçi, 31 (%17.2) memur, 45 (25.0)’i serbest meslek sahibi ve 28 (15.6)’i ev hanımıdır. Serbest meslek sahipleri.bu tabloda büyük bir yer tutarak birinci sırada (%25.0) bulunmakta ve hemen ardından ikinci sırada öğrenciler (%22.8) gelmektedir

 

Tablo 7: Araştırma grubuna dahil edilen deneklerin yaşanılan ülke gruplarına göre dağılımı:

 

Yaşanılan ülke N % Kamülatif  %
Türkiye 147 81.7 81.7
Azerbeycan 33 18.3 100.0
Toplam 180 100.0

 

 

Ortalama (O):1.18 Standart Sapma(SS):0.39

 

Tablo 7’den de anlaşılacağı gibi araştırma grubuna dahil edilen deneklerin yaşadığı ülke açısından bakıldığında 147 (%81.7)’si Türkiye’de, 33 (%18.3) Azerbeycan’da, yaşamaktadır.

 

Tablo 8: Araştırma grubuna dahil edilen deneklerin psikososyal ve çevresel sorunların bulunma durumuna göre dağılımı:

 

Psikososyal ve çevresel sorunlar N % Kamülatif  %
Birincil destek grubu ile 53 29.4
Çevresel 25 13.9
Eğitim 22 12.2
Meslek 38 21.1
Barınma 11 6.1
Ekonomik 53 29.4
Sağlık kuruluş. Ulaşma 1 0.6
Yasal sistem 0 0
Diğer 7 3.9

 

 

Ortalama (O):3.58 Standart Sapma(SS):1.12

 

Tablo 8’den de anlaşılacağı gibi araştırma grubuna dahil edilen deneklerin psikososyal ve çevresel problemler açısından bakıldığında 53 (%29.4)’ü birincil destek grupları ile, 25 (%13.9)’i sosyal çevre problemleri ile, 22 (%12.2)’si eğitim problemleri ile, 11 (%6.1)’i barınma problemleri ile, 53 (29.4)’ü ekonomik problemleri ile, 1 (0.6)7i sağlık kuruluşlarına ulaşma problemi ile ve 7 (3.9)diğer problemlerli ilgili sorunlara sahiptir. Birincil destek grupları ve ekonomik problemler 53’er kişi ile %29.4 oranlarla birbilkte birinci sırayı almaktadır. Araştırma grubumuzda yasalarla problemi olan kimse bulunmamaktadır. Meslek ile ilgili problemlerde %21.1 ile önemli bir yer işgal etmektedir.

 

Tablo 9: Araştırma grubuna dahil edilen deneklerin kişilik bozuklukları gruplarına göre dağılımı:

 

Kişilik bozuklukla. N % Kamülatif  %
Yok 66 36.7 36.7
A grubu¹ 12 6.7 43.3
B grubu² 36 20.0 63.3
C grubu¬ 66 36.7 100.0
Toplam 180 100.0

 

 

Ortalama (O):1.57 Standart Sapma (SS):1.31

 

¹ A Grubu: Paranoid,şizoid, şizotipal ²B Grubu: Antisosyal, borderline, histrionik, narsistik ¬C Grubu: Çekingen, bağımlı, obsessif-kompulsif ve diğerleri.

 

Tablo 9’dan da anlaşılacağı gibi araştırma grubuna dahil edilen deneklerin kişilik bozuklukları açısından bakıldığında 66 (%36.7)’sında herhangibir kişilik bozukluğu bulunamamış, 12 (%6.7)’sinde A grubu kişilik bozuklukları, 36 (%20.0)’ında B grubu kişilik bozuklukları, 66 (%36.7) C grubu kişilik bozuklukları bulunmuştur. C grubu kişilik bozuklukları, %36.7 ‘lik bir oranla birinci sırada yer almaktadır.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Tablo 10: Araştırma grubuna dahil edilen deneklerin (psikoterapi alanlar, farmakoterapi alanlar, kombine terapi alanlar) Spielberg anlık kaygı değerlendirme skorlarının ölçüm haftamlarına göre dağılımı:

 

Hafta sayısı SAKS Skorları
Terapi 21-30 31-40 41-50 51-60 61-70 71-80 Topla
1.hafta Farma. 0 0 4 30 25 1 60
Psiko. 0 0 2 12 42 4 60
Kombi. 0 0 0 11 49 0 60
Toplam 0 0 6 53 116 5 180
8. Hafta Farma 0 8 40 12 0 0 60
Psiko. 0 2 47 11 0 0 60
Kombi. 0 0 43 17 0 0 60
Toplam 0 10 130 40 0 0 180
26. Hafta Farma 1 34 17 8 0 0 60
Psiko. 0 49 11 0 0 0 60
Kombi. 0 41 18 1 0 0 60
Toplam 1 124 46 9 0 0 180
52. Hafta Farma 2 21 28 9 0 0 60
Psiko. 1 53 6 0 0 0 60
Kombi. 3 45 12 0 0 0 60
Toplam 6 119 46 9 0 0 180

 

 

1. Hafta f:8.154 p<0.1 8. Hafta f:5.561 p<0.1

26. Hafta f:3.518 p<0.5 52. Hafta f:11.433 p<0.1

1.Hafta – 8. Hafta X²:245.88 SD:4 p< 0.001

8. Hafta – 26. Hafta X²:157.69 SD:3 p<0.001

26. Hafta – 52. Hafta X²: 3.67 SD:3 p>0.05

 

Tablo 10’dan da anlaşılacağı gibi araştırma grubuna dahil edilen deneklerin Spielberg anlık kaygı değerlendirme skalasından (SAKS) aldıkları skorların 1., 8., 26. ve 52. hafta sonuçlarına göre dağılımı, farmakoterapi, psikoterapi ve kombine terapi alanlar açısından verilmiştir.Birinci hafta ölçüm sonuçlarında gruplar arasında p<0.1 anlamlılık düzeyinde istatistiksel bir ilişki saptanmıştır. Birinci haftada SAKS’dan birinci grupta (21-30 arasında puan alan) hiçbir hasta bulunmamaktadır. En yoğun hasta, 61-70 skoru arasındaki beşinci grupta (116 hasta) bulunmaktadır. 116 hastanın 25’i farmakoterapi, 42’ü psikoterapi ve 49’i de kombine terapi alan hastalardandır. 51-60 arasındaki skordaki dördüncü gruptaki 53 hastanın dağılımı ise; 30 hasta farmakoterapi, 12 hasta psikoterapi ve 11 hasta kombine terapi almıştır.

 

Sekizinci hafta ölçüm sonuçlarında gruplar arasında p<0.1 anlamlılık düzeyinde istatistiksel bir ilişki saptanmıştır. Sekizinci haftada SAKS’dan 21-30 puan alan hiç hasta bulunmamaktadır. En yoğun olarak 130 hasta 41-50 skor arasındaki üçüncü grupta bulunmaktadır. 130 hastanın 40’i farmakoterapi, 47’ü psikoterapi ve 43’i de kombine terapi alan hastalardandır.31-40 arasındaki skordaki ikinci gruptaki 10 hastanın dağılımı ise; 8 hasta farmakoterapi, 2 hasta psikoterapi ve 0 hasta kombine terapi almıştır

 

26. hafta ölçüm sonuçlarında gruplar arasında p<0.5 anlamlılık düzeyinde istatistiksel bir ilişki saptanmıştır. 26. haftada SAKS’dan 21-30 puan alan 1 hasta bulunmaktadır. En yoğun olarak 124 hasta ikinci grupta (31-40 skor arasındaki) bulunmaktadır. 124 hastanın 34’i farmakoterapi, 49’ü psikoterapi ve 41’i de kombine terapi alan hastalardandır. 41-50 arasındaki skordaki 46 hastanın dağılımı ise; 17 hasta farmakoterapi, 11 hasta psikoterapi ve 18 hasta kombine terapi almıştır. SAKS skorunda iyileşme oranı psikoterapi vekombine terapi alan hasta sayısı, farmakoterapi alan hasta sayısına göre fazladır.

 

52. hafta ölçüm sonuçlarında gruplar arasında ANOVA testine göre p<0.1 anlamlılık düzeyinde istatistiksel bir ilişki saptanmıştır.52. haftada SAKS’dan 31-40 puan alan ikinci grupta 119 hasta bulunmaktadır. Bu 119 hastanın 21’i farmakoterapi, 53’ü psikoterapi ve 45’i de kombine terapi alan hastalardandır. 41-50 arasındaki skordaki 46 hastanın dağılımı ise; 28 hasta farmakoterapi, 6 hasta psikoterapi ve 12 hasta kombine terapi almıştır. SAKS skorunda iyileşme oranı psikoterapi vekombine terapi alan hasta sayısı, farmakoterapi alan hasta sayısına göre fazladır.

 

SAKS skorlarının haftalara göre değişimine baktığımızda, ANOVA istatistik testinde 1. Hafta- 8. Hafta arasında p<0.001 düzeyinde istatistiksel olarak anlamlı bir ilişki bulunmuştur. Hastalarda istatistiksel olarak belirgin bir düzelme gözlemlenmektedir.

 

SAKS skorlarının haftalara göre değişimine baktığımızda, ANOVA istatistik testinde 8. Hafta- 26. Hafta arasında p<0.001 düzeyinde istatistiksel olarak anlamlı bir ilişki bulunmuştur. Hastalarda istatistiksel olarak belirgin bir düzelme gözlemlenmektedir

 

SAKS skorlarının haftalara göre değişimine baktığımızda, ANOVA istatistik testinde 26. Hafta- 52. Hafta arasında p<0.05 düzeyinde istatistiksel olarak anlamlı bir ilişki bulunmuştur. Hastalarda istatistiksel olarak belirgin bir düzelme gözlemlenmektedir

 

61-70 SAKS skorunda 1. Haftada 116 hasta varken, 8. Haftada 0 hasta, 26. Haftada 0 hasta ve 52. Haftada 0 hasta mevcuttur.

 

Tablo 11: Araştırma grubuna dahil edilen deneklerin (psikoterapi alanlar, farmakoterapi alanlar, kombine terapi alanlar) Spielberg sürekli kaygı değerlendirme skorlarının ölçüm haftalarına göre dağılımı:

 

Hafta sayısı SSKS Skorları
Terapi 21-30 31-40 41-50 51-60 61-70 71-80 Topla
1.hafta Farma. 0 0 2 15 29 14 60
Psiko. 0 0 0 18 39 3 60
Kombi. 0 0 2 12 45 1 60
Toplam 0 0 4 45 113 18 180
8. Hafta Farma 0 6 24 26 4 0 60
Psiko. 0 1 30 29 0 0 60
Kombi. 0 3 19 38 0 0 60
Toplam 0 10 73 93 4 0 180
26. Hafta Farma 0 30 20 9 1 0 60
Psiko. 0 32 28 0 0 0 60
Kombi. 1 18 41 0 0 0 60
Toplam 1 80 89 9 1 0 180
52. Hafta Farma 1 14 19 14 11 1 60
Psiko. 1 47 22 0 0 0 60
Kombi. 1 37 21 1 0 0 60
Toplam 3 98 52 15 11 1 180

 

 

1. Hafta f:6.431 p<0.1 8. Hafta f:3.519 p<0.5

26. Hafta f:7.597 p<0.1 52. Hafta f:10.960 p<0.1

1.Hafta – 8. Hafta X²:208.07 SD:4 p< 0.001

8. Hafta – 26. Hafta X²:128.00 SD:4 p<0.001

26. Hafta – 52. Hafta X²: 23.36 SD:5 p<0.001

 

Tablo 11’dan da anlaşılacağı gibi araştırma grubuna dahil edilen deneklerin Spielberg sürekli kaygı değerlendirme skalasından (SSKS) aldıkları skorların 1., 8., 26. ve 52. hafta sonuçlarına göre dağılımı, farmakoterapi, psikoterapi ve kombine terapi alanlar açısından verilmiştir. Birinci hafta ölçüm sonuçlarında gruplar arasında p<0.1 anlamlılık düzeyinde istatistiksel bir ilişki saptanmıştır. Birinci haftada SSKS’dan birinci grupta (21-30 arasında puan alan) ve ikinci grupta hiçbir hasta bulunmamaktadır. En yoğun hasta, 61-70 skoru arasındaki beşinci grupta (113 hasta) bulunmaktadır. 113 hastanın 29’i farmakoterapi, 39’ü psikoterapi ve 45’i de kombine terapi alan hastalardandır. 51-60 arasındaki skordaki dördüncü gruptaki 45 hastanın dağılımı ise; 15 hasta farmakoterapi, 18 hasta psikoterapi ve 12 hasta kombine terapi almıştır.

 

Sekizinci hafta ölçüm sonuçlarında gruplar arasında p<0.5 anlamlılık düzeyinde istatistiksel bir ilişki saptanmıştır. Sekizinci haftada SSKS’dan 21-30 puan alan hiç hasta bulunmamaktadır. En yoğun olarak 93 hasta 41-50 skor arasındaki üçüncü grupta bulunmaktadır. 93 hastanın 26’i farmakoterapi, 29’ü psikoterapi ve 38’i de kombine terapi alan hastalardandır.41-50 arasındaki skordaki üçüncü gruptaki 73 hastanın dağılımı ise; 24 hasta farmakoterapi, 30 hasta psikoterapi ve 19 hasta kombine terapi almıştır

 

26. hafta ölçüm sonuçlarında gruplar arasında p<0.1 anlamlılık düzeyinde istatistiksel bir ilişki saptanmıştır. 26. haftada SSKS’dan 21-30 puan alan 1 hasta bulunmaktadır. En yoğun olarak 89 hasta üçüncü grupta (41-50 skor arasındaki) bulunmaktadır. 89 hastanın 20’i farmakoterapi, 28’ü psikoterapi ve 41’i de kombine terapi alan hastalardandır. 31-40 arasındaki skordaki 80 hastanın dağılımı ise; 30 hasta farmakoterapi, 32 hasta psikoterapi ve 18 hasta kombine terapi almıştır. SSKS skorunda iyileşme oranı psikoterapi ve kombine terapi alan hasta sayısı, farmakoterapi alan hasta sayısına göre fazladır.

 

52. hafta ölçüm sonuçlarında gruplar arasında ANOVA testine göre p<0.1 anlamlılık düzeyinde istatistiksel bir ilişki saptanmıştır. 52. haftada SSKS’dan 31-40 puan alan ikinci grupta 98 hasta bulunmaktadır. Bu 98 hastanın 14’i farmakoterapi, 47’ü psikoterapi ve 37’i de kombine terapi alan hastalardandır. 41-50 arasındaki skordaki 52 hastanın dağılımı ise; 19 hasta farmakoterapi, 22 hasta psikoterapi ve 21 hasta kombine terapi almıştır. SSKS skorunda iyileşme oranı psikoterapi ve kombine terapi alan hasta sayısı, farmakoterapi alan hasta sayısına göre fazladır.

 

SSKS skorlarının haftalara göre değişimine baktığımızda, ANOVA istatistik testinde 1. Hafta- 8. Hafta arasında p<0.001 düzeyinde istatistiksel olarak anlamlı bir ilişki bulunmuştur. Hastalarda istatistiksel olarak belirgin bir düzelme gözlemlenmektedir.

 

SSKS skorlarının haftalara göre değişimine baktığımızda, ANOVA istatistik testinde 8. Hafta- 26. Hafta arasında p<0.001 düzeyinde istatistiksel olarak anlamlı bir ilişki bulunmuştur. Hastalarda istatistiksel olarak belirgin bir düzelme gözlemlenmektedir

 

SSKS skorlarının haftalara göre değişimine baktığımızda, ANOVA istatistik testinde 26. Hafta- 52. Hafta arasında p<0.05 düzeyinde istatistiksel olarak anlamlı bir ilişki bulunmuştur. Hastalarda istatistiksel olarak belirgin bir düzelme gözlemlenmektedir

 

61-70 SSKS skorunda 1. Haftada 113 hasta varken, 8. Haftada 4 hasta, 26. Haftada 1 hasta ve 52. Haftada sadece farmakoterapi grubundan olan 11 hasta mevcuttur.

 

Tablo 12: Araştırma grubuna dahil edilen (Fobi grubu, obsessif-kompulsif grup ve anksiyete grubu) Spielberg anlık kaygı değerlendirme skorlarının ölçüm haftalarına göre dağılımı:

 

Hafta sayısı SAKS Skorları
Terapi 21-30 31-40 41-50 51-60 61-70 71-80 Topla
1.hafta Fobi. 0 0 6 22 31 1 60
OKB 0 0 0 17 42 1 60
Anksiy. 0 0 0 24 43 3 60
Toplam 0 0 6 53 116 5 180
8. Hafta Fobi. 0 6 5 4 0 0 60
OKB 0 4 46 10 0 0 60
Anksiy. 0 0 34 26 0 0 60
Toplam 0 10 130 40 0 0 180
26. Hafta Fobi. 1 53 6 0 0 0 60
OKB 0 42 14 4 0 0 60
Anksiy. 0 29 26 5 0 0 60
Toplam 1 124 46 9 0 0 180
52. Hafta Fobi. 4 42 14 0 0 0 60
OKB 1 41 12 6 0 0 60
Anksiy. 1 36 20 3 0 0 60
Toplam 6 119 46 9 0 0 180

 

 

1. Hafta f:4.899 p<0.1 8. Hafta f:15.281 p<0.1

26. Hafta f:9.762 p<0.1 52. Hafta f:1.807 p>0.5

1.Hafta – 8. Hafta X²:245.88 SD:4 p< 0.001

8. Hafta – 26. Hafta X²:157.69 SD:3 p<0.001

26. Hafta – 52. Hafta X²: 3.67 SD:3 p>0.05

 

Tablo 12’dan da anlaşılacağı gibi araştırma grubuna dahil edilen deneklerin Spielberg anlık kaygı değerlendirme skalasından (SAKS) aldıkları skorların 1., 8., 26. ve 52. hafta sonuçlarına göre dağılımı, fobi grubu, obsessif-kompulsif grup ve anksiyete grubu açısından verilmiştir. Birinci hafta ölçüm sonuçlarında gruplar arasında p<0.1 anlamlılık düzeyinde istatistiksel bir ilişki saptanmıştır. Birinci haftada SAKS’dan birinci grupta (21-30 arasında puan alan) hiçbir hasta bulunmamaktadır. En yoğun hasta, 61-70 skoru arasındaki beşinci grupta (116 hasta) bulunmaktadır. 116 hastanın 31’i fobik, 42’ü OKB ve 43’i de anksiyete grubundaki hastalardandır. 51-60 arasındaki skordaki dördüncü gruptaki 53 hastanın dağılımı ise; 22 hasta farmakoterapi, 17 hasta psikoterapi ve 24 hasta kombine terapi almıştır.

 

Sekizinci hafta ölçüm sonuçlarında gruplar arasında p<0.1 anlamlılık düzeyinde istatistiksel bir ilişki saptanmıştır. Sekizinci haftada SAKS’dan 21-30 puan alan hiç hasta bulunmamaktadır. En yoğun olarak 130 hasta 41-50 skor arasındaki üçüncü grupta bulunmaktadır. 130 hastanın 5’i fobik, 46’ü OKB ve 34’i de anksiyete grubundaki hastalardandır. 31-40 arasındaki skordaki ikinci gruptaki 10 hastanın dağılımı; 31’i fobik, 42’ü OKB ve 43’i de anksiyete grubundaki hastalardandır

 

26. hafta ölçüm sonuçlarında gruplar arasında p<0.1 anlamlılık düzeyinde istatistiksel bir ilişki saptanmıştır. 26. haftada SAKS’dan 21-30 puan alan 1 hasta bulunmaktadır. En yoğun olarak 124 hasta ikinci grupta (31-40 skor arasındaki) bulunmaktadır. 124 hastanın 53’i fobik, 42’ü OKB ve 29’i de anksiyete grubundaki hastalardandır. 41-50 arasındaki skordaki 46 hastanın dağılımı ise; 6’i fobik, 14’ü OKB ve 26’i de anksiyete grubundaki hastalardandır. SAKS skorunda iyileşme oranı fobik ve OKB olan hastalarda, anksiyete grubundan olan hasta sayısına göre fazladır.

 

52. hafta ölçüm sonuçlarında gruplar arasında ANOVA testine göre p>0.5 anlamlılık düzeyinde istatistiksel bir ilişki saptanmamıştır. 52. haftada SAKS’dan 31-40 puan alan ikinci grupta 119 hasta bulunmaktadır. Bu 119 hastanın 42’i fobik, 41’ü OKB ve 36’i de anksiyete grubundaki hastalardandır. 41-50 arasındaki skordaki 46 hastanın dağılımı ise; 14’i fobik, 12’ü OKB ve 20’i de anksiyete grubundaki hastalardandır.

 

SAKS skorlarının haftalara göre değişimine baktığımızda, ANOVA istatistik testinde 1. Hafta- 8. Hafta arasında p<0.001 düzeyinde istatistiksel olarak anlamlı bir ilişki bulunmuştur. Hastalarda istatistiksel olarak belirgin bir düzelme gözlemlenmektedir.

 

SAKS skorlarının haftalara göre değişimine baktığımızda, ANOVA istatistik testinde 8. Hafta- 26. Hafta arasında p<0.001 düzeyinde istatistiksel olarak anlamlı bir ilişki bulunmuştur. Hastalarda istatistiksel olarak belirgin bir düzelme gözlemlenmektedir

 

SAKS skorlarının haftalara göre değişimine baktığımızda, ANOVA istatistik testinde 26. Hafta- 52. Hafta arasında p>0.05 düzeyinde istatistiksel olarak anlamlı bir ilişki bulunmamuştur. Hastalarda gruplar arasında düzelme açısından istatistiksel olarak belirgin bir fark yoktur

 

61-70 SAKS skorunda 1. Haftada 116 hasta varken, 8. Haftada 0 hasta, 26. Haftada 0 hasta ve 52. Haftada 0 hasta mevcuttur.

 

Tablo 13: Araştırma grubuna dahil edilen (Fobi grubu, obsessif-kompulsif grup ve anksiyete grubu) Spielberg sürekli kaygı değerlendirme skorlarının ölçüm haftamlarına göre dağılımı:

 

Hafta sayısı SSKS Skorları
Terapi 21-30 31-40 41-50 51-60 61-70 71-80 Topla
1.hafta Fobi. 0 0 1 21 37 1 60
OKB 0 0 2 12 43 3 60
Anksiy. 0 0 1 12 33 14 60
Toplam 0 0 4 45 113 18 180
8. Hafta Fobi. 7 30 23 0 0 60
OKB 0 2 19 39 0 0 60
Anksiy. 0 1 24 31 4 0 60
Toplam 0 10 73 93 4 0 180
26. Hafta Fobi. 0 38 22 0 0 0 60
OKB 0 23 35 2 0 0 60
Anksiy. 1 19 32 7 1 0 60
Toplam 1 80 89 9 1 0 180
52. Hafta Fobi. 2 36 19 3 0 0 60
OKB 0 33 15 8 4 0 60
Anksiy. 1 29 18 4 7 1 60
Toplam 3 98 52 15 11 1 180

 

 

1. Hafta f:6.117 p<0.1 8. Hafta f:4.632 p<0.1

26. Hafta f:5.352 p<0.1 52. Hafta f:1.952 p>0.5

1.Hafta – 8. Hafta X²:208.07 SD:4 p< 0.001

8. Hafta – 26. Hafta X²:128.00 SD:4 p<0.001

26. Hafta – 52. Hafta X²: 23.36 SD:5 p<0.001

 

Tablo 13’dan da anlaşılacağı gibi araştırma grubuna dahil edilen deneklerin Spielberg sürekli kaygı değerlendirme skalasından (SSKS) aldıkları skorların 1., 8., 26. ve 52. hafta sonuçlarına göre dağılımı, fobi grubu, obsessif-kompulsif grup ve anksiyete grubu açısından verilmiştir. Birinci hafta ölçüm sonuçlarında gruplar arasında p<0.1 anlamlılık düzeyinde istatistiksel bir ilişki saptanmıştır. Birinci haftada SSKS’dan birinci grupta (21-30 arasında puan alan) ve ikinci grupta hiçbir hasta bulunmamaktadır. En yoğun hasta, 61-70 skoru arasındaki beşinci grupta (113 hasta) bulunmaktadır. 113 hastanın 37’i fobik, 43’ü OKB ve 33’i de anksiyete grubundaki hastalardandır. 51-60 arasındaki skordaki dördüncü gruptaki 45 hastanın dağılımı ise; 21’i fobik, 12’ü OKB ve 12’i de anksiyete grubundaki hastalardandır.

 

Sekizinci hafta ölçüm sonuçlarında gruplar arasında p<0.5 anlamlılık düzeyinde istatistiksel bir ilişki saptanmıştır. Sekizinci haftada SSKS’dan 21-30 puan alan hiç hasta bulunmamaktadır. En yoğun olarak 93 hasta 41-50 skor arasındaki üçüncü grupta bulunmaktadır. 93 hastanın 23’i fobik, 39’ü OKB ve 31’i de anksiyete grubundaki hastalardandır..41-50 arasındaki skordaki üçüncü gruptaki 73 hastanın dağılımı ise; 30’i fobik, 19’ü OKB ve 24’i de anksiyete grubundaki hastalardandır.

 

26. hafta ölçüm sonuçlarında gruplar arasında p<0.1 anlamlılık düzeyinde istatistiksel bir ilişki saptanmıştır. 26. haftada SSKS’dan 21-30 puan alan 1 hasta bulunmaktadır. En yoğun olarak 89 hasta üçüncü grupta (41-50 skor arasındaki) bulunmaktadır. 89 hastanın 22’i fobik, 35’ü OKB ve 32’i de anksiyete grubundaki hastalardandır. 31-40 arasındaki skordaki 80 hastanın dağılımı ise; 38’i fobik, 23’ü OKB ve 19’i de anksiyete grubundaki hastalardandır.. SSKS skorunda iyileşme oranı fobik ve OKB olan hasta sayısı, anksiyete kümesindeki hasta sayısına göre fazladır.

 

52. hafta ölçüm sonuçlarında gruplar arasında ANOVA testine göre p>0.5 anlamlılık düzeyinde istatistiksel bir ilişki saptanmamıştır. 52. haftada SSKS’dan 31-40 puan alan ikinci grupta 98 hasta bulunmaktadır. Bu 98 hastanın 36’i fobik, 33’ü OKB ve 29’i de anksiyete grubundaki hastalardandır. 41-50 arasındaki skordaki 52 hastanın dağılımı ise; hastanın 19’i fobik, 15’ü OKB ve 18’i de anksiyete grubundaki hastalardandır. SSKS skorunda iyileşme oranı en az anksiyete kümesindeki hasta grubunda olmuştur.

 

SSKS skorlarının haftalara göre değişimine baktığımızda, ANOVA istatistik testinde 1. Hafta- 8. Hafta arasında p<0.001 düzeyinde istatistiksel olarak anlamlı bir ilişki bulunmuştur. Hastalarda istatistiksel olarak belirgin bir düzelme gözlemlenmektedir.

 

SSKS skorlarının haftalara göre değişimine baktığımızda, ANOVA istatistik testinde 8. Hafta- 26. Hafta arasında p<0.001 düzeyinde istatistiksel olarak anlamlı bir ilişki bulunmuştur. Hastalarda istatistiksel olarak belirgin bir düzelme gözlemlenmektedir

 

SSKS skorlarının haftalara göre değişimine baktığımızda, ANOVA istatistik testinde 26. Hafta- 52. Hafta arasında p<0.01 düzeyinde istatistiksel olarak anlamlı bir ilişki bulunmuştur. Hastalarda istatistiksel olarak belirgin bir düzelme gözlemlenmektedir

 

61-70 SSKS skorunda 1. Haftada 113 hasta varken, 8. Haftada 4 hasta, 26. Haftada 1 hasta ve 52. Haftada 11 hasta mevcuttur.

 

V. SONUÇ

 

`SAKS açısından birinci haftada ortalama değer 4.67 (SS:0.59) iken, sekizinci hafta 3.17 (SS: 0.50), 26. Hafta 2.35 (SS:0.58) ve 52. Hafta 2.32 (0.62) dır. Hastalarda SAKS açısından belirgin bir düzelme görülmektedir. Uygulanan tedavi yöntemleri ile hastaların SAKS’da belirgin düşmeler meydana gelmiştir. Anksiyete bozukluklarını anlık kaygıların tesbit ekmek önemlidir. Hastalığın durumunu ve tedavinin etkinliğinin ölçülebilmesi için bu gereklidir. Özellikle anksiyete grubumuzda bu özellik arzetmektedir. Biz de bu çalışmamızda SAKS’a göre tedavinin etkinliğini takip ettik. Her üç yaklaşımda da tedavinin etkili olduğunu tesbit ettik.

 

SSKS açısından birinci haftada ortalama değer 4.81 (SS:0.64) iken, sekizinci hafta 3.51 (SS: 0.64), 26. Hafta 2.61 (SS:0.62) ve 52. Hafta 2.64 (0.93) dır. Hastalarda SSKS açısından belirgin bir düzelme görülmektedir. Uygulanan tedavi yöntemleri ile hastaların SSKS’da belirgin düşmeler meydana gelmiştir. Hastalarda SSKS açısından belirgin bir düzelme görülmektedir. Uygulanan tedavi yöntemleri ile hastaların SSKS’da belirgin düşmeler meydana gelmiştir. Anksiyete bozukluklarını sürekli kaygıların tesbit ekmek önemlidir. Özellikle anksiyete grubumuzda bu özellik arzetmektedir. Hastalığın durumunu ve tedavinin etkinliğinin ölçülebilmesi için bu gereklidir. Biz de bu çalışmamızda SSKS’a göre tedavinin etkinliğini takip ettik. Her üç yaklaşımda da tedavinin etkili olduğunu tesbit ettik.

 

Tablo 10’dan da anlaşılacağı gibi araştırma grubuna dahil edilen deneklerin Spielberg anlık kaygı değerlendirme skalasından (SAKS) aldıkları skorların 1., 8., 26. ve 52. hafta sonuçlarına göre dağılımı, farmakoterapi, psikoterapi ve kombine terapi alanlar açısından verilmiştir.Birinci hafta ölçüm sonuçlarında gruplar arasında p<0.1 anlamlılık düzeyinde istatistiksel bir ilişki saptanmıştır. Birinci haftada SAKS’dan birinci grupta (21-30 arasında puan alan) hiçbir hasta bulunmamaktadır. En yoğun hasta, 61-70 skoru arasındaki beşinci grupta (116 hasta) bulunmaktadır. 116 hastanın 25’i farmakoterapi, 42’ü psikoterapi ve 49’i de kombine terapi alan hastalardandır. 51-60 arasındaki skordaki dördüncü gruptaki 53 hastanın dağılımı ise; 30 hasta farmakoterapi, 12 hasta psikoterapi ve 11 hasta kombine terapi almıştır.

 

Sekizinci hafta ölçüm sonuçlarında gruplar arasında p<0.1 anlamlılık düzeyinde istatistiksel bir ilişki saptanmıştır. Sekizinci haftada SAKS’dan 21-30 puan alan hiç hasta bulunmamaktadır. En yoğun olarak 130 hasta 41-50 skor arasındaki üçüncü grupta bulunmaktadır. 130 hastanın 40’i farmakoterapi, 47’ü psikoterapi ve 43’i de kombine terapi alan hastalardandır.31-40 arasındaki skordaki ikinci gruptaki 10 hastanın dağılımı ise; 8 hasta farmakoterapi, 2 hasta psikoterapi ve 0 hasta kombine terapi almıştır

 

26. hafta ölçüm sonuçlarında gruplar arasında p<0.5 anlamlılık düzeyinde istatistiksel bir ilişki saptanmıştır. 26. haftada SAKS’dan 21-30 puan alan 1 hasta bulunmaktadır. En yoğun olarak 124 hasta ikinci grupta (31-40 skor arasındaki) bulunmaktadır. 124 hastanın 34’i farmakoterapi, 49’ü psikoterapi ve 41’i de kombine terapi alan hastalardandır. 41-50 arasındaki skordaki 46 hastanın dağılımı ise; 17 hasta farmakoterapi, 11 hasta psikoterapi ve 18 hasta kombine terapi almıştır. SAKS skorunda iyileşme oranı psikoterapi ve kombine terapi alan hasta sayısı, farmakoterapi alan hasta sayısına göre fazladır.

 

52. hafta ölçüm sonuçlarında gruplar arasında ANOVA testine göre p<0.1 anlamlılık düzeyinde istatistiksel bir ilişki saptanmıştır.52. haftada SAKS’dan 31-40 puan alan ikinci grupta 119 hasta bulunmaktadır. Bu 119 hastanın 21’i farmakoterapi, 53’ü psikoterapi ve 45’i de kombine terapi alan hastalardandır. 41-50 arasındaki skordaki 46 hastanın dağılımı ise; 28 hasta farmakoterapi, 6 hasta psikoterapi ve 12 hasta kombine terapi almıştır. SAKS skorunda iyileşme oranı psikoterapi vekombine terapi alan hasta sayısı, farmakoterapi alan hasta sayısına göre fazladır.

 

SAKS skorlarının haftalara göre değişimine baktığımızda, ANOVA istatistik testinde 1. Hafta- 8. Hafta arasında p<0.001 düzeyinde istatistiksel olarak anlamlı bir ilişki bulunmuştur. Hastalarda istatistiksel olarak belirgin bir düzelme gözlemlenmektedir.

 

SAKS skorlarının haftalara göre değişimine baktığımızda, ANOVA istatistik testinde 8. Hafta- 26. Hafta arasında p<0.001 düzeyinde istatistiksel olarak anlamlı bir ilişki bulunmuştur. Hastalarda istatistiksel olarak belirgin bir düzelme gözlemlenmektedir

 

SAKS skorlarının haftalara göre değişimine baktığımızda, ANOVA istatistik testinde 26. Hafta- 52. Hafta arasında p<0.05 düzeyinde istatistiksel olarak anlamlı bir ilişki bulunmuştur. Hastalarda istatistiksel olarak belirgin bir düzelme gözlemlenmektedir. Farmakoterapi alan gruptaki bir kısım hastada rahatsızlığın tekrarlama belirtileri görülmektedir.

 

61-70 SAKS skorunda 1. Haftada 116 hasta varken, 8. Haftada 0 hasta, 26. Haftada 0 hasta ve 52. Haftada 0 hasta mevcuttur.

 

Tablo 11’dan da anlaşılacağı gibi araştırma grubuna dahil edilen deneklerin Spielberg sürekli kaygı değerlendirme skalasından (SSKS) aldıkları skorların 1., 8., 26. ve 52. hafta sonuçlarına göre dağılımı, farmakoterapi, psikoterapi ve kombine terapi alanlar açısından verilmiştir. Birinci hafta ölçüm sonuçlarında gruplar arasında p<0.1 anlamlılık düzeyinde istatistiksel bir ilişki saptanmıştır. Birinci haftada SSKS’dan birinci grupta (21-30 arasında puan alan) ve ikinci grupta hiçbir hasta bulunmamaktadır. En yoğun hasta, 61-70 skoru arasındaki beşinci grupta (113 hasta) bulunmaktadır. 113 hastanın 29’i farmakoterapi, 39’ü psikoterapi ve 45’i de kombine terapi alan hastalardandır. 51-60 arasındaki skordaki dördüncü gruptaki 45 hastanın dağılımı ise; 15 hasta farmakoterapi, 18 hasta psikoterapi ve 12 hasta kombine terapi almıştır.

 

Sekizinci hafta ölçüm sonuçlarında gruplar arasında p<0.5 anlamlılık düzeyinde istatistiksel bir ilişki saptanmıştır. Sekizinci haftada SSKS’dan 21-30 puan alan hiç hasta bulunmamaktadır. En yoğun olarak 93 hasta 41-50 skor arasındaki üçüncü grupta bulunmaktadır. 93 hastanın 26’i farmakoterapi, 29’ü psikoterapi ve 38’i de kombine terapi alan hastalardandır.41-50 arasındaki skordaki üçüncü gruptaki 73 hastanın dağılımı ise; 24 hasta farmakoterapi, 30 hasta psikoterapi ve 19 hasta kombine terapi almıştır

 

26. hafta ölçüm sonuçlarında gruplar arasında p<0.1 anlamlılık düzeyinde istatistiksel bir ilişki saptanmıştır. 26. haftada SSKS’dan 21-30 puan alan 1 hasta bulunmaktadır. En yoğun olarak 89 hasta üçüncü grupta (41-50 skor arasındaki) bulunmaktadır. 89 hastanın 20’i farmakoterapi, 28’ü psikoterapi ve 41’i de kombine terapi alan hastalardandır. 31-40 arasındaki skordaki 80 hastanın dağılımı ise; 30 hasta farmakoterapi, 32 hasta psikoterapi ve 18 hasta kombine terapi almıştır. SSKS skorunda iyileşme oranı psikoterapi ve kombine terapi alan hasta sayısı, farmakoterapi alan hasta sayısına göre fazladır.

 

52. hafta ölçüm sonuçlarında gruplar arasında ANOVA testine göre p<0.1 anlamlılık düzeyinde istatistiksel bir ilişki saptanmıştır. 52. haftada SSKS’dan 31-40 puan alan ikinci grupta 98 hasta bulunmaktadır. Bu 98 hastanın 14’i farmakoterapi, 47’ü psikoterapi ve 37’i de kombine terapi alan hastalardandır. 41-50 arasındaki skordaki 52 hastanın dağılımı ise; 19 hasta farmakoterapi, 22 hasta psikoterapi ve 21 hasta kombine terapi almıştır. SSKS skorunda iyileşme oranı psikoterapi ve kombine terapi alan hasta sayısı, farmakoterapi alan hasta sayısına göre fazladır.

 

SSKS skorlarının haftalara göre değişimine baktığımızda, ANOVA istatistik testinde 1. Hafta- 8. Hafta arasında p<0.001 düzeyinde istatistiksel olarak anlamlı bir ilişki bulunmuştur. Hastalarda istatistiksel olarak belirgin bir düzelme gözlemlenmektedir.

 

SSKS skorlarının haftalara göre değişimine baktığımızda, ANOVA istatistik testinde 8. Hafta- 26. Hafta arasında p<0.001 düzeyinde istatistiksel olarak anlamlı bir ilişki bulunmuştur. Hastalarda istatistiksel olarak belirgin bir düzelme gözlemlenmektedir

 

SSKS skorlarının haftalara göre değişimine baktığımızda, ANOVA istatistik testinde 26. Hafta- 52. Hafta arasında p<0.05 düzeyinde istatistiksel olarak anlamlı bir ilişki bulunmuştur. Hastalarda istatistiksel olarak belirgin bir düzelme gözlemlenmektedir. Farmakoterapi alan gruptaki bir kısım hastada rahatsızlığın tekrarlama belirtileri görülmektedir.

 

61-70 SSKS skorunda 1. Haftada 113 hasta varken, 8. Haftada 4 hasta, 26. Haftada 1 hasta ve 52. Haftada sadece farmakoterapi grubundan olan 11 hasta mevcuttur.

 

Tablo 12’dan da anlaşılacağı gibi araştırma grubuna dahil edilen deneklerin Spielberg anlık kaygı değerlendirme skalasından (SAKS) aldıkları skorların 1., 8., 26. ve 52. hafta sonuçlarına göre dağılımı, fobi grubu, obsessif-kompulsif grup ve anksiyete grubu açısından verilmiştir. Birinci hafta ölçüm sonuçlarında gruplar arasında p<0.1 anlamlılık düzeyinde istatistiksel bir ilişki saptanmıştır. Birinci haftada SAKS’dan birinci grupta (21-30 arasında puan alan) hiçbir hasta bulunmamaktadır. En yoğun hasta, 61-70 skoru arasındaki beşinci grupta (116 hasta) bulunmaktadır. 116 hastanın 31’i fobik, 42’ü OKB ve 43’i de anksiyete grubundaki hastalardandır. 51-60 arasındaki skordaki dördüncü gruptaki 53 hastanın dağılımı ise; 22 hasta farmakoterapi, 17 hasta psikoterapi ve 24 hasta kombine terapi almıştır.

 

Sekizinci hafta ölçüm sonuçlarında gruplar arasında p<0.1 anlamlılık düzeyinde istatistiksel bir ilişki saptanmıştır. Sekizinci haftada SAKS’dan 21-30 puan alan hiç hasta bulunmamaktadır. En yoğun olarak 130 hasta 41-50 skor arasındaki üçüncü grupta bulunmaktadır. 130 hastanın 5’i fobik, 46’ü OKB ve 34’i de anksiyete grubundaki hastalardandır. 31-40 arasındaki skordaki ikinci gruptaki 10 hastanın dağılımı; 31’i fobik, 42’ü OKB ve 43’i de anksiyete grubundaki hastalardandır

 

26. hafta ölçüm sonuçlarında gruplar arasında p<0.1 anlamlılık düzeyinde istatistiksel bir ilişki saptanmıştır. 26. haftada SAKS’dan 21-30 puan alan 1 hasta bulunmaktadır. En yoğun olarak 124 hasta ikinci grupta (31-40 skor arasındaki) bulunmaktadır. 124 hastanın 53’i fobik, 42’ü OKB ve 29’i de anksiyete grubundaki hastalardandır. 41-50 arasındaki skordaki 46 hastanın dağılımı ise; 6’i fobik, 14’ü OKB ve 26’i de anksiyete grubundaki hastalardandır. SAKS skorunda iyileşme oranı fobik ve OKB olan hastalarda, anksiyete grubundan olan hasta sayısına göre fazladır.

 

52. hafta ölçüm sonuçlarında gruplar arasında ANOVA testine göre p>0.5 anlamlılık düzeyinde istatistiksel bir ilişki saptanmamıştır. 52. haftada SAKS’dan 31-40 puan alan ikinci grupta 119 hasta bulunmaktadır. Bu 119 hastanın 42’i fobik, 41’ü OKB ve 36’i de anksiyete grubundaki hastalardandır. 41-50 arasındaki skordaki 46 hastanın dağılımı ise; 14’i fobik, 12’ü OKB ve 20’i de anksiyete grubundaki hastalardandır.

 

SAKS skorlarının haftalara göre değişimine baktığımızda, ANOVA istatistik testinde 1. Hafta- 8. Hafta arasında p<0.001 düzeyinde istatistiksel olarak anlamlı bir ilişki bulunmuştur. Hastalarda istatistiksel olarak belirgin bir düzelme gözlemlenmektedir.

 

SAKS skorlarının haftalara göre değişimine baktığımızda, ANOVA istatistik testinde 8. Hafta- 26. Hafta arasında p<0.001 düzeyinde istatistiksel olarak anlamlı bir ilişki bulunmuştur. Hastalarda istatistiksel olarak belirgin bir düzelme gözlemlenmektedir

 

SAKS skorlarının haftalara göre değişimine baktığımızda, ANOVA istatistik testinde 26. Hafta- 52. Hafta arasında p>0.05 düzeyinde istatistiksel olarak anlamlı bir ilişki bulunmamuştur. Hastalarda gruplar arasında düzelme açısından istatistiksel olarak belirgin bir fark yoktur

 

61-70 SAKS skorunda 1. Haftada 116 hasta varken, 8. Haftada 0 hasta, 26. Haftada 0 hasta ve 52. Haftada 0 hasta mevcuttur.

 

Tablo 13’dan da anlaşılacağı gibi araştırma grubuna dahil edilen deneklerin Spielberg sürekli kaygı değerlendirme skalasından (SSKS) aldıkları skorların 1., 8., 26. ve 52. hafta sonuçlarına göre dağılımı, fobi grubu, obsessif-kompulsif grup ve anksiyete grubu açısından verilmiştir. Birinci hafta ölçüm sonuçlarında gruplar arasında p<0.1 anlamlılık düzeyinde istatistiksel bir ilişki saptanmıştır. Birinci haftada SSKS’dan birinci grupta (21-30 arasında puan alan) ve ikinci grupta hiçbir hasta bulunmamaktadır. En yoğun hasta, 61-70 skoru arasındaki beşinci grupta (113 hasta) bulunmaktadır. 113 hastanın 37’i fobik, 43’ü OKB ve 33’i de anksiyete grubundaki hastalardandır. 51-60 arasındaki skordaki dördüncü gruptaki 45 hastanın dağılımı ise; 21’i fobik, 12’ü OKB ve 12’i de anksiyete grubundaki hastalardandır.

 

Sekizinci hafta ölçüm sonuçlarında gruplar arasında p<0.5 anlamlılık düzeyinde istatistiksel bir ilişki saptanmıştır. Sekizinci haftada SSKS’dan 21-30 puan alan hiç hasta bulunmamaktadır. En yoğun olarak 93 hasta 41-50 skor arasındaki üçüncü grupta bulunmaktadır. 93 hastanın 23’i fobik, 39’ü OKB ve 31’i de anksiyete grubundaki hastalardandır..41-50 arasındaki skordaki üçüncü gruptaki 73 hastanın dağılımı ise; 30’i fobik, 19’ü OKB ve 24’i de anksiyete grubundaki hastalardandır.

 

26. hafta ölçüm sonuçlarında gruplar arasında p<0.1 anlamlılık düzeyinde istatistiksel bir ilişki saptanmıştır. 26. haftada SSKS’dan 21-30 puan alan 1 hasta bulunmaktadır. En yoğun olarak 89 hasta üçüncü grupta (41-50 skor arasındaki) bulunmaktadır. 89 hastanın 22’i fobik, 35’ü OKB ve 32’i de anksiyete grubundaki hastalardandır. 31-40 arasındaki skordaki 80 hastanın dağılımı ise; 38’i fobik, 23’ü OKB ve 19’i de anksiyete grubundaki hastalardandır.. SSKS skorunda iyileşme oranı fobik ve OKB olan hasta sayısı, anksiyete kümesindeki hasta sayısına göre fazladır.

 

52. hafta ölçüm sonuçlarında gruplar arasında ANOVA testine göre p>0.5 anlamlılık düzeyinde istatistiksel bir ilişki saptanmamıştır. 52. haftada SSKS’dan 31-40 puan alan ikinci grupta 98 hasta bulunmaktadır. Bu 98 hastanın 36’i fobik, 33’ü OKB ve 29’i de anksiyete grubundaki hastalardandır. 41-50 arasındaki skordaki 52 hastanın dağılımı ise; hastanın 19’i fobik, 15’ü OKB ve 18’i de anksiyete grubundaki hastalardandır. SSKS skorunda iyileşme oranı en az anksiyete kümesindeki hasta grubunda olmuştur.

 

SSKS skorlarının haftalara göre değişimine baktığımızda, ANOVA istatistik testinde 1. Hafta- 8. Hafta arasında p<0.001 düzeyinde istatistiksel olarak anlamlı bir ilişki bulunmuştur. Hastalarda istatistiksel olarak belirgin bir düzelme gözlemlenmektedir.

 

SSKS skorlarının haftalara göre değişimine baktığımızda, ANOVA istatistik testinde 8. Hafta- 26. Hafta arasında p<0.001 düzeyinde istatistiksel olarak anlamlı bir ilişki bulunmuştur. Hastalarda istatistiksel olarak belirgin bir düzelme gözlemlenmektedir

 

SSKS skorlarının haftalara göre değişimine baktığımızda, ANOVA istatistik testinde 26. Hafta- 52. Hafta arasında p<0.01 düzeyinde istatistiksel olarak anlamlı bir ilişki bulunmuştur. Hastalarda istatistiksel olarak belirgin bir düzelme gözlemlenmektedir

 

61-70 SSKS skorunda 1. Haftada 113 hasta varken, 8. Haftada 4 hasta, 26. Haftada 1 hasta ve 52. Haftada 11 hasta mevcuttur.

 

Tablo 14: Farklı tedavi yaklaşımlarının etkinlik durumları.

 

Çalışma Hastalık İmipramin Ekspojur İmipra.+Eks.
Zitrin ve ark. 1980, 1983 Panik + ++
Fobi + ++
Marks ve ark. 1983 Panik + ++
Fobi + ++
Mavissakalian ve ark. 1983 Panik + +
Fobi + ++
Telch ve ark. 1985 Panik +
Fobi + ++
Mavissakalian ve Mich. 1986a Panik + +
Fobi + ++

 

+:etkili, -:etkisiz, ++:güçlü etkili.

 

Kaynak:Mavissakalian M: “Agoraphobia,” in integrating pharmacotherapy and psychotherapy. Edited by Beitman BD, Klerman GL. Washington, DC, American Psychiatric Press, 1991, pp.165-181.

 

Bu çalışmada bir takım sonuçlara ulaşılmıştır. Bunlar:

 

1. Hastalık grupları ve subgruplarının bağımsız değişkenler açısından klinik özellikleri ve kilinik seyiri bulunmaktadır. Yaş, cinsiyet, medeni durum, aile özellikleri, genetik, meslek, sosyo-ekonomik durum, orgonik ve psişik travma hikayesi, erken çocukluk dönemi özellikleri, hastalığın başlangıç şekli ve tipi, premorbid kişilik özellikleri, madde kötüye kullanımı açısından klinik bir tablo ortaya çıkmaktadır. Bu değişkenler ile hastalık arasında birtakım bağlar mevcuttur.

 

2. Klinik tablolara ve ve subgrublara göre tedavi yaklaşımları da hem farmakoterapi açısından hem de psikoterapi açısından farklı olmalıdır.

 

3. Yoğun bir psikoterapi ile başlayan psikoterapilerde dropout oranı düşmektedir.

 

4. Anksiyete bozukluklarında farmakoterapi, psikoterapi ve kombine terapi etkin birer tedavi yöntemidirler.

 

5. Bu tedavi yöntemleri çeşitli parametrelerle karşılaştırıldığında; psikoterapi ve kombine terapi, farmakoterapiye göre daha etkin bulunmuştur.

 

6. Bu çalışmada psikoterapi ve kombine terapinin birbirlerine belirgin bir üstünlüğü görülmemiştir.

 

7. Bu iki etkin terapi türünün hangisinin hastalarda tercih edilmesi gerekir sorusuna cevap vermek için daha detaylı araştırmaların yapılması ve subgrubların klinik tablolarının daha net çizgilerle ortaya konması gerekmektedir.

 

8. Psikoterapi yaklaşımlarında esnek olmayan bir yaklaşım doğru değildir. Hastanın biyopsikososyal bir model içinde “hastalık yok, hasta var” temel düşüncesi perspektifinde elastik bir yaklaşım sergilenmelidir. Bu elastik yaklaşım hastanın tedaviye uyumunu kolaylaştırmaktadır. Psikoterapi okullarının esnek olmayan kuralcı yaklaşımları klinisyenler tarafından tercih edilmemelidir.

 

9. Davranışçı yaklaşımların daha başarılı olması için ev ödevlerinin hipnotik trans altında terapi seansında uygulattırılması, başarıyı artırmakta ve tedaviye uyumu kolaylaştırmaktadır.

 

10. Psikoterapi süreçlerinde klinik uygulamalarda esnek olmayan bir terapi yaklaşımı başarı şansını azaltmaktadır. Bazı hastalara sadece davranışçı tekniklerle başarıya ulaşılırken, bazılarına kognitif, bazılarına da içgörü yönelimli dinamik bir psikoterapi uygulamak gerekmektedir. Bu ihtiyaç tedavi süreci içerisinde ortaya çıkmakta ve belirlenmektedir.

 

11. Tedavi kesildikten sohnra; farmakoterapi alan grubta rekürrens ve/ veya nüksler daha sık ortaya çıkmaktadır. Bu sonuçlar hastaya yaklaşımda biopsikososyal modelin geçerliliğini ortaya koymaktadır.

 

12. Psikiyatride çağdaş tekniklerin (Audivisuel kayıt sistemlerinin) uygulanması tedavi süresini kısaltmakta, tedavinin başarısını artırmakta, başarının kalıcı olmasını sağlamakta ve içgörüyü kolaylaştırmaktadır.

 

13. Çalışma grubumuzdan edindiğimiz sonuçlara göre psikoterapi eğitim seviyesi yüksek hastalarda daha başarılı olmaktadır.

 

14. Tedavide kullanılan hipnodramalar, rüyalar ve imajlardaki sembol dilinin öğrenilmesi ve çözülmesi tedaviyi yönlendirmekte büyük yararlar sağlamaktadır.

 

[1] Azerbaycan Tıp Üniversitesi Psikiyatri Ana Bilim Dalı Öğretim Üyesi

PSİKOTERAPİLERDE DROP-OUT VE ALTERNATİF BİR YAKLAŞIMIN İKİ YILLIK TAKİBİNİN DEĞERLENDİRİLMESİ

PSİKOTERAPİLERDE DROP-OUT VE ALTERNATİF BİR YAKLAŞIMIN İKİ YILLIK TAKİBİNİN DEĞERLENDİRİLMESİ.

Uz. Dr. Tahir Özakkaş[1], Prof. Dr. Nadir İsmayılov[2]

Bu çalışma da; DSM III-R ‘a göre Anksiyete bozuklukları grubuna giren 120 hasta üzerinde çalışıldı. Hastalar 10 günlük yoğun ve altı aylık haftalık psikoterapi proğramına alındılar ve iki yıllık da uzak dönem takipleri yapıldı.Bu süreç içinde hastaların psikoterapiden dropout durumları değerlendirildi ve yoğun psikoterapiye alınmayan hastalar ile, dropout yönünden karşılaştırıldı.

 

 

Materyal: DSM III-R’a göre Anksiyete Bozukluğu grubuna giren a)Fobi’ler b)Obsessif Kompulsif Bozukluk c) Yaygın Anksiyete Bozukluğu ve diğerleri gruplarına ayrılan 120 hasta, her bir kümede 40 hasta olmak üzere üç gruba bölünerek polikiliniğimize müracaat sırasına göre psikoterapiye alındılar. Hastalar Özel Psikiyatri polikliniğine 1996-1999 yılları arasında müracaat eden hastalardı. Hastaların %42.8’i kadın, %57.2’i (O: 1.43 SS: 0.5) erkekti. Yaş ortalaması 32 (SD:1.12)

 

Metod: DSMIII-R’ göre Anksiyete bozukluğu teşhisi kondu. İçgörü yönelimli dinamik psikoterapi ile Kognitif-Davranışşı psikoterapi yöntemleri eklektik olarak uygulandı. Dropout’un önüne geçmek amacı ile hastalara tarafımızdan yapılandırılmış her biri 90 dakikalık seansları içeren 20 seans on gün içerisinde hastalara uygulandı. Bu yoğun terapi dönemine hucum tedavisi ismini verdik. Ardından 6 aylık idame tedavisi azami haftada bir olmak üzere çeşitli görüşme intervalleri ile uygulandı ve tedavi proğramı bitirildi. Hastalardaki relapsları takip etmek açısından hastalar iki yıl daha uzaktan takibe alındılar ve dosyalarına not düşüldü. Kontrol grubu olarak da aynı psikoterapik yaklaşımla tedaviye aldığımız aynı teşhisi taşıyan haftada bir gördüğümüz hastalarımız alındı.

 

Sonuçlar: Belirleyici öge olarak hucum tedavisini aldığımız ve diğer şartları mümkün olduğu kadar eşitlediğimiz iki grup arasındaki dropout oranlarını karşılaştırdık. Hucum tedavisine aldığımız hastalarda dropout oranı üç aylık % 4.16 (5 kişi) ve altı aylık % 5.83 (7 kişi) olarak ortaya çıkarken, hucum tedavisine almadığımız hastalarımızda bu oran 3 ayda % 34.16 (41 kişi), altı ayda % 55.83 (67 kişi) olarak karşımıza çıktı.

 

Tartışma: Leteratürde çeşitli psikoterapotik yaklaşımlarda dropout oranlarının yüksekliği ciddi bir sorun olarak durmaktadır. Bu oranlar çeşitli çalışmalarda üç aylık süre için %16.7’den (Linehan 1991, Skodol 1983) %85’e kadar değişiklik arzetmektedir. Ülkemizde bu konu ile ilgili yapılmış bir çalışma bulamadık. Ulusal kongrelerde psikoterapi ile uğraşan psikiyatristlerle yaptığımız görüşmeler ve tartışmalarda bu oranın çok yüksek olduğu %70-90 arasında bulunduğu ifade edilmiştir. Bizim çalışmamızda klasik haftalık veya 15 günlük sürelerle gördüğümüz hastalarımızda dropout oranları üç ayda % 34.16 (41 kişi), altı ayda % 55.83 (67 kişi) olarak tesbit ettik. Bu da Türkiyedeki yapının bir göstergesi olabilir. Hastalara yoğun hucum tedavisinin verilmesi ile bu oranlar dramatik olarak düşmüştür. Hastalarımızın kültürel arkaplanı hekimlerini omnipotent bir yapıda görerek, onlardan magic bir takım iyileşmeleri kısa sürede beklemekte, ilk 8 seans içinde bunun olmadığını görünce de tedaviyi kesmektedirler. Bu süre içinde hekimler tedavinin rasyonelini verememekte ve hastayada bir takım beceriler kazandıramadığı için hasta ümitsizliğe düşmektedir. Hucum tedavisine ikna olan ve bu süre içinde hekimle çok yakın bir temasa giren hasta tedavinin rasyonelini almakta, birtakım beceriler kazanmakta ve semptomlarında belirgin bir değişimi bu süre içinde gözlemlemektedir. Hasta sonuçta doğru yerde, doğru tekniklerle, doğru şeyi yaptığına tam inanmakta ve tedavinin kalan kısmını istekli bir şekilde sürdürmektedir. Hastalardaki dropout oranları ile çeşitli sosyodemografik ve hastalak özelliklerinin çapraz analizleri bize daha aydınlatıcı bilgiler verecektir

 

Kaynaklar:

 

1. Garfield SL: Research on client variables in psychotherapy, in Handbook of Psychotherapy and Behavior Change, 3rd edition, edited by Garfield SL, Bergin AE. New York, Wiley, 1986, pp 213¾256

 

2. Docherty JP: To know borderline personality disorder, in Borderline Personality Disorder: Clinical and Empirical Perspectives, edited by Clarkin JF, Marziali E, Munroe-Blum H. New York, Guilford, 1992, pp 329¾338

 

3. Berrigan LP, Garfield SL: Relationship of missed psychotherapy appointments to premature termination and social class. Br J Clin Psychol 1981; 20:239¾242

 

4. Carpenter PJ, Range LM: The effects of patient’s fee payment source on the duration of outpatient psychotherapy. J Clin Psychol 1983; 39:304¾306

 

5. DuBrin JR, Zastowny TR: Predicting early attrition from psychotherapy: an analysis of a large private-practice cohort. Psychotherapy 1988; 25:393¾408

 

6. Heisler GH, Beck NC, Fraps C, et al: Therapist ratings as predictors of therapy attendance. J Clin Psychol 1982; 38:754¾758

 

7. Kolb DL, Beutler LE, Davis CS, et al: Patient and therapy process variables relating to dropout and change in psychotherapy. Psychotherapy 1985; 22:702¾710

 

8. Levine SW, Herron WG: Changes during the course of the psychotherapeutic relationship. Psychol Rep 1990; 66:883¾897

 

9. Mohl PC, Martinez D, Ticknor C, et al: Early dropouts from psychotherapy. J Nerv Ment Dis 1991; 179:478¾481

 

10. Tracey TJ: Interactional correlates of premature termination. J Consult Clin Psychol 1986; 54:784¾788

 

11. Blackburn IM, Bishop S, Glen AIM, et al: The efficacy of cognitive therapy in depression: a treatment trial using cognitive therapy and pharmacotherapy, each alone and in combination. Br J Psychiatry 1981; 139:181¾189

 

12. Persons JB, Burns DD, Perloff JM: Predictors of dropout and outcome in cognitive therapy for depression in a private practice setting. Cognitive Therapy Research 1988; 12:557¾575

 

13. Murphy GE, Simons AD, Wetzel RD, et al: Cognitive therapy and pharmacotherapy singly and together in the treatment of depression. Arch Gen Psychiatry 1984; 41:33¾41

 

14. Simons AD, Levine JL, Lustman PJ, et al: Patient attrition in a comparative outcome study of depression: a follow-up report. J Affective Disord 1984; 6:163¾173

 

15. Linehan MM, Armstrong HE, Suarez A, et al: Cognitive-behavioral treatment of chronically parasuicidal borderline patients. Arch Gen Psychiatry 1991; 48:1060¾1064

 

16. Skodol AE, Buckley P, Charles E: Is there a characteristic pattern to the treatment history of clinic outpatients with borderline personality? J Nerv Ment Dis 1983; 171:405¾410

 

17. Waldinger R, Gunderson JG: Completed psychotherapies with borderline patients. Am J Psychother 1984; 38:190¾202

 

18. Gunderson JG, Frank AF, Ronningstam EF, et al: Early discontinuance of borderline patients from psychotherapy. J Nerv Ment Dis 1989; 177:38¾42

 

19. Stevenson J, Meares R: An outcome study of psychotherapy for patients with borderline personality disorder. Am J Psychiatry 1992; 149:358¾362

 

20. Kernberg OF, Selzer MA, Koenigsberg HW, et al: Psychodynamic Psychotherapy of Borderline Patients. New York, Basic Books, 1989

 

21. Koenigsberg HW, Kernberg OF, Appelbaum A, et al: A method for analyzing therapist interventions. Journal of Psychotherapy Practice and Research 1993; 2:119¾134

 

22. Smith TE: Measurement of object relations: a review. Journal of Psychotherapy Practice and Researc 1993; 2:19¾37

 

23. Yeomans FE, Selzer MA, Clarkin JF: Treating the Borderline Patient: A Contract-Based Approach. New York, Basic Books, 1992

 

24. Yeomans FE, Gutfreund J, Selzer MA, et al: Factors related to borderline drop-outs: treatment contract and therapeutic alliance. Journal of Psychotherapy Practice and Research 1994; 3:16¾24

 

25. Clarkin JF, Koenigsberg H, Yeomans F, et al: Psychodynamic psychotherapy of the borderline patient, in Borderline Personality Disorder: Clinical and Empirical Perspectives, edited by Clarkin JF, Marziali E, Munroe-Blum H. New York, Guilford, 1992, pp 268¾287

 

26. Spitzer RL, Williams JBW, Gibbon M: SCID User’s Guide for the Structured Clinical Interview for DSM-III-R Personality Disorders (SCID-II). Washington, DC, American Psychiatric Press, 1990

 

27. Kernberg OF: Borderline Conditions and Pathological Narcissism. New York, Jason Aronson, 1975

 

28. Kernberg OF: Severe Personality Disorders: Psychotherapeutic Strategies. New Haven, CT, Yale University Press, 1984

 

29. Derogatis LR, Lipman RS, Covi L: The SCL-90: an outpatient psychiatric rating scale: preliminary report. Psychopharmacol Bull 1973; 9:13¾27

 

30. Buss AH, Durkee A: An inventory for assessing different kinds of hostility. J Consult Psychol 1957; 21:343¾348

 

31. Beck AT, Ward CH, Mendelson M, et al: An inventory for measuring depression. Arch Gen Psychiatry 1961; 41:561¾571

 

32. Linehan MM, Nielsen SL: Assessment of suicide ideation and parasuicide: hopelessness and social desirability. J Consult Clin Psychol 1981; 49:773¾775

 

33. Weissman MM, Bothwell S: The assessment of social adjustment by patient self-report. Arch Gen Psychiatry 1976; 33:1111¾1115

 

34. Miller RG: Survival Analysis. New York, Wiley, 1981

 

35. Stone MH: The Fate of Borderline Patients: Successful Outcome and Psychiatric Practice. New York, Guilford, 1990

 

36. Appleby L, Desai PN, Luchins DJ, et al: Length of stay and recidivism in schizophrenia: a study of public psychiatric hospital patients. Am J Psychiatry 1993; 150:72¾76

 

37. Thomas E. Smıth, M.D. Harold W. Koenıgsberg, M.D. Frank E. Yeomans, M.D. John F. Clarkın, Ph.D. Mıchael A. Selzer, M.D. Predictors of Dropout in Psychodynamic Psychotherapy of Borderline Personality Disorder JPPR 1995 vol 4.3:

 

[1] Azerbaycan Tıp Üniversitesi Psikiyatri Ana Bilim Dalı Öğretim Üyesi

[2] Azerbaycan Tıp Üniversitesi Psikiyatri Ana Bilim Dalı Öğretim Üyesi

PSİKİYATRİK PROBLEMLERDE HİPNOZUN PRATİK UYGULAMA ALANLARI

SiKiYATRiK PROBLEMLERDE HiPNOZUN PRATiK UYGULAMA ALANLARI

Uz. Dr. Tahir ÖZAKKAŞ[1], Prof. Dr. Nadir V.İSMAYILOV[2]

Bir çok kişi “İşte problem budur” veya “Problemin kaynağını buldum” gibi yargılara varır. Bir çok hekimde aynı hataya düşer. Hastanın semptomlarını oluşturan temel nedenler, çeşitli yöntemlerle keşfedilmeye çalışılır.

Sonuçtan da şöyle veya böyle bir sonuca ulaşılır. Hasta da, hekim de sevinir. Çünkü sorunu bulmuştur ve kaynağını keşfetmişlerdir. Buldukları şey doğrudur, ancak genellikle bu gerçeğin sadece bir kısmını yansıtmaktadır. Multipl faktörlerin devinim halindeki etkisi altında olan psişik yapımızda her fenomenden az veya çok etkilenmektedir. Etkilenmelerin şiddeti ve bileşimi semptom olarak karşımıza çıkmaktadır.

 

Çoğumuz yaptığımız davranışların neden ve niçinlerini düşünmeyiz. Bir çok yönelimlerimiz de insiyaki bir refleks ile olur. Halbuki bu davranışlarımızın temelinde bilinçaltımızın şiddetli arzu ve istekleri yatmaktadır. Çeşitli kamuflaj sistemleri altında, benliğimize istediğini yaptıran bilinçaltımız çoğu zaman istediğine kavuşur. Bu konu ile ilgili bugüne kadar çok söylendi ve yazıldı. Bilinçaltımız geçmiş anılarımızın depolandığı arşiv merkezleridir. Bu geçmiş anılar günümüz ve geleceğimizi yönlendirme gücüne sahiptir. İşte hipnoz ve hipnoterapi, insanı geçmişin esaretinden kurtararak geleceğe yönlendirir. Geçmişin acı, ızdırap verici travmatik hadiselerinden etkilenerek oluşturduğumuz davranışlar yerine, onlardan bağımsız olumlu ve atılımcı bir yapı ile yeni bir şahsiyet kurmamızı temin eder. Hipnozun amacı bu aşamada geçmiş değil, şu an ve yeni olanla ilgilenmektir. Bunun da ötesinde geçmişin etkisinden kurtularak, geleceği inşaya yardım etmeyi amaçlar.

Hastalarımızın çoğu bize geldiklerinde hep geçmişleri ile uğraşır. Geçmişte acı ve ızdırap veren olayları unutmak, mutluluk veren olayları tekrar yaşamak isterler. Yani bir nevi geçmiş ile var olurlar. İşte bu hastalarımıza yaptığımız tek şey geçmişi geçmişte bırakıp, bugüne ve yarına kanatlanmanın yollarını göstermektir. Bugüne ve yarına yol almakta geçmiş bir engel teşkil ediyorsa; hipnoterapi ile bu engeli aşmasını temin ederiz. Hipnoterapi de yapılan şey budur.

 

Psikoterapi bazen geçmişteki yaşantıların lif lif incelenerek açığa çıkartılmasından sonra başarıya ulaşabilir. Mesela klastrofobi geliştirilen bir bayanın, niçin kapalı mekanlarda yalnız başına kalamadığına literatürden bir örnek vermek istiyorum. Hipnotik transa alınan bu bayan derin transda iken ekminezi vasıtası ile hipnotik yaş gerilemesine tabi tutulmuş. Klastrofobi bulgusu, çocukluk döneminde büyük annesi tarafından tuvalete kitlendiği ve yalnız bırakıldığı bir güne kadar uzanmakta idi. Çocuk bunun üzerine histerik bir kişilik geliştirmiş ve çeşitli semptomlar vermişti. İşte bu tip temel nedenlere bağlı olarak NEVROTİK DAVRANIŞ KALIPLARI OLUŞMAKTA VE NEVROTİK CEVAPLAR ortaya çıkmaktadır.

 

NEVROTİK DAVRANIŞLARIN TEDAVİSİNDE GENEL PRENSİPLER

 

Nevrotik davranış kalıplarının temelinde, yıllardır süren bir etkilenmenin ve şartlanmanın rolü vardır. Temeli genellikle erken çocukluk dönemine dayanan travmatik bazı hadiseler, zamanla uygun bir boşalım yolu bulamaz ise nevrotik bir davranış bozukluğu olarak karşımıza çıkabilir.

 

HiPNOZ VE EMOSYONEL PROBLEMLER

 

Psikiyatristler ve psikologlar yıllardır emosyonel problemlerin klinik seyrini ve yapısını deneysel çalışmalarla ortaya koymaya çalışmaktadırlar. Bu deneysel çalışmaların içerisinde hipnotik metod geniş bir yer tutmaktadır.

 

Konu ile ilgili yapılan uzun süreli ve detaylı araştırmalarda; hipnozun yapısı açığa çıkarılmaya çalışılırken, klinik bir çok faydasının da olduğu gözlemlenmiştir. Hastalar üzerindeki hipnoz vasıtası ile elde edilen klinik faydalar direk ve indirek yoldan elde edilebilmektedir. (Crasilneck, 1975; Naruse, 1975; Fijimares, 1975)

 

Hipnozun klinikte kullanımı ile ilgili yapılan çalışmaları gözardı etmek mümkün değildir. Hipnozun yapısı ve klinik kullanımı ile ilgili yapılan çalışmaların miktarı o kadar çok ki; artık bunları görmemezlikten gelmek, elde edilen değerli bilgileri küçümsemek bilim adamına yakışır bir tavır değildir.

 

Bu konularla ilgili yapılmış deneysel çalışmaların ve sonuçlarını yıllardır yayınlanan “International Journal of Clinical and Experimental Hypnosis” isimli dergilerin sayfalarında bulabilirsiniz. Yine aynı şekilde klinik çalışmaları ihtiva eden diğer bir periyodik yayın da “American Journal of Clinical Hypnosis” dir.

 

Konu ile ilgili literatür özetini ihtiva eden değerli bir çalışma Fromm ve Shore tarafından kitaplaştırılmıştır. Mükerrer defa baskı tazeleyen bu kitabın orjinal ismi “Hypnosis; Research Development, and Perspectives” dir. Konu ile ilgili yüzlerce kitap çalışması arasında Hilgard tarafından yayınlanan “Personality and Hypnosis” kitabı çok kıymetli bir çalışmadır.

 

Eski dönemde fiziksel ve psikolojik problemlerin ayırd edilmesinde güçlükler çekiliyordu. Mesmer hipnozu uygulamasından sonra konversiyon veya histerik nitelikli bir çok hastalık kolaylıkla tedavi edilerek fiziksel olanlardan ayırd edilmişti. Günümüzde tedavi tekniklerinin gelişmesi sayesinde fiziksel olan ile emosyonel olan birbirinden daha kolay bir şekilde ayrılabilmektedir.

 

Hipnoterapi emosyonel kaynaklı problemlerin tedavisinde, temel tedavi yöntemlerinden biri olarak kıymeti gittikçe artmaktadır. Hipnoz sayesinde; Emosyonel problemlerin psikodinamiği daha kısa ve daha doğru bir şekilde tesbit edilebilmektedir. Getirdiği bu yardımlar sayesinde hipnoz, kendi dışındaki konvansiyonel tedavi yöntemleri üzerinde başarı sağlamış gözükmektedir.

 

EMOSYONEL HASTALıKLARıN TEDAViSi VE HiPNOZ

 

Nevrotik hastalıkların tedavisi ile ilgili olarak hipnoz; etkin ve uzun bir tarihe sahiptir. 1895 yılında Breuer ve Freud’un ortak çalışmalarında, histeri tedavisinde hipnoz birincil yöntem olarak kullanılmıştır. Daha sonraları Psikoanaliz tekniği geliştirmesi üzerine hipnoz uygulamasından vazgeçmiştir. Freud, hipnoz sayesinde psikoanalizi geliştirip, bir çok psişik süreci keşfetmesine rağmen bundan vazgeçmiştir. Hipnozu uygulamadaki yeteneksizliği yanında her hastanın hipnoza yatkın olmaması bu kararına etkin olmuştur. Freud’un peşinden giden psikoanalizciler, yıllarca hipnozu ihmal ederek reddetmişlerdir. Bu durum, 2. Dünya harbine kadar sürmüştür. II. Dünya harbinde kitleler halinde ortaya çıkan savaş nevrotiklerinin tedavisi kısa, kestirme ve hemen sonuç alan bir psikoterapi yöntemini zorunlu kılıyordu. İşte bu yıllarda Hipnoz tekrardan gündeme gelerek değer kazandı. Bugün de aynı süreci tekrar yaşamaktayız. Uzun yıllar organik ekolün elinde kalan psikoterapi, çağdaş kitle hastalığı olan anksiyete ve stresse karşı çaresiz kaldı. Kitlelerin bu hastalığına şu anda ancak hipnoterapi cevap verebilmektedir. Batıda son yıllarda hipnoterapiye karşı büyük bir yönelim mevcuttur.

 

1944 yıllarında Kubie ve Margolin, ortodoks psikanalitik anlayış ile hipnoz arasında bir köprü vazifesi görerek, bir çıkış yolu gösterdiler. Bunların çalışmaları, hipnozu yine, nevrotik tedavinin kıymetli bir yöntemi yapmayı amaçlıyordu. Çünkü geçmişte nevrotik problemlerin tedavisinde hipnoz kıymetli ve yararlı bir yöntem olarak uygulanmıştı.

 

Schneck 1954 yılında Psikiyatride hipnozun kullanım alanlarını detaylı olarak inceleyerek tartışmaya açtı. 1948 yılında başlayan çalışmaların Wolberg yayınlayarak: çeşitli psikiyatrik problemlerde tedaviye yönelik olarak hipnotik tekniklerin kullanım yollarını ortaya koydu. Diğer yazarlar ve araştırıcılar da bu çerçevede konuya çeşitli katkılarda bulundular. 1971’de Conn, uyku telkinler olmaksızın hipnotik transa nasıl girilebileceğinin yolarını ve tekniklerini tanımladı. Aynı zamanda “Hypnosynthesis” vasıtası ile ego bütünleşmesinin yollarını gösterdi. 1971 yılında Schafer uluslararası hipnoterapistler kongresinde ego-nesne ilişkilerinde hipnozun yerini tanımladı.

 

Hipnoz; savaş nevrozlarının tedavisinde çok değerli bir sonuca ulaştı. Savaşa katılmış binlerce asker savaş içinde ve savaş sonrasında; olayları tekrar tekrar yaşıyor, bir türlü anksiyete ve stresden kurtulamıyorlardı. Gece rüyalarında patlayan bombalar ile kabus görerek uyanıyorlardı. Bu tip hastalar hipnotik transa sokularak abreaksiyon sağlanıyor ve biriken gerilim boşaltılıyordu. Çok radikal iyileşmeler elde ediliyordu. Olayları hipnozdan tekrar yaşayan hastalar “katharzis” vasıtası ile boşalma imkanı bulabiliyorlardı. Daha komplike nevrotik davranışlar hipnoz sayesinde çözüme ve tedaviye kavuşuyorlardı.

Watkins (1948) II. Dünya savaşında yaşanan problemlerle ilgili bilgileri bize ulaştırdı. O günlerde savaş şartları esnasında hipnoz çok kullanılan bir yöntemdir. Çünkü o günlerde, özellikle savaşın devam ettiği bir dönemde, askerler bir çok nevrotik semptom geliştirerek, acil psikiyatri polikliniklerine gönderiliyordu. Bu askerlerin kısa sürede tedavi edilip, birliklerine geri gönderilmesi en çok arzu edilen birşeydi. İşte bu günlerde, acil psikiyatri kliniklerinde hipnoz kullanılarak, askerlerin kısa sürede görevlerine dönmesi sağlanmış oldu. Asluck, 1965 yılında yayınladığı makalede, o günlerde hipnozun en çok seçilen ve uygulanan bir tedavi yöntemi olduğunu belirtiyordu.

 

ANKSiYETEye Yaklaşım

 

Anksiyete, insan duygularının en yaygın görünümlerinden biri olarak, dozu ve oranı muhafaza edilebilirse, normal hayatın bir parçası olarak kabul edilmektedir. Emosyonel hastalıkların klinik tedavisinde, ilk karşılaştığımız semptom anksiyetedir. Hasta kendini hoş olmayan bir gerilim içerisinde hisseder. Bilinç ve bilinçaltındaki problemlerini, kişiye belki de direk olarak ilk yansıması anksiyete (gerilim) şeklinde tezahür eder. Diğer emosyonel semptomlar daha geri plandadır. Defans mekanizmalarının yönelimine göre hasta bireylerde bir çok semptom ortaya çıkabilmektedir.

 

Nevrotik hastalıkların temel karakterinin ANKSİYETE olduğu üzerinde çoğu araştırmacı hem fikirdir (Ambrose, 1958). Egonun dayanma gücünün aksi olarak, anksiyeteyi düşünmek mümkündür. Ego’nun dayanma gücü zayıfladıkça gerilim oranı artar. Egonun dayanma gücü yüksek olan birinin, hayata bağlanma oranı da, o derece yüksektir. Hayata daha iyi ve daha çok bağlanan bir insanın da gerilimi o denli az olacaktır. Bunun tam tersinde ise; normal ve gündelik hayat ilişkilerimizde bir yetmezlik ve bozukluk varsa; bu durum kendini anksiyete olarak ifade edecektir. Kişiler arası ilişkilerimizde, çalışma hayatımızda ve cinsel yaşamımızda eksiklik duyduğumuz veya arzu ettiğimiz şekilde gitmediğinde, kendimizi büyük bir ruhsal gerilimin içerisinde buluruz.

 

Anksiyeteyi, bilmediğimiz bir kaynaktan gelen bir korku ve olumsuz gerilim olarak hissederiz. Çünkü, anksiyete kaynağını genellikle bilinçaltındaki kişiliğimizden almaktadır. Anksiyete yaşayan bir bireyde bazı fizyolojik değişiklikler ortaya çıkar. Nabız hızlanır, ağız kurur, avuç içi terler, nefes almakta zorluk çeker, bağırsak hareketleri hızlanabilir. Tüm bu fizyolojik değişiklikler anksiyetenin bulgularıdır. Halbuki bu fizyolojik bulgular; gerçekten karşılaştığımız bir korku anında da ortaya çıkmaktadır. Bu tamamen normaldir. Çünkü nedeni bilinmektedir. Gerilimi doğuracak objektif bir neden karşımızdadır. Ancak emosyonel hastalıklardaki gerilimin nedeni bilinmez. Çünkü objektif bir korku ve terör nedeni yoktur.

 

Bu durumda, herhangi bir objektif tehlikenin var olmadığı bir ortamda, daha çok kuşku eksenli bir davranış kalıbını oluşturan bilinçaltı düşüncelerimizin ortaya koymuş olduğu davranış tipine “ANKSİYETE” diyoruz. Böylece, anksiyete içteki internal bir hadisenin kuşkusu olarak düşünülebilir. Yaptığımız araştırmalarda ve gözlemlerimizde bu tip anksiyetenin kaynağının, bilinçaltında erken çocukluk döneminde yaşanan bazı travmatik hadiseler ile ergenlik dönemindeki aşırı etkileyici hadiseler olduğu görülmüştür. Unutulmuş hatıralar ve fantaziler bu olaya kaynaklık etmektedir.

 

Anksiyeteyi yaşayan bir birey hasta kabul edilirken, anksiyetesi olmayan bir bireyi de sağlam kabul etmek doğru değildir. Çünkü bir çok psikotik hastalıkta ve hastada herhangi bir gerilim hissi gözlenmezken, bunlar ileri derecede hastalıklı kişilerdir. Bu psikotik hastalar, gerçek dünya ile ilişkilerini koparıp küntleşmişlerdir. Ancak bir kısım akut psikotik epizodlarda da, anksiyetinin ilk semptom olduğu hatırdan çıkarılmamalıdır.

 

Anksiyete psikotik hastalarda da görülmesine rağmen, esas olarak nevrotik hastalıkların daha karakteristik bir bulgusu olarak görülmektedir. Nevrotikte yaşanan gerilim hissi bir zihinsel bölünme gibidir. Bilinçaltından gelen bu dürtü, bilinç tarafından kabul edilmez. Ancak etkisinden de kurtulamaz. Gerilimin kaynağını bulamayan veya anlamsız bulan bilinç bunu reddeder. Ancak bilinçaltının güçlü dürtüsünün etkisi ile bu anlamsız şeyden bir türlü sıyrılamaz. Bu sanki zihinsel olarak iç bölünmedir. Ancak bu durum, şizofrenideki “zihinsel yarılmadan” tamamen farklıdır.

 

Nevrotik problemlerin psikoterapisinde amaçlanan en yararlı nokta, birey için optimal gerilim sınırının tesbiti ve bunun devamının sağlanabilmesidir. Nevrotik hastaların çoğunda, en sık karşılaştığımız semptom, dayanılamayacak boyutta hissedilen ve yaşanan gerilimdir. Bu durumlarda gerilimin kaynağı genellikle bilinaçltındaki çatışmalardır. Bu çatışmaları tıpkı rüyalarımızda olduğu gibi bir sembolizasyon mekanizması ile anlamsız obje ve nesnelere karşı gerilimi doğurmaktadır. Dıştan anlamsız olarak görülen obje ve nesne, aslında bilinç altındaki çatışmaların temel noktası ve sembolizasyon ile bilinçte ifadesidir.

 

Bu tip hastalara relaksasyon yöntemlerinden biri olarak hipnozu uyguladığımızda direk olarak gerilim hafifletici bir fayda sağlarız. İçerdeki gerilim enerjisi belirli bir süre için boşaltılmış olur. Radikal tedaviye ve analize başlamadan önce hipnorelaksasyonu veya tranklizan tedavisini uygulamakta yarar vardır.

 

Isham’ın 1962’de yayınladığı çalışmada anksiyetenin tedavisinde hipnorelaksasyonu ve psikoterapinin eşit bir değere sahip olduğunu göstermiştir. Her iki teknik de, ilaç tedavisinden daha kıymetli bulunmuştur. Mordey (1965) hipnozu fobik davranışların tedavisinde kullanmıştır. Perin (1968) in yaptığı çalışmalarda anksiyetenin oluşturduğu iç rahatsızlığını hipnotik trans vasıtası ile giderdiğini ve gerçek hayata uyumun daha kolay sağlandığını göstermiştir. Kalinowsky ve Lerner (1960) hipnozun spesifik gevşetici etkisini tartışmışlardır. Moss (1958), kronik anksiyetenin tedavisinde hipnozu başarılı bir şekilde uygulayarak, çok iyi sonuçlar elde etmiştir. Meares (1956) da hipnotik trans vasıtası ile semptom değiştirmeyi uygulamış ve sekonder kazanç oluşturmadan sonuca ulaşmıştır. Frankel (1974), hipnotik transta spontan bir fenomen olarak ortaya çıkan katharzis vasıtası ile, anksiyeteye bağlı gerilimleri boşaltmıştır. Schneck (1975) prehipnotik telkinler vasıtası ile anksiyeteyi hafifletmiştir. Armstrong (1974) yayınladığı makalede, anksiyetenin tedavisinde hipnozun nasıl kullanılabileceğini göstermiştir.

 

STRESS BELiRTiLERiNiN KONTROLÜNDE HiPNOZ

 

Stress içerisinde bulunan bir hasta, bilinçli bir şekilde hekime başvurarak tedavi olmayı ve yarar görmeyi ister. Tüm bu taleplere rağmen, bilinçaltı tedavisinin ilerlemesini engelleyici dirençler sergiler. Anksiyetenin fiziksel belirtileri sabit kalır. Buda psikoterapinin başarısını kısıtlar. Anksiyete içinde olan bireyde sadece gerilim duygusu yoktur. Anksiyetenin bedensel yansımaları olan bir çok fiziksel bulgu da bu hastalarda gözlenebilir. Bunlar arasında solunum sayısının artması, kalp sıkışması, çarpıntı, mide ülseri, karında çeşitli kramplar, psikastenik tutum sayılabilir.

 

Ciddi anksiyete vakalarında, yukarıda saydığımız fiziksel semptomlar, yararlı bir psikoterapinin sonuca gitmesini engeller. Bir nevi bilinçaltının direnç mekanizmaları olarak ortaya çıkar. İşte böyle durumlarda hipnoz, psikoterapinin bir ön şartı olarak karşımıza çıkar. Hipnotik trans vasıtası ile bu fiziksel semptomlar ya tamamen ortadan kaldırılır veya etkinlikleri azaltır. Bu da, daha sonra uygulanacak psikoterapinin başarı şansını artırır. Konu ile ilgili olarak Haley (1967) ve Schneck (1958) dalgalanan bir eğilim gösteren dirençli bazı semptomların hipnoz vasıtası ile değiştirilmesinden sonra uygulanan psikoterapinin daha başarılı sonuçlar verdiğini göstermiştir..

 

Literatürde aldığımız bir örneği buraya aktarmak, konunun izahı açısından yerinde olacaktır. “30 yaşını geçmiş, ancak henüz evlenmemiş bir bay hasta, hayatının gidişatından memnun olmadığı ve genel bir huzursuzluk şikayeti nedeni ile tedavi olmak için geldi. İş hayatında mükerrer defalar zorluklar ve sıkıntılarla karşılaşmıştı. Sık sık iş değiştirmişti. Yaptığı çalışma, bir başkasına verildiğinde bundan huzursuz oluyor ve ciddi iç çatışmalar sergiliyordu. Ardından da işten ayrılıyordu. Doktorlar tarafından yapılan gözlemlerde hastanın ambivalans bir duygu içinde olduğu görüldü. Aynı anda hem sevgi hem de nefreti yaşayabiliyordu. Bu hasta, bir çok kez psikoterapi için talepte bulunmuştu. Ancak bu girişimler, içten gelen bir istek ile hep yarıda kesilmişti. İş hayatındaki durumu da görünüşte aynı bu davranışa benziyordu. Bu hasta ile yapılan ilk görüşmelerde emosyonel sıkıntı ve zorlukları ile ilgili olarak bir tartışmaya yanaşmamıştı. Zaman zaman ciddi karın krampları geçiriyordu. Doktor tartışmanın konusunu ne zaman karın kramplarına getirse; o zaman hasta tuvalete çıkma ihtiyacı hissederek tedavi odasından ayrılıyordu. Bu durum kendisine detaylı olarak izah edilmişti. Hasta bilinçli olarak bu olayı algılıyordu ve kabul ediyordu. Ancak hastanın semptomlarında herhangi bir değişiklik olmuyordu.

 

Bu hastaya yapılan hipnoz uygulamalarında karın kramplarının şiddeti büyük oranda azaltılmıştı. Başlangıçta iyi bir süje değildi. İlk seansdan sonra, alınan bilgide o gece çok rahat ve huzur içinde uyuduğunu beyan etmişti. Daha sonra tekrarlanan seanslarda ise rahatlama ve gevşemesi artarak bilinçaltı dirençleri kırıldı. Bu da başarılı bir psikoterapinin kapısını açtı.”

 

Bu hasta, daha sonra uygulanan hipnozla kombine edilmiş psikoterapi seanslarıyla başarılı bir şekilde tedavi edildi. Uygun olan hastalarda hipnoterapinin tatbik edilmesi ve hastaların bundan mahrum edilmemesi gerekir.

 

 

 

 

Makalenin yayınlandığı dergi “Psikonevrologiya Meseleleri 17 nci Burahılış. Azerbaycan Psihiatriya Assosiasiyası, Azerbaycan Nevrologiya Assosiasiyası 1997 Bakü Sahife: 27-34”

 

[1] Azerbaycan Tıp Üniversitesi Psikiyatri Ana Bilim Dalı Öğretim Üyesi

[2] Azerbaycan Tıp Üniversitesi Psikiyatri Ana Bilim Dalı Öğretim Üyesi, Azerbaycan Psikiyatri Birliği Başkanı

PSİKİYATRİ’DE HİPNOZ İLE GENEL TEDAVİ YAKLAŞIMLARI VE PRENSİPLERİ

PSİKİYATRİ’DE HİPNOZ İLE GENEL TEDAVİ YAKLAŞIMLARI VE PRENSİPLERİ

Uz. Dr. Tahir ÖZAKKAŞ[1]

Hipnoz, olağanüstü veya mucizevi bir şey değildir Yüzyıllardır uygulanan, normal ve olağan bir yöntemdir. Hastalarla kaynaşmada, anlaşmada ve onları anlamada uzun yıllardır, bir yaklaşım tekniği olarak kullanılmaktaydı. Fakat eski dönemlerde bilimsel olarak incelenmemiş, sadece kültürel bir birikim olarak nesilden nesile aktarılmıştı. Ama son yüzyılda bilimin gözlemi içine girerek, gerçek yerini almıştır. Bu sayede de sihir, büyü veya gizem dünyasının bir parçası olmaktan sıyrılmıştır.

 

 

Hipnoz, her şeyi tedavi eden olağanüstü bir tedavi yöntemi de değildir. Hipnoz tıpta ve psikiyatride kullandığımız bir çok teşhis ve tedavi yöntemlerinden sadece birisidir. Bu çerçevede hekimlerin elinde hastaları için kullandığı bir araç ve alet gibidir. Hipnoz vasıtası ile belki de hastaların kendi iç dünyalarını anlayarak ve problemlerin kaynaklarını keşfetmeleri daha kısa sürede mümkün olmaktadır. Bunun da ötesinde hipnoz hastaların veya normal bireylerin kişiliklerini geliştirmede, performanslarını artırmada kullanılan ve hipnotistin bu çerçevede yardım ettiği bir uygulamadır. Hipnoz vasıtası ile hasta hekimine kendi iç dünyasına girmesine izin verir. Hekiminden kendisini keşfetmesini ister. Tıbbi ve psikiyatrik problemleri olan hastaların tedavisinde, hipnozun ilk uygulama yönü bu olsa gerek… Yani iç dünyanın keşfi…

 

Psikolojik açıdan problemleri olan bireyleri olumlu yönlere kanalize edebilmek ve doğruyu gösterebilmek için onları tanımamız gerekir. Hipnoz sayesinde, hastalarımıza direk yoldan ulaşarak iç dünyalarındaki karışıklık, karmaşıklık, çatışmalar, uzlaşmalar ve hesaplaşmaşmaların bir dökümünü ele geçirebiliriz. Hipnotik yöntem ile hastanın geçmişini video kayıttan seyrederken, geleceğine yönelik tedavimizi planlarız.

 

İnsanın temel iki içgüdüsü olarak ileri sürülen ölüm ve yaşam içgüdüsü değişik kültürlerde değişik isimler almıştır. Uzak doğu da Ying ve Yang teorisi olarak karışımıza çıkan bu düalist hayat anlayışı Freud’a Eros ve Thanatas olarak, islam kültüründe de Şehvet (Üretkenlik anlamında) ve Tahrip (Savunma anlamında) içgüdüsü olarak karşımıza çıkmaktadır.

Bu iki temel dürtünün tabii seyrinden ayrılması bir çok psikolojik rahatsızlıkları ortaya çıkarmaktadır. Nevroz grubu tüm zihinsel rahatsızlıklar bu iki iç güdünün patolojik yöneliminden kaynaklandığı iddia edilmektedir.

 

İnsanlar zaman zaman tahrip içdüsü ile yanıp tutuşurlar. Bu normal hayatta her bireyin karşılaşabileceği bir duygu olabildiği gibi, boyutları büyürse hastalık sınırına girer. İşte insanlar zaman zaman içlerindeki bu olumsuz duyguları boşaltacak bir nesne ararlar. Bu nesne, zaman zaman kendileri olabileceği gibi ailesi, çevresi hatta tüm toplum olabilir. Eğer bu içerde birikmiş gerilim ve tahrip gücü yönlendirilip, olumlu şekilde boşalma kanalları bulunmaz ise bir çok problem ve hastalığı beraberinde getirir.

 

Birey kendi kendini suçlayarak tahribe başlarsa sonucun nerede biteceği kestirilemez. Bu intihara kadar uzanan bir çizgiyi beraberinde getirir.

 

İşte sosyal müesseseler, ailevi ilişkiler, kültürel yardımlaşmalar birer boşalma ve rahatlama kanallarıdır. Psikoterapi ve dolayısı ile hekim ile olan karşılıklı ilişki hastalıklı veya hastalık sınırına gelmiş bireyler için alternatif birer boşalım kanalıdır.

Çağımızda, toplum içinde yalnız kalan bireyler umutlarına ulaşamayıp hayal kırıklığına uğrayınca psikolojik bunalıma düşmekte ve bir çok semptom geliştirmektedir. Binlerce psikosomatik hastalık toplumu sarmış durumda. Hemen hemen tüm organik hastalıkları taklid eden bu psikosomatik hastalıklar kişilere birer patolojik çıkış yolu yaratmakta ve iç olumsuz enerjilerini bu şekilde boşalmasını sağlamaktadırlar.

 

PSiKOTERAPi VE HiPNOZ

 

Akıl ve nefs hastalıklarının tedavisinde birincil tercih her zaman medikal ilaç tedavisidir. Kısa süreli olması, ekonomik olması, subjektif değerlendirmelerin etkisi altında kalmaması en önemli temel özellikleridir. Bunun yanında ilaç tedavisinin getirdiği bir çok olumsuzluklar elbette söz konusudur. İlaç suistimali, yan etkileri, toksik sonuçları ve interpersonel ilişkiler ihtiva etmemesi olumsuz yönleri olarak sayılabilir.

 

İlaç tedavisinin etkisiz kaldığı veya olmadığı veya hasta tarafından tercih edilmediği durumlarda uygun hastalara psikoterapi uygulanabilir.

 

Bazı hastalara eklektik bir yaklaşımla hem ilaç tedavisi hem de psikoterapi uygulanması yaygın kullanımı olan diğer bir yöntemdir.

 

Biz de hipnoterapi endikasyonu koyduğumuz nevroz grubu hastalarımızda eklektik bir tedaviyi tercih etmekteyiz. Hastanın yararına olabilecek tüm çözümler bizim için çok değerlidir.

 

Hipnoterapi yalnız başına hiçbir şey ifade etmeyen bir terimdir. Ancak dinamik psikiyatri ve mevcut tüm psikoterapi teknikleri ile bütünleştirildiğinde çok büyük bir anlam ifade etmektedir.

 

Bu nedenle hipnoterapiyi tam kavrayabilmek için dinamik psikiyatriyi ve tüm psikoterapi tekniklerin çok iyi bilmemiz gerekmektedir. Çünkü mevcut psikoterapi yöntemleri bir kısım adaptif değişiklikler ile hipnoz altında uygulanmaktadır. Bu nedenle hipnoterapik uygulamalara geçmeden önce psikoterapi yöntemleri hakkında bilgi vermenin uygun olacağı kanaatindeyim.

 

PSİKOTERAPİ UYGULAMALARI

 

 

 

Prof. Dr. Cengiz Güleç Psikoterapi’yi şu şekilde tanımlamaktadır. “Psikoterapi, daha olgun ve uygun bir ruhsal denge sağlamak amacı doğrultusunda zihinsel ve duygusal bozukluk gösteren hastalarla düşünce ve duygu alışverişi kurularak yürütülen bir tedavi bilim ve sanatıdır. Patologlar dışında tüm hekimler az ya da çok başarı ve beceri ile belirli bir dereceye kadar psikoterapi yaparlar. Çok genel bir başlak altında söylemek gerekirse, duygusal çatışmaları çözümleyen, bu çatışmalardan doğan kaygı ve gerginlikleri, çökkünlükleri azaltan, ruhsal uyum düzeyini artıran, kişilerarası ilişkileri daha olgunlaştıran tüm teknik ve yöntemlere psikoterapi diyebiliriz.” (Güleç, s:11, 1993)

 

Muhterem hocamız Prof. dr. Orhan Öztürk’ün psikoterapi tanımı ise şu şekilde belirtilmiştir.”Psikoterapi, çok geniş anlamda, ruhsal yollarla yardım ve iyileştirme demektir. Bu tanıma göre bütün eğindirim (telkin), inandırma (ikna), kişiyi değiştirme yolları psikoterapi teriminin kapsamına girebilir. Hastayı rahatlatmak için yapılan dua, verilen bir muska, düzenlenen bir ilkel tören de psikoterapi sayılabilir. Ancak, hekimlikte ve ruhbilimde kullanılan anlamıyla psikoterapi deyince, çağdaş ruh hekimliği ve ruh bilim bilgilerine dayanan ve hasta ile karşılıklı ilişki ve iletişimi kullanan bir takım uygulamalar anlaşılır.” (Öztürk, 1989 s:21)

 

Aslında psikoterapinin muhtevasına baktığımızda toplumun her kesiminin karşılıklı olarak yaptığı olumlu iletişimlerine de psikoterapi demek mümkündür. Yani eğitimle iç içe bir durum arzetmektedir. İnsanları güzele, iyiye, doğruya ve olumlu mücadeleye davct eden, egoyu güçlendiren tüm çalışmalar aslında bir psikoterapidir. Öğretmenin öğrenci üzerindeki tavrı, imamın inanan insana tavsiyeleri, toplum liderlerinin etkiledikleri insanlara verdikleri tüm olumlu mesajları da bu kategoriye katmak mümkündür.

 

Kişinin kendisi ve çevresi ile olan uyumsuzlukları bu çerçevede tamir edilmeye çalışılır. İçsel ve dışsal tüm desteklere rağmen kişi kendisi ve çevresi ile olan barışıklılığını kaybeder ve sıkıntıya düşerse o zaman bilimsel anlamda sistematik bir psikoterapiye ihtiyaç duyar. Bu anlamda uygulanan psikoterapi bilimsel ve sistematiktir. Hedefleri vardır ve bu hedeflere ulaşmak için bir takım araçlar kullanır. Kişi için önerilen bu hedefler ve amaçlar kişinin kültürü ve bireysel yapısı ile çok yakından ilgili olduğu gibi , kullanılan tekniklerde kişiye ve kültüre göre farklılklar oluşturmaktadır.

 

Kişiyi toplum içerisinde mutlu etmeye amaçlayan psikoterapi yaklaşımları ve teknikleri çok değişiklik arz etmektedir. Tüm bu teknikler dünyanın dört bir tarafında kullanılmaktadır. Bu psikoterapi yaklaşımları hastaların durumlarına göre tercih edilmekte ve kullanılmaktadır. Evrensel psikoterapi yaklaşımların incelediğimizde bunların doğasında ve doğuşunda bir takım temel varsayımların, kabullerin veya felsefi bir geri planın olduğunu görmekteyiz. Hatta bu tekniklerin ve muhtevaların gerisinde bir tarihten, bir kültürden ve bir coğrafyadan sözetmekte mümkündür.

 

Psikoterapide kullanılan teknikler içinde bir takım yaklaşımlarla hastaya ulaşılır. Hastayı aydınlatma, bilgilendirme, ikna etme, telkin verme, inandırma, kitap okutma, birtakım sesli ve görüntülü yayınları tavsiye etme yanında hipnoz da bir yaklaşım tarzı olarak kullanılmaktadır.

 

Hipnozun bir yaklaşım tarzı olarak kullanılması ile ilgili olarak Prof. Dr. C. Güleç kitabında şunları bahsetmektedir. “Kişinin bilinçli özdenetimini geçici olarak bir yana bırakarak hipnozu yapacak kişinin kendisine sunduğu öneri ve buyrukları almayı kabullendiği bir tür telkin yöntemidir. Hipnoza sokulacak kişide trans adı verilen değişik bir bilinçlilik durumu yaratma işlemi, otoriter bir tutumla olduğu kadar monoton, tekrarlayıcı ve iç dünyaya nüfuz edici yaklaımla da sağlanabilir. Hipnoza başvuranların bu konudaki önyargılarının ve endişelerinin önceden giderilmesi gerekir. Hipnozun gerçekten de tümüyle zararsız bir işlem ve yaşantı olduğu ve hipnoz etkisi altında kendisine istemediği herhangi bir şeyi yaptırmanın olanaksız olduğu iyice, inandırıcı bir biçimde açıklanmalıdır. Hiç bir zaman hipnozu yapan kişinin emrine girmenin, onun gücüne boyun eğmenin söz konusu olmadığına, kendi başına terkedilse bile hastanın bir süre sonra kendiliğinden uyanabileceğine ve bundan herhangibir rahatsızlık duymayacağına ilişkin güvenceler verilmelidir. Kişiye, gözlerini bir noktaya dikmesini(bu nokta hastanın dikkatini vermekte bir miktar güçlük çekebileceği bir odak olmalıdır) ve bütün dikkatini hipnozcunun sözlerine vermesi söylenir. Sonra oldukça otoriter ve ağır bir sesle kişiye yorulduğu ve elini kolunu kaldıramayacak kadar canının çekildiği ve uyuması gerektiği tekrar tekrar telkin edilir. Birkaç dakika içinde telkin yapılabilen kişiler gerçekten gerçekten de uykuya benzer bir durum içine girerler. Bu durmda bile hipnozcuyu dinlemeye, cevap vermeye ve hareket etmeye muktedir olurlar. Ancak üçe kadar sayınca uyanacakları telkin edildiğinde uyanırlar. Hipnoz altındaki kişiye hastalık belirtilerinden, yakınmalarından kurtulduğu telkin edilir. Gerçekten de hafif şiddetteki ve bilinçliliğe yakın düzeydeki nevrotik belirtilerden geçici de olsa kurtulmak bu yolla mümkündür. Ancak herkes hipnotik düzeyde telkine yatkın olmadığı gibi temel kişilik değişmediğinden kaybolan hastalık belirtisi tekrar ortaya çıkabilir. Bu gibi nedenlerle hipnozun psikoterapötik değeri oldukça sınırlıdır.

 

Hipnoz, nevrotik belirtileri hızlı bir biçimde gidermenin en iyi yolu değildir. Bu, daha ziyade terapistin kişiliğine bağlıdır. Bazıları, klasik psikoterapi ile daha iyisini yapar, çünkü iyileştirici güçler, psikiyatrik bir görüşme sırasında, hipnotik bir seansa göre çok daha büyük bir avantaj oluşturur. Herhangi bir psikoterapötik yaklaşımın başarısı büyük ihtimalle dürtüsel güçleri (psikanalitik terimlerle söylenirse “id” ) ile terapist arasındaki ilişkiye bağlıdır ve bazı terapistler, hastanın id’ini hipnozla, bazıları ise konuşma ve dinlemeyle daha kolay etkilerler. Herhangi bir psikoterapist tarafından uygulandığında “hangi yöntem en iyi sonuçları ortaya çıkarıyorsa, terapistin insanları tedavide en etkin yolu odur. ” diyebiliriz.

 

Hipnotik tedavi, basitçe hastayı hipnotize edip imgeleri değiştirmekten daha fazla bir işlemdir. Değiştirilmiş imge ve anıların, kişinin uyanıklılık kişiliğine uygun olması gerekir. Çoğu terapist ve psikiyatrist, aynı hastalık belirtilerini, aynı süre içinde, hipnoz olmaksızın da iyileştirebileceğine ve daha iyi sonuçlar alabileceğine inanır; çünkü başlangıçtan itibaren değişmiş imgeler hastanın normal kişiliğinin bir parçası haline gelmiştir. Ayrıca belirtiler kadar belirtilerin altında yatan nevrozunda tedavisi başlayabilir ki, bu hipnoz altındaki hasta için genellikle söz konusu değildir. Bu psikiyatristler, histerik ses kısıklığını, elli dakikalık bir hipnoz seansı yerine elli dakikalık bir görüşme ile giderdiklerinde hastaya daha kalıcı bir iyilik yaptıklarını düşünürler. “(Güleç, s:17, 1993) demektedir.

 

Sayın Güleç’in ifadelerinin büyük bir kısmına katılırken, hipnoterapi ile ilgili olumsuz bir takım yargılarına iştirak etmek mümkün değildir.Psikoterapide uygulanan teknik ile psikoterapi tamamen farklı şeylerdir. Sayın Güleç sanki hipnozu bir psikoterapi gibi kabul etmektedir.Halbuki hipnoz psikoterapi uygulamak için sadece bir araçtır. Hipnoz tekniği aracılığı ile yapılan psikoterapinin başarısı ise literatürde gözler önündedir. Herhangi bir bilimsel temele dayanmayan ve karşılaştırmalı çalışmaları ihtiva etmeyen böyle iddiaların bilim adına söylenmesi en azından insafsızlık olur. Hipnoterapinin ne olduğunu henüz bilmeyen, konu ile ilgili dünya literatürünü tanımayan ve en azından hipnoterapi uygulaması yapmayan kişilerin uluorta konuşmalarını doğru bulmamaktayım. Bir takım sahne göstericilerinin ve toplum şarlatanlarının eline bırakılan bu tedavi tekniğinin uygun olan vakalarda hastalara yapacağı çok şey olduğuna inanıyorum. Öncelikle hekimlerimizin bu tedavi tekniğini ele alarak her boyutu ile bilimsel olarak incelemek zorunda oldukları kanatindeyim.

 

Hipnoz tekniği ile psikoterapinin sıklıkla karıştırıldığına sayın Öztürk te şahit olmuşki, kitabında konuya şu şekilde değinmektedir. “Bir çok yayınlarda özel teknik ve araçların birer psikoterapi türü olarak sıralandığını görüyoruz. Kanıma göre kavramsal açıdan bu tür sıralamalarda bir aksaklık vardır. Örneğin uyutum (hipnoz) bir psikoterapi türü değil, değişik psikoterapi türlerinde kullanılabilecek araçtır. Uyutum (hipnoz) destekleyici, bastırıcı, derinliğine araştırıcı amaçlar için kullanılabilir. bunun gibi eğindirim (telkin), inandıram (ikna), güvence verme (reassurance), güdümsüz görüşme yöntemi (nondirective technique ) vb birer psikoterapi türü olmayıp ancak ve araç ve yöntemlerdir.” (Öztürk, 1989 s: 24)

 

Hipnoterapiyi, psikoterapik yaklaşımlarda aracı bir iletişim tekniği olarak kullanan bir hekim olarak hipnoterapi hakkında çok şey söyleyebilirim. İlaç, yalın psikoterapi ve hipnoterapiyi karşılaştırabilen ve hekimlik hayatında bu tekniklerin tamamını da kullanan bir araştırıcı olarak hipnoterapinin bir çok üstünlükleri olduğuna şahit oldum. Bu kitabımızda bunun tescili ve birikimlerimizin aktarılması amacını taşımaktadır. Hastalarımıza zarar vermeyen ve onları daha kısa sürede tedavi edebilen her teknik uygun ve kiullanılması gereken bir teknikdir. Hipnoterapi de bunlardan biridir. Dünya zaten bunu kabul etmiştir. Biz ise hale Mesmer dönemini yaşamaya devam ediyoruz.

 

Psikoterapilerin genel çerçevesini çizmeden önce, psikoterapileri sınıflandırmanın uygun olacağı kanaatindeyim. en uygun sınıflandırma kanaatime göre Öztürk hocanın yaptığı sınıflandırmadır. Prof. Dr. Öztürk’e göre psikoterapiler şu şekilde sınıflandırlmaktadır.

 

PSİKOTERAPİ TÜRLERİ

1. HEKİMİN HASTAYA YANAŞMA BİÇİMİ VE TUTUMUNA GÖRE:

 

A. Bastırıcı (Suppressive)

B. Destekleyici (Supportive)

C. Derinliğine araştırıcı (Explorative)

 

 

2. RUHSAL BOZUKLUK (PSİKOPATOLOJİ) ANLAYIŞI VE KURAMSAL ÇIKIŞ NOKTASINA GÖRE:

 

A. Psikodinamik temellere dayananlar:

a. Psikanaliz, Freud’un geliştirdiği psikanaliz ve bunun değiştirilmiş, uyarlanmış biçimleri

b. Freud’dan yöntemce büyük ayrılma göstermeyen fakat kuramsal açıdan ayrılıkları olan yeni analiz okulları (Jung, Adler, Rank, Horney, Sullivan…)

c. Psikanalitik nesne ilişkileri kuramı (Klein, Fairbairn, Kernberg..), psikanalitik benlik psikolojisi (Hartmann, Rpaport, Erikson…), psikanalitik kendilik psikolojisi (Kohut..)

B. Öğrenme ilkelerine dayanan davranışçı psikoterapi türleri: Sistematik duyarsızlaştırma (systematıc desensitization, Wolpe), üstüne gitme (exposure), itici koşullama (aversive training), olumlu pekiştirme ve söndürme (positive reinforcement and extinction ) vb.

C. Bilişsel psikopatoloji, bilgi işlemleme (information processing ), sosyal psikoloji ilkelerine dayananlar.

D. Varoluşçu (existential) ve olgu-bilimsel (phenomenologic) temellere dayananlar (Binswanger, Minkowski, Frankl, Strauss…)

 

3. SAĞALTIM DURUMUNUN BİÇİMİ VE YAPISINA GÖRE:

 

A. Bireysel (individual) psikoterapi

B. Kühe (group) psikoterapisi

C. Psikodrama

D. Oyun Psikoterapisi

E. Aile Psikoterapisi

 

Görüldüğü gibi böyle bir sınıflandırma bize bütün psikoterapi türlerine kuşbakışı bakmak olanağı vermektedir. Bu sınıflandırmanın herbir bölümündeki bir tür başka bölümdeki türle birlişmek, uzlaşmak durumundadır. Birbirlerinden ayrı ele almamıza olanak yoktur. Örneğin sağaltım durumunun biçimi ve yapısına göre bireysel psikoterapi dediğimizde, ne tür bir kuramsal dizgeye (sisteme) göre uygulandığı sorusu ortaya çıkmaktadır. Bu destekleyici, bastırıcı bireysel psikoterapi olabileceği gibi, derinliğine araştırıcı psikanalitik bir sağaltım da olabilir. Grup psikoterapisinde de analitik ya da destekleyici bir yol tutulabilir.” (Öztürk,1989, s:22-23)

 

ÇEŞİTLİ PSİKOTERAPİ TÜRLERİNDE KULLANILAN BAŞLICA RUHSAL VE FİZİKSEL ARAÇLAR:

 

1. Daha çok bastırıcı ve destekleyici psikoterapi türünde

A. Eğindirme (telkin,suggestion)

B. İnandırma (ikna, persuasyon)

C. Yol gösterme, rehberlik (guidance)

D. Danışma (counseling)

2. Bastırıcı, destekleyici ve derinliğine araştırıcı türlerde

A. Uyutum (hipnoz)

B. Uyuşturma (narkoz)

C. Boşaltma (catharsis)

3. Genellikle derinliğine araştırıcı, çözümleyici (psikanalitik türlerde)

A. Güdümsüz görüşme (non-directive interview)

B. Serbest çağrışım (free assocation)

C. Düşlerin çözümlenmesi

D. Sürçmelerin (parapraxis) çözümlenmesi

E. Simgelerin (sembollerin) çözümlenmesi

F. Direnç (resistance) ve aktarımın (transference) çözümlenmesi

G. açıklama ve yorumlamalar

4. Daha çok davranış psikoterapilerinde

A. Gevşeme, koşullama

B. Edimsel koşullama

C. Üstüne gitme (exposure)

D. Ödül-ceza teknikleri

F. Pekiştirme, söndürme

G. Çeşitli öğretme teknikleri

 

DOLAYSIZ ARAÇLAR:

 

1. Çevrenin değiştirilmesi (aile düzenlenmesi, hava değişimi, iş değiştirilmesi…)

 

2. İlaçlar, fizik sağaltım yolları, (faradi, banyolar, spor…) Çeşitli uğraşı, iş ve uyumlandırma (rehabilitasyon) yolları

 

Bu özetleme de görüldüğü gibi psikoterapide kullanılan araçlar daha çok şu ya da bu tür için yeğlenebilir; fakat genellikle her tür sağaltımda bu araçların herhangibiri, yeri ve sırası gelince kullanılabilir. Örneğin, en koyu geleneksel bir psikanalizde bile gerekince eğindirim, rehberlik, yol gösterme kullanılabileceği gibi destekleyici psikoterapide de bir düş yorumlaması yapılabilir.” (Öztürk, 1989, s:24-25)

 

Tedaviye aldığımız hastalarımızda temelde analizci bir yaklaşım sergilimeme rağmen tüm psikoterapi tekniklerini eklektik bir tarzda kullanmaktayım. Amaç hastaya en fazla yarar sağlayacak ve kısa sürede amacımıza ulaştıracak yolu şeçmek olmalıdır.

 

Makalenin yayınlandığı dergi “Psikonevrologiya Meseleleri 17 nci Burahılış. Azerbaycan Psihiatriya Assosiasiyası, Azerbaycan Nevrologiya Assosiasiyası 1997 Bakü Sahife: 151-159”

 

[1] Azerbaycan Tıp Üniversitesi Psikiyatri Ana Bilim Dalı Öğretim Üyesi

HOMOSEKSUALİTENİN OLUŞUMUNDA SOSYAL FAKTÖRLERİN ROLÜ

HOMOSEKSUALİTENİN OLUŞUMUNDA SOSYAL FAKTÖRLERİN ROLÜ

Prof. Dr. Agabey Sultanov[1], Doç. Dr. Geray Geraybeyli[2], Uz.Dr.Tahir Özakkaş[3]

ÖZET: Bu çalışma Azerbeycan Tıp Üniversitesinin Psikiyatri A.B.D.’ın 2 nolu hastahanesinde, 1992- 1997 yılları arasında yapılmıştır. Çalışmaya alınan vakalar, askerlik yoklaması veya diğer poliklinik ve hastahanelerden gönderilen kişiler olup, yaşları 18-26 yaş grubundaki 28 erkek hastadır.

 

Çalışmanın amacı;homoseksül davranışın oluşmasında sosyal faktörlerin etkisini ve rolünü öğrenmektir. Metod olarak, anamnez, fizik muayene, klinik psikopatolojik ve klinik sosyolojik muayene ve muhtelif laboratuvar testleri uygulanmıştır. Çalışmamızın sonucunda, homoseksüel yönelimin oluşmasında biyolojik faktörlerin yanında sosyolojik, ailevi, yapısal faktörlerin de büyük önemi olduğu tesbit edilmiştir. Bazı hastalar da ise sosyolojik faktörler homoseksüalitenin oluşmasında esas rolü oynamaktadır.

 

Homoseksualite problemi sadece psikiyatrinin güncel problemlerinden biri olmayıp aynı zamanda sexoloji, sosyoloji ve hukukun da güncel bir problemidir. Bu durum homoseksüaliteyi interdisipliner problemlerin tipi içine alırken aynı zamanda özel bir çalışma uygulamasını gerektirir.

 

Homoseksüalitenin etiolojisi hakkında araştırmaların tartışmaları bugüne kadar sürüyor. Uzun süreli yapılan araştırmalardan homoseksüalitenin yapısının sadece biyolojik ve de sosyal faktörlerle izah edilmesinin mümkün olmadığı gösterilmiştir.

Fakat bugünkü bilgiler bazı vakalarda homoseksüel eğilimlerin açığa çıkmasında temel rol oynayabilen sosyal faktörlerin olduğunu göstermiştir.

 

Biz bu çalışmada homoseksüalitenin oluşumunda sosyal faktörlerin rolü üzerinde durduk. Bilgilerimize göre homoseksüeller genellikle 20-26 yaş arasındaki genç şahıslardır.

 

Dikkat edilmesi gereken bir olgu ;çalışmaların çoğunda şahısların geç evlilikten doğmuş oldukları,ailenin son çocuğu olmaları, bazılarının doğumda doğum yaralanması geçirdikleridir. Bu olgu homoseksüalitenin yapısında organik yapılanmanın rolünün olduğu şeklindeki görüşleri pekiştirmektedir. Çalışma yapılan kişilerin belirgin özelliğinin çoğunun babasız olarak büyütülmüş olduğunu farkettik. Ailelerinde anne baskın bir kişiliğe haizdir. “Babasız”lığın sebep olduğu bu durum (homoseksüel ailelerde) Amerikan psikiyatristi R.Isey’in homoseksüal davranışın ortaya çıkmasında “baba” faktörü hakkındaki görüşleriyle bağdaşmaktadır.

 

Bilgilerimize göre,babanın yada erkeklere özgü tavırların, etkinin olmayışı maskülin etkinin eksikliği ve maskülin tavırların yok olmasına yol açmaktadır.

 

Bütün bu olgular erkekliğe yönelimin duygusal köküne götürmektedir bizleri. Ergenliğe kadar bu yönelim kendini oyunlarda ve arkadaşlıklarda gösterir, ergenlikten sonra bu yönelim kişinin seksüel kimliğini belirler.

Yine edindiğimiz bilgilere göre, homoseksüel davranışlı bu kişiler iyi ortamlarda yetişmektedirler.Ailelerinin çoğu da yüksek sınıflara mensup, kolay yaşam şartlarına sahip kişilerdir. Yani ailede baba yokken bile bu şahısların yetiştirilmesine çok büyük özen gösterilmektedir.

 

Üzerinde çalıştığımız şahısların ayırıcı yönü; yüksek bir eğitim ve kültür seviyesine sahip olmalarıdır. Onların çoğu “sanatçı” mizaçlı, müziğe, resime ve edebiyata çok büyük ilgileri vardır.

 

Biz,heteroseksüel çoğunluğun baskın olduğu toplumun temel özelliklerine ters bir gelişme gösteren homoseksüelist eğilimleri, duyguları ortaya çıkaran ve temel bir özellik olarak güzellik, müzik ve sanat dünyasına kanatlanmayı bir yapı olarak benimseyen homoseksüelist tesbiti yapan bazı araştırmacıların görüşlerine katılıyoruz.

 

Alkol ve uyuşturucu kullanımı homoseksüellerin için karakterize bir özellik değildir. Bugün homoseksüelistlere yönelik kişisel karakter araştırmaları ve insan eğilimlerinin şekillenmesinde kişisel faktörlerinin rolü büyük bir öneme haizdir.

Yaptığımız araştırmayla homoseksüellerin genelde utangaç, sıkılgan ve sosyal olmayan kişiler olduğunu gördük. Ayrıca bir başkasının etkisine kolayca girebilirler.

 

Ailede tek erkek çocuk olarak çoğu homoseksüelist ailenin sıcak şartlarında büyüyor ve aileleri tarafından “kızlar” gibi büyütülüyorlardı. Çocukluklarında kızlarla ve kızların oyuncaklarıyla oynamaktan hoşlanırlardı. Okuldaki sanat olaylarında bile kadın rollerine girerlerdi.

 

Çalışılan homoseksüellerin çoğu kozmetikle, kadın elbiseleriyle ilgilenir, annelerinin kız kardeşlerinin elbiselerini giyerlerdi. Bunlar anne baba tarafından teşvik edilirdi. Ayrıca bunlar asla özgür değillerdi. Sokakta çocuklarla oynamalarına ve sinemaya gitmelerine izin verilmezdi.

 

Arkadaşları onlara devamlı “kızlar” diyerek sataşırlardı. Ama onların çoğu bu lakaptan gurur bile duyardı, bunu bir hakaret olarak algılamazdı.

 

Ulaştığımız data A.M.Behterev’in “kişiliğin gelişim çağında kadın hareketlerinin gösterilmesi ve teşvik bir erkeği ileride kadın yapabilir, homoseksüaliteyi güçlendirir” şeklindeki görüşünü destekliyor.

 

Ergenlikten sonra kadınsal özellikler bu tip kişilerde ortaya çıkmaya başlar (Ses değişimi, tavırlardaki değişim) Sadece kadın çevresiyle ilgilenirler çünkü hayat “onlarla kolay”dır. Bu değişimlerinde kızlar da onları kendilerine yakın arkadaşlar sayarlar, sırlarını onlarla paylaşırlar.

 

Çalışılan kişilerin seksüel dönüşümlerinin çok erken ortaya çıkması oldukça ilginçtir. Fiziksel gelişimlerini erken tamamladıklarını söyleyebiliriz.

 

Bu erken seksüel olgunlaşmaya arkadaşlarının ya da kendilerinin cinsel gelişimlerine duyulan büyük ilgi eşlik eder. Sık sık arkadaşlarla bu konu üzerinde durulur.

 

Seksüel dönüşümün ilk işaretleri 8-9 yaşlarında görülür. Açıktır ki, bu erken gelişme ilk cinselliğin uyanışının sebebidir. Kişilerin kendi cinselliğini farketmeye yönelik bu hareket, karşı cinsi tanımaya çalışmaktan çok daha güçlüdür.

 

Yine bu şahıslar oldukça erken pornografiyle ve erotik filmlerle tanışmışlardır.Bütün bunlar açıkça seksüel dönüşüme yardım eden ,onun fark edilmesini sağlayan olgulardır. Fakat 12-14 yaşlarındaki bir ergen için karşı cins ile seksüel bağlantı kurmakta bazı sorunlar vardır bu çağda. Böylece bu yeniyetme “hiperseksüalitesini” onun için ulaşılması çok daha kolay olan kişilerle (arkadaşları) farketmeye çalışır. Böyle bağlantıların artması ve adölesandaki cinsel dönüşümün henüz tamamlanmayan farklılaşma homoseksüel köklerin yerleşmesine yardımcı olur.

 

Çalışılan kişilerin hepsinin kendi cinsel dönüşümüyle olan ilişkisi aynı değildir. Çoğu bunun etkisiyle bunalmış (ikisi intihara teşebbüs etmiş), bazıları ise homoseksüel dönüşümlerini “bilinmeyen” bir patolojiye ya da doğanın hatasına yormuşlardır. Ayrıca onlar bunu, sadece hoşnutsuzluklarından değil toplumun negatif reaksiyonundan dolayı yorumlamışlardır.

Bununla beraber, aynı zamanda homoseksüel şahısların çoğu kendi homoseksüel dönüşümlerini normal görmekte, bazen de cinsiyetlerini değiştirmeyi, hatta çoçuk doğurmayı düşünmektedirler.

 

Sonuç olarak, araştırmamızın da gösterdiği gibi, homoseksüalitenin biyolojik dayanak noktaları ne olursa olsun cinsel yönlendirmenin şekillenmesi birçok sosyal faktörün etkisi altında olan uzun ve karışık kişisel bir süreçtir.

 

KAYNAKLAR:

 

1. Money J., Russo A.J. Homosexüal outcome of discordant gender identity/role in childhood: longitudinal follow-up. J. Pediat. Psychol., 1979, vol.4, p.29-41

2. Masters W., Johnson V. Homosexuality in perspective. Boston, 1979,p.430-449

3. K. Imielinski Zarys seksuologii I seksiatrii, Warszawa, 1982, p. 296-309.

4. Zb. Starowicz Seksuologia sadowa, Warszawa, 1988, p. 54-59.

5. C. Spencer Homosexuality/ a HISTORY, London.1988.

6. J. Kon Introduction in sexologi, Moskow, 1989, p. 257-294.

 

Makalenin yayınlandığı dergi “7 nci Anadolu Psikiyatri Günleri 10-14 Aralık 1997 Palandöken Dedeman Oteli, ERZURUM . Bilimsel Çalışmalar Kitabı. Atatürk Üniversitesi Tıp Fakültesi Psikiyatri Ana Bilim Dalı & Psikiyatri Derneği Sayfa: 357-358”

Bu çalışma Uz. Dr. Tahir ÖZAKKAŞ tarafından sözel bildiri olarak sunulmuştur.

 

[1] Azerbaycan Tıp Üniversitesi Psikiyatri Ana Bilim Dalı Başkanı

[2] Azerbaycan Tıp Üniversitesi Psikiyatri Ana Bilim Dalı Öğretim Üyesi

[3] Azerbaycan Tıp Üniversitesi Psikiyatri Ana Bilim Dalı Öğretim Üyesi

HAŞHAŞ ALIMINDA ŞUURLULUK VE CEZA EHLİYETİ DURUMU

HAŞHAŞ ALIMINDA ŞUURLULUK VE CEZA EHLİYETİ DURUMU

Prof. Dr. Agabey Sultanov[1], Uz. Dr. Aras Manuçeri-lalei[2], Uz.Dr.Tahir Özakkaş[3]

Haşhaş kullanımıyla ilgili literatürde birçok bilgi mevcuttur.Ancak literatürdeki bilgiler zaman zaman birbirleriyle çelişmektedir. Bazen”haşhaş beyne ileri derecede zararlıdır” denilirken bazı durumlarda “glukom, kan hastalığı ve aıds gibi hastalıklarda az dozda alınırsa iyi geleceğinden bahsedilmektedir.

 

Tehlikeli davranışların oluşmasında haşhaş intoksikasyonunun rolüne yönelik yapılan araştırmalar yeterince fazla değildir.

Azerbaycan’da şu anda alkolizm aktüel ciddi bir problem olarak kabul edilmemektedir.Ancak bunu uyuşturucu maddeler,özellikle haşhaş için söylemek mümkün değildir.

 

Uzun yıllar yaptığımız araştırmalar göstermiştir ki;10 yıldan fazla haşhaş kullanan bazı şahıslarda apatik ve küntlük belirtilerinden başka psikopatolojik semptomlar görülmüyor. Böyle şahıslarda çoğu zaman topluma uyum sağlama ve iş yapabilme kabiliyetini muhafaza etme mümkün olmamaktadır. Bununla birlikte uzun yıllar haşhaş kullanma sonucu psikososyal aktivitesi düşmüş,kişiliği değişmiş şahıslarda vardırki, psikiyatristlerin veya adli tıp organlarının gözetimi altına hiç girmemiştir. Psikiyatrik araştırmalarda ve gözlemlerde ilk defa az dozda haşhaş alımından sonra şiddetli psikotik duruma düşen şahıslarında olduğu görülmüştür. Klinik takiplerimizde bir müddet sonra akut psikotik belirtilerin azaldığı veya kaybolduğu ,ancak hastalık belirtilerinin şizofreniye benzer karakter taşıyarak uzun müddet devam ettiği gözlemlenmiştir.

Haşhaş alan şahısların toplumsal davranışları ve suça yönelimleri konusunda tartışmak gerekir. Bütün bunlarla ilgili olarak yapılan adli psikiyatri raporlarının sonuçları ilginçtir:Suç işlemiş şahısların hareketlerinin derin analizi neticesinde bazen onlar şuurlu sayılmış ve suçlu kabul edilmişlerken bazı durumlarda ise şuursuz sayılmışlardır. Ayırıcı teşhisin ortaya konması ve mümkün derecede profilaktik tedbirlerin alınması amacıyla haşhaş alımı sonucunda suç işlemiş ve adli tıp merkezine gönderilmiş 138 şahıs üzerinde araştırma yapılmıştır. Bunlardan 35 şahıs şuursuz sayılmış 103 tanesi şuurlu kabul edilmiştir. Bütün şahıslar erkek olup yaşları 25-33 arasındadır.

 

Psikotik durum bazen direkt olarak haşhaş alımından sonra or taya çıkarken bazı durumlarda ise haşhaş alımıyla birlikte başka psişik hastalıkların ortaya çıkarılmasına neden olmuştur.Haşhaş alımına bağlı psikozların klinik görünümleri için çoğu zaman polimorf psişik bozukluklar karakteristiktir.

 

Bu dönemlerde hallüsinatör-paranoid belirtiler,affektif bozukluklar, düşüncenin bozulması(çoğu zaman delirler)şeklinde belirtiler ortaya çıkar. İntoksikasyon psikozunun şizofreniye benzer tiplerine de sıkça raslanmaktadır. Bu tip belirtiler sanki şizofreninin şiddetli atak dönemlerini hatırlatır. Endojen psikozları hatırlatan belirtiler arasında; bedenin muhtelif bölgelerinden verbal hallüsinasyonlar, tesir ve takip sanrıları,dahilik ve istidatla ilgili granduöz hezeyanlar , vergi sahibi olmakla ilgili mistik fikirler vardır. Şuurlu kabul edilen 103 kişi iki grupta değerlendirilmiştir. Birinci grupta haşhaş etkisi altında suç işlemiş şahıslar mevcuttur. İkinci grupta ise haşhaş etkisi kalktığı zamanlarda suç işleyen şahıslar vardır. Haşhaş etkisi; öfori, psikomotor aktivasyon, bazen anksiyeteli korku ile birlikte giden şiddetli hareketli rahatsızlık hissiyle karakterizedir.

 

Adli psikiyatri değerlendirmesi için gönderilen şahsın, kişilik özelliklerine, sosyal şartlarına ve kişinin toplumda tuttuğu statüsüne özellikle dikkat edilmiştir. Belirtmek lazımdır ki; muayene edilen bütün şahıslarda bu veya başka tipte ifade edilen karakter bozuklukları gözlenmiştir.

 

Klinik muayene göstermiştir ki; haşhaş alımıyla suç işlemiş şahıslar için temel özellik emosyonel labilliktir. Ayık vaziyette suç işleyen şahıslar içerisinde ise psikopatik kişilik özelliklerine haiz şahıslar çoktur. Suç işleme karakter bozukluğu ve uyuşturucu kullanımı arasındaki ilişki şu şekilde izah edilebilir: Emosyonel labillik durumundaki şahıslar uyuşturucu etkisine maruz kalırken psikomotor aktivasyona geçmekte, affektivitesini kontrol edemeyerek impulsif hareketlere yönelmekte sonuçta şahıslar suç işlemektedirler.

 

Ayık vaziyette iken bu tip şahıslar kendi hareketlerinin neticesini anlama kabiliyetini yitirmemektedirler.

Bilinmektedir ki; anti-sosyal kişilik bozukluğu olan şahısların esas özelliklerinden biri topluma karşı yönelmiş saldırgan davranışlardır.

 

Bu durumda haşhaş etkisine bağlı sarhoşluğun büyük önemi yoktur. Belirtmek lazımdır ki; birinci grupta da anti-sosyal kişilik özelliği gösteren şahıslar mevcuttur.

 

Paranoid tipli şahıslarında her iki grupla ilişkileri ortaya konmuştur. Şüpheye, keşif iddialarına eğilimi olan şahıslar hem haşhaş etkisindeyken hem de ayıkken suç işleyebilirler. Ayık vaziyette suç işleyenler içerisinde şizoid karakterli şahıslara çok rastlanır. Böyle şahıslar daha çok hırsızlık,uyuşturucu madde bulundurmakla ve satmakla cezalandırılırlar. Kendi içine kapanma belirtileri ve emosyonel karakterleri nedeniyle bu tip şahısların haşhaş alımına bağlı suç işlemeleri karakteristik değildir. Belirtmek lazımdır ki anksiyeteye korkuya eğilimi olan şahıslar suçu sadece haşhaş etkisi altında yapabilirler.

Bunun sebebi,haşhaşın etkisi altında bulunan bu tip şahıslardaki aksiyete, korku, kendine güvensizlik, zayıflık hisleri azalmakta veya yok olmakta onun yerine bilinç dışındaki arzular güçlenmekte ve kuvvet bulmaktadır. Cinsel karakterli suçların (zorlamak, exhibisyonizm) böyle şahıslar tarafından oluşturulması bu nedenledir. Histerik anankastik himayeye ihtiyacı olan şahısların sayısı az olduğundan bu iki grup arasındaki farklı özellikleri ortaya çıkarmak mümkün olmamıştır.

Sosyal şartlara göre her iki grupta olan şahıslar şehirde yaşıyor, bu yüzden sosyal ilişkileri ve kriminal şartlarla bağlantıları geniş oluyor.

 

Malumdur ki;kişiliğin oluşmasında ailenin,anne babanın ve yakın çevrenin niteliklerinin büyük önemi vardır. Çoğu durumlarda her iki grup içerisinde de anne babanın boşanması ,aile üyeleri arasında münakaşa, maddi imkansızlık, bakımsızlık, yalnız başına kalma, aşırı özgür bırakılma veya haddinden fazla baskı altında tutulma tesbit edilmiştir.

Sebat derecesi her iki grupta da alt seviyededir.Belirtmek lazımdır ki suçu uyuşturucu etkisi altında işleyen şahıslarda sosyal adaptasyon kabiliyeti daha yüksektir. Bu tip kişiler uyuşturucu almadıkları dönemde çalışmakta,sosyal ilişkilere girmekte bazıları ise aile kurabilmektedir. Bu duruma göre de haşhaş alınması bu tip şahıslarda devamlı değil epizedik karakter taşımaktadır. Bununla bağlantılı olarak da narkotik maddeye dayanabilme seviyesi inmekte,kısa müddette az miktarda haşhaş alımından sonra uyuşturucu etkisi ortaya çıkmaktadır.

 

Ayık vaziyette suç işlemiş şahıslar arasında çoğu durumlarda devamlı uyuşturucu madde alan şahıslar mevcuttur.İncelemeler göstermiştir ki bu tip şahıslar suç işleme anında kendi üzerlerindeki nezareti yitirmemeye çalışmakta ve ancak suçu işledikten sonra haşhaş almaktadırlar.

 

Netice itibarıyla,ikinci gruba dahil olan ve şuurlu sayılan şahıslarda devamlı ve zaman zaman haşhaş alımından ve alınan haşhaşın miktarına bağlı olmayarak zaman geçtikçe iradenin azalması ortaya çıkmakta ve onlar kriminal yapılı kimliklerinin etkisi altına girmektedirler.

 

 

 

Makalenin yayınlandığı dergi “7 nci Anadolu Psikiyatri Günleri 10-14 Aralık 1997 Palandöken Dedeman Oteli, ERZURUM . Bilimsel Çalışmalar Kitabı. Atatürk Üniversitesi Tıp Fakültesi Psikiyatri Ana Bilim Dalı & Psikiyatri Derneği Sayfa: 355-356”

Bu çalışma Uz. Dr. Tahir ÖZAKKAŞ tarafından sözel bildiri olarak sunulmuştur.

 

[1] Azerbaycan Tıp Üniversitesi Psikiyatri Ana Bilim Dalı Başkanı

[2] Azerbaycan Tıp Üniversitesi Psikiyatri Ana Bilim Dalı Öğretim Üyesi

[3] Azerbaycan Tıp Üniversitesi Psikiyatri Ana Bilim Dalı Öğretim Üyesi

GRUP PSİKOTERAPİLERİ

GRUP PSİKOTERAPİLERİ

Uz. Dr. Tahir ÖZAKKAŞ[1]

Grup psikoterapisi ile hipnoterapinin ne alakası vardır diye sorabilirsiniz. Literatürde grup hipnozlarından bahsedilmesine rağmen, bir kaç çalışmam haricinde bugüne kadar ciddi bir grup hipnozu çalışması yapmadım. 1980 yıllarında bir grup enürezisli yurt öğrencisi üzerinde yaptığımız grup hipnozu , dolayısıyle grup psikoterapisini bu çalışmalarım arasında sayabilirim.

 

Konumuzun başında da belirttiğim gibi tedavilerde eklektik bir yaklaşım izlemekteyim. Bu anlamda bireysel hipnoterapi uyguladığım hastalarımdan uygun gördüklerimi grup terapisine de almaktayım. Uygun vaka seçiminde grup terapisinin çok yararlarını ve olumlu sonuçlarını mütalaa ettim. Bu çerçevede grup terapisinin, hipnoterapi ile yakından ilgisi bulunmaktadır.

Grup tedavilerinin tarihine baktığımızda, bilimsel anlamda ilk kez 1907 yılında Pratt tarafından veremli hastalara uygulandığını görüyoruz. Veremli hastalarla görüşme, onlardan bilgi alma ve onlara bir takım direktifleri verme olarak haftada iki kez uygulama yapan Pratt, hastalarından çok olumlu tepkiler almıştır. Daha sonraları bu yöntem yaygınlaşmış ve bir çok alana girmiştir. Sadece psikiyatri departmanlarını değil etkileşim grupları altında tüm ülkeleri sarmıştır. Alkolikler, şeker hastaları, dullar, sorunlu kadınlar, sigara bağımlıları, uyuşturucu bağımlıları bu tip gruplar oluşturmuş ve birbirlerine yardımcı olmaya çalışmışlardır.

 

Bu arada grup terapileri psikiyatri kliniklerinin vazgeçilmez araçları haline gelmiştir. özellikle bireysel psikoterapinin zaman ve hekim yönünden yetersiz kaldığı dönemlerde cankurtaran simidi özelliğini kazanmıştır. Özellikle 2. dünya harbinden sonra görülen asker ve sivillerin problemlerinde yaygın olarak kullanılmıştır.

 

Kendiliğinden başlayan bu çalışmalar, yavaş yavaş bilimsel incelemlere, kontrollü çalışmalara kadar uzanmış. Her psikoterapi okulu veya anlayışı kendine has bir grup terapi tekniği geliştirmiştir. Konuya birazda eleştirisel bir yaklaşım tarzı ile inceleyen meşhur grup terapi lideri irwing Yalom şunları açıklamaktadır.”Serbest etkileşim özellikleri gösteren bir grup, bazı yapısal sınırlamalarla birlikte zamanla katılanların toplumsal bir mikrokosmosuna dönüşecektir. yeterli bir zaman verildiğinde her hasta kendisi olmaya çalışacaktır. Kişi grup üyeleriyle tıpkı kendi toplumsal ortamı içindeymişçesine ilişki kuracak, grupta alışageldiği kişiler arası evreni yeniden yaratacaktır. Başka bir deyimle, kişilerarası uyumsuz toplumsal davranışlarını grup içinde göstermeye başlayacaklardır;onlar açısından patolojilerinin tanımlanması gerekmektedir:Er veya geç bunu grup üyelerinin gözleri önüne sereceklerdir.

 

Bu kavramın grup terapisinde büyük önemi vardır ve grup terapisi yaklaşımının bütünün dayandığı bir temel oluşturur. Bu durum, her bir terapistin gruptaki olaylar hakkında algı ve yorumlarının ve tanımlama için kullandıkları dilin bağlı oldukları ekole göre değişmesine karşın klinisyenler tarafından geniş biçimde kabul görmektedir. Freudcular hastaları diğerleriyle ilişkileri çerçevesinde oral, sadistik veya mazohistik gereksinimlerini ortaya koyar tarzda görebilirler; nesne ilişkileri teorisyenleri bölünme (splitting), yansıtıcı özdeşim (projective identification), idealleştirme (idealization), ayna gibi yansıtma (mirroring), değersizleştirme (devaluation), üzerine odaklaşabilirler; davranışı düzeltmeye yönelik terapistler yönetme (conning) ve sömürücü davranışı (exploitative behavior) ön plana alabilir; bazı sosyal psikologlar egemenlik, etki etme veya dahil olmaya ilişkin türlü çabaları öncelikle gözönüne alabilir; Adlerciler daha fazla olarak telafi edici davranıştan söz açabilir ve doğum sırasını göz önüne almaları (en küçük kız kardeş, büyük erkek kardeş gibi) olasıdır; Karen Horney’i izleyenler enerjilerini tarafsız ve ilgisiz görünmeye harcayan ayrı ve boyun eğmiş kişiler ve diğerlerinin yanlışlarını kanıtlayarak kendi doğruluklarını doğrulamaya çalışan gururlu-kinci kişiler üzerine dikkatlerini yöneltebilrler.” (Yalom, s:27,1992)

 

Grup tedavilerinde tedavi edici etmenleri belirli başlıklar altında toplamak mümkündür. Bunlar;

 

1. Umut aşılama,

2. Evrensellik,

3. Bilgisel katkıda bulunma

4. Özverili olma ve fedakarca davranma,

5. Birincil aile özelliklerinin grupta tekrar yaşanması ve bunun tedavi edici özelliği,

6. Toplumsallaştırıcı tekniklerin gelişimi,

7. Taklitçi davranış,

8. Karşılıklı öğrenme,

9. Grup bağlılığı,

10. Duygusal boşalım (Katarzis),

11. Varoluş etmenleri.

 

Kişilerarası bir etkilenme ve öğrenme süreci olan grup terapisinde beklenen etkiler ve yararları şu ana başlıklar altında incelemek mümkündür.;

 

1. Kişilerarası ilişkilerin önemi;

2. Tedavi edici coşkusal yaşantı ve tecrübe;

3. Grubun bir toplumsal mikrokosmos olma niteliği.

 

Bu ilkeler mantıksal bir sıralamaya sokulduğu takdirde kişilerarası öğrenme mekanizmasının tedavi edici bir etmen olma niteliği daha açık olmaktadır.

 

1. Psikiyatrik semptomatoloji kişilar arası bozuk ilişkilerden kaynaklanmaktadır. Psikoterapinin görevi çarpık olmayan, doyurucu kişilerarası ilişkilerin nasıl geliştirileceğinin öğrenilmesinde hastaya yardımcı olmaktır.

 

2. Kendi gelişimini sağlayan psikoterapi grubu katı yapısal kısıtlamalarla engellenmez, toplumsal bir mikrokosmosa, her bir hastanın toplumsal evrenin minyatür hale getirilmiş bir temsiline dönüşür.

 

3. Grup üyeleri karşılıklı onaylama ve iç gözlem yoluyla kendi kişiler arası davranışlarının çeşitli yönlerinin, kendi güçlerinin, sınırlarının, parataksik çarpıtmalarının ve diğer insanlara karşı istenmeyen tepkilere neden olan uyumsuz davranışlarının farkına varırlar. Geçmişte bir dizi yıkıcı ilişkisi olan ve bunların ardından reddedilmeyi yaşayan hasta bu yaşantıları diğerleri açısından yorumlamayı başaramamıştır. Başkalrının ondaki güvensizliği sezmeleri ve normal toplumsal ilişkilerde etiket koyarak davranmaları nedeniyle kişi hiçbir zaman neden reddedildiğini anlayamayacaktır. Bu nedenle, hasta hiçbir zaman davranışının sakıncalı yönlerini ayırt etmeyi ve kendinin neden kabul edilemez bir kişi olduğunu öğrenememiş olacaktır. Terapi grubu tam bir geri bildirim içinde destekleyici yönüyle böylesi bir ayırt etmeyi olanaklı kılmaktadır.

 

4. Düzenli bir kişilerarası ilişki dizisi oluşur:

 

a. Patolojinin ortaya konması (üye diğerinin davranışını ortaya kor)

 

b. Kişinin geribildirim ve iç gözlem yoluyla:

1. Davranış açısından daha iyi bir gözlemci olması

2. Davranışının etkilerini şu yönlerden değerlendirmesi

a. Diğerlerinin duyguları

b. Diğerlerinin kendisi hakkında kanıları;

c. Kendi kendisi hakkında edindiği kanılar;

 

5.Bu zincirin bütünüyle farkına varan hasta, bunlardan kaynaklanan kişisel sorumluluğun da farkında olur. Her birey kendi kişiler arası ilişkiler dünyasının yaratıcısıdır.

 

6. Bu kişilerarası ilişkiler dünyasında kişisel sorumluluğu bütünüyle kabullenen birey ardından bu keşfin sonuçlarını yakalmaya başlayabilir: Bu dünyayı yaratan kişi, aynı zamanda onu değiştirebilen tek kişidir.

 

7. Bu bilinçlenmenin derinliği ve anlamlılığı sonuçlardan etkilenme derecesiyle doğru orantılıdır. Bir yaşantı ne denli gerçek ve ne denli coşkusalsa, etkisi o denli güçlüdür; ne kadar nesnelleştirilmiş ve düşünselleştirilmişse öğrenme açısından o kadar etkisizdir.

 

8. Bu bilnçlenmenin bir sonucu olarak hasta diğerleri ile ilişki de yeni yolları göze alarak aşamalı bir biçimde değişim geçirir. Değişimin gerçekleşmesi olasılığı şu koşulların bir işlevidir:

 

a. Hastanın değişim güdülenimi ve uygulamakta olduğu davranış tarzının doğurduğu kişisel rahatsızlık ve doyumsuzluğun derecesi;

b. Hastanın gruba ilgisi, yani grubu kabullenmenin hasta için ne derece önem taşıdığı;

c. Hastanın karakter yapısının ve kişiler arası davranış biçiminin katılığı

 

9. Davranıştaki değişim iç gözlem ve diğer üyelerden kaynaklanan geribildirim yoluyla kişiler arası öğrenmede yeni bir dönüm noktası oluşturabilir. Bundan başka hasta şimdiye dek söz konusu davranışı engelleyen, korkulan bazı felaketlerin akıldışı olduğunu kavrar; bu yeni davranış ölüm, yıkım, terkedilme, alay edilme, yerin dibine geçme gibi felaketlere yol açmıştır.

 

10. Toplumsal mikrokosmos kavramı iki yönlüdür. Davranışın dış görünümü grupta belirgin hale geçmekle kalmaz, grupta öğrenilen davranış sonuçta hastanın toplumsal çevresine aktarılır ve grup dışındaki kişiler arası davranışlarında değişiklikler ortaya çıkar.

 

11. Uyumsal bir sarmal (adaptive spiral) aşamalı olarak önce grup içinde, sonra dışında harekete geçirilir. Kişiler arası çarpıklıklar azaldığından olumlu karşılığı bulunan ilişkileri biçimlendirme gücü artar. Toplumsal bunaltı azalır; diğerleri bu davranışa olumlu tepki verir ve hastaya karşı daha fazla onay ve kabul gösterir,bu durum benlik değerini daha da yükseltir ve değişimi daha da artırır. Sonuçta uyumsal sarmal profosyonel terapinin gerekmediği ölçüde özerklik ve yarar sağlar.

 

Bu aşamaların herbiri için terapistin sağlayacağı kolaylıklara ihtiyaç vardır. Terapistin farklı davranış grupları ortaya koyması gerekir: Özel geribildirimler sağlama, iç gözlemi destekleme, sorumluluk kavramını açiklama, risk almayı destekleme, felaket getirici sonuç fantezisini onaylamama, öğrenilenin aktarılmasının desteklenmesi ve benzerleri gibi.” (Yalom, s:40-41, 1992)

 

Carl Rogers’e göre ideal bir terapist hasta ilişkisinde yaşanması gereken iletişim veya süreç şu şekilde olmalıdır:

“Hasta duygularını dışa vurmada giderek özgürleşir.

 

Gerçeği sınamaya başlar ve çevresiyle, kendisiyle, diğer kişilerle ve yaşantılarıyla ilgili duyguları ve algıları konusunda daha ayırt edici olur.

 

Yaşantıları ve kendine ilişkin kavramları arasındaki uygunsuzluğun giderek farkına varır.

 

Önceden yadsıdığı veya bilinç alanında çarpıttığı duygularının da farkına varır.

 

Terapistin koşulsuz ve olumlu ilgisiyle giderek tehditsiz yaşayabilmeye kendine karşı koşulsuz ve olumlu bir ilgi duyabilmeye başlar.

 

Kendini giderek bir nesnenin veya yaşantının oluşmasında ve bir değer kazanmasında odak noktası olarak görmeye başlar.

 

Kendisini başkalarının nasıl değerlendirdiği konusundaki algısından çok söz konusu algının kendi gelişimini olumlu biçimde etkilemesine göre eylemlerde bulunur.” (Yalom, s:53, 1992)

 

Grup terapisinde tüm amaç hastanın kendisi ve çevresi ile olan barışıklılığını sağlamaktır. Bunu sağlarken her bireyde doğuştan mevcut olan bir takım mekanizmalrın önündeki engelleri kaldırmak hekimin görevidir. Hekim bu anlamda sadece bir yol gösterici bir rehber konmundadır. Zaman zaman telkin verivci, zaman zaman ikna edici, zaman zaman iyi bir dosttur.

Hekimin tedavideki hedefi aşağıdaki gerçekleri hastaya kabul ettirmektir. Bunlar;

 

1. Kendim için yarattığım dünyayı yalnızca ben değiştirebilirim.

2. Değişmekte bir tehlike yoktur.

3. Gerçekten istiyorsam değişmem gerekir.

4. Değişebilirim, güçlüyüm.

 

Grup terapileri, bireysel hipnoterapi ile birlikte yürütülebilir. Özellikle hipnodramalar sayesinde oluşturulmaya çalışılan yeni kişiliğin ilk sınama ve deneme laboratuvarı bu grup terapileri olabilir.

 

Makalenin yayınlandığı dergi “Psikonevrologiya Meseleleri 17 nci Burahılış. Azerbaycan Psihiatriya Assosiasiyası, Azerbaycan Nevrologiya Assosiasiyası 1997 Bakü Sahife: 159-164”

 

[1] Azerbaycan Tıp Üniversitesi Psikiyatri Ana Bilim Dalı Öğretim Üyesi

GRUP PSİKOTERAPİLERİ

GRUP PSİKOTERAPİLERİ

Uz. Dr. Tahir ÖZAKKAŞ[1]

Grup psikoterapisi ile hipnoterapinin ne alakası vardır diye sorabilirsiniz. Literatürde grup hipnozlarından bahsedilmesine rağmen, bir kaç çalışmam haricinde bugüne kadar ciddi bir grup hipnozu çalışması yapmadım. 1980 yıllarında bir grup enürezisli yurt öğrencisi üzerinde yaptığımız grup hipnozu , dolayısıyle grup psikoterapisini bu çalışmalarım arasında sayabilirim.

 

Konumuzun başında da belirttiğim gibi tedavilerde eklektik bir yaklaşım izlemekteyim. Bu anlamda bireysel hipnoterapi uyguladığım hastalarımdan uygun gördüklerimi grup terapisine de almaktayım. Uygun vaka seçiminde grup terapisinin çok yararlarını ve olumlu sonuçlarını mütalaa ettim. Bu çerçevede grup terapisinin, hipnoterapi ile yakından ilgisi bulunmaktadır.

Grup tedavilerinin tarihine baktığımızda, bilimsel anlamda ilk kez 1907 yılında Pratt tarafından veremli hastalara uygulandığını görüyoruz. Veremli hastalarla görüşme, onlardan bilgi alma ve onlara bir takım direktifleri verme olarak haftada iki kez uygulama yapan Pratt, hastalarından çok olumlu tepkiler almıştır. Daha sonraları bu yöntem yaygınlaşmış ve bir çok alana girmiştir. Sadece psikiyatri departmanlarını değil etkileşim grupları altında tüm ülkeleri sarmıştır. Alkolikler, şeker hastaları, dullar, sorunlu kadınlar, sigara bağımlıları, uyuşturucu bağımlıları bu tip gruplar oluşturmuş ve birbirlerine yardımcı olmaya çalışmışlardır.

 

Bu arada grup terapileri psikiyatri kliniklerinin vazgeçilmez araçları haline gelmiştir. özellikle bireysel psikoterapinin zaman ve hekim yönünden yetersiz kaldığı dönemlerde cankurtaran simidi özelliğini kazanmıştır. Özellikle 2. dünya harbinden sonra görülen asker ve sivillerin problemlerinde yaygın olarak kullanılmıştır.

 

Kendiliğinden başlayan bu çalışmalar, yavaş yavaş bilimsel incelemlere, kontrollü çalışmalara kadar uzanmış. Her psikoterapi okulu veya anlayışı kendine has bir grup terapi tekniği geliştirmiştir. Konuya birazda eleştirisel bir yaklaşım tarzı ile inceleyen meşhur grup terapi lideri irwing Yalom şunları açıklamaktadır.”Serbest etkileşim özellikleri gösteren bir grup, bazı yapısal sınırlamalarla birlikte zamanla katılanların toplumsal bir mikrokosmosuna dönüşecektir. yeterli bir zaman verildiğinde her hasta kendisi olmaya çalışacaktır. Kişi grup üyeleriyle tıpkı kendi toplumsal ortamı içindeymişçesine ilişki kuracak, grupta alışageldiği kişiler arası evreni yeniden yaratacaktır. Başka bir deyimle, kişilerarası uyumsuz toplumsal davranışlarını grup içinde göstermeye başlayacaklardır;onlar açısından patolojilerinin tanımlanması gerekmektedir:Er veya geç bunu grup üyelerinin gözleri önüne sereceklerdir.

 

Bu kavramın grup terapisinde büyük önemi vardır ve grup terapisi yaklaşımının bütünün dayandığı bir temel oluşturur. Bu durum, her bir terapistin gruptaki olaylar hakkında algı ve yorumlarının ve tanımlama için kullandıkları dilin bağlı oldukları ekole göre değişmesine karşın klinisyenler tarafından geniş biçimde kabul görmektedir. Freudcular hastaları diğerleriyle ilişkileri çerçevesinde oral, sadistik veya mazohistik gereksinimlerini ortaya koyar tarzda görebilirler; nesne ilişkileri teorisyenleri bölünme (splitting), yansıtıcı özdeşim (projective identification), idealleştirme (idealization), ayna gibi yansıtma (mirroring), değersizleştirme (devaluation), üzerine odaklaşabilirler; davranışı düzeltmeye yönelik terapistler yönetme (conning) ve sömürücü davranışı (exploitative behavior) ön plana alabilir; bazı sosyal psikologlar egemenlik, etki etme veya dahil olmaya ilişkin türlü çabaları öncelikle gözönüne alabilir; Adlerciler daha fazla olarak telafi edici davranıştan söz açabilir ve doğum sırasını göz önüne almaları (en küçük kız kardeş, büyük erkek kardeş gibi) olasıdır; Karen Horney’i izleyenler enerjilerini tarafsız ve ilgisiz görünmeye harcayan ayrı ve boyun eğmiş kişiler ve diğerlerinin yanlışlarını kanıtlayarak kendi doğruluklarını doğrulamaya çalışan gururlu-kinci kişiler üzerine dikkatlerini yöneltebilrler.” (Yalom, s:27,1992)

 

Grup tedavilerinde tedavi edici etmenleri belirli başlıklar altında toplamak mümkündür. Bunlar;

 

1. Umut aşılama,

2. Evrensellik,

3. Bilgisel katkıda bulunma

4. Özverili olma ve fedakarca davranma,

5. Birincil aile özelliklerinin grupta tekrar yaşanması ve bunun tedavi edici özelliği,

6. Toplumsallaştırıcı tekniklerin gelişimi,

7. Taklitçi davranış,

8. Karşılıklı öğrenme,

9. Grup bağlılığı,

10. Duygusal boşalım (Katarzis),

11. Varoluş etmenleri.

 

Kişilerarası bir etkilenme ve öğrenme süreci olan grup terapisinde beklenen etkiler ve yararları şu ana başlıklar altında incelemek mümkündür.;

 

1. Kişilerarası ilişkilerin önemi;

2. Tedavi edici coşkusal yaşantı ve tecrübe;

3. Grubun bir toplumsal mikrokosmos olma niteliği.

 

Bu ilkeler mantıksal bir sıralamaya sokulduğu takdirde kişilerarası öğrenme mekanizmasının tedavi edici bir etmen olma niteliği daha açık olmaktadır.

 

1. Psikiyatrik semptomatoloji kişilar arası bozuk ilişkilerden kaynaklanmaktadır. Psikoterapinin görevi çarpık olmayan, doyurucu kişilerarası ilişkilerin nasıl geliştirileceğinin öğrenilmesinde hastaya yardımcı olmaktır.

 

2. Kendi gelişimini sağlayan psikoterapi grubu katı yapısal kısıtlamalarla engellenmez, toplumsal bir mikrokosmosa, her bir hastanın toplumsal evrenin minyatür hale getirilmiş bir temsiline dönüşür.

 

3. Grup üyeleri karşılıklı onaylama ve iç gözlem yoluyla kendi kişiler arası davranışlarının çeşitli yönlerinin, kendi güçlerinin, sınırlarının, parataksik çarpıtmalarının ve diğer insanlara karşı istenmeyen tepkilere neden olan uyumsuz davranışlarının farkına varırlar. Geçmişte bir dizi yıkıcı ilişkisi olan ve bunların ardından reddedilmeyi yaşayan hasta bu yaşantıları diğerleri açısından yorumlamayı başaramamıştır. Başkalrının ondaki güvensizliği sezmeleri ve normal toplumsal ilişkilerde etiket koyarak davranmaları nedeniyle kişi hiçbir zaman neden reddedildiğini anlayamayacaktır. Bu nedenle, hasta hiçbir zaman davranışının sakıncalı yönlerini ayırt etmeyi ve kendinin neden kabul edilemez bir kişi olduğunu öğrenememiş olacaktır. Terapi grubu tam bir geri bildirim içinde destekleyici yönüyle böylesi bir ayırt etmeyi olanaklı kılmaktadır.

 

4. Düzenli bir kişilerarası ilişki dizisi oluşur:

 

a. Patolojinin ortaya konması (üye diğerinin davranışını ortaya kor)

 

b. Kişinin geribildirim ve iç gözlem yoluyla:

1. Davranış açısından daha iyi bir gözlemci olması

2. Davranışının etkilerini şu yönlerden değerlendirmesi

a. Diğerlerinin duyguları

b. Diğerlerinin kendisi hakkında kanıları;

c. Kendi kendisi hakkında edindiği kanılar;

 

5.Bu zincirin bütünüyle farkına varan hasta, bunlardan kaynaklanan kişisel sorumluluğun da farkında olur. Her birey kendi kişiler arası ilişkiler dünyasının yaratıcısıdır.

 

6. Bu kişilerarası ilişkiler dünyasında kişisel sorumluluğu bütünüyle kabullenen birey ardından bu keşfin sonuçlarını yakalmaya başlayabilir: Bu dünyayı yaratan kişi, aynı zamanda onu değiştirebilen tek kişidir.

 

7. Bu bilinçlenmenin derinliği ve anlamlılığı sonuçlardan etkilenme derecesiyle doğru orantılıdır. Bir yaşantı ne denli gerçek ve ne denli coşkusalsa, etkisi o denli güçlüdür; ne kadar nesnelleştirilmiş ve düşünselleştirilmişse öğrenme açısından o kadar etkisizdir.

 

8. Bu bilnçlenmenin bir sonucu olarak hasta diğerleri ile ilişki de yeni yolları göze alarak aşamalı bir biçimde değişim geçirir. Değişimin gerçekleşmesi olasılığı şu koşulların bir işlevidir:

 

a. Hastanın değişim güdülenimi ve uygulamakta olduğu davranış tarzının doğurduğu kişisel rahatsızlık ve doyumsuzluğun derecesi;

b. Hastanın gruba ilgisi, yani grubu kabullenmenin hasta için ne derece önem taşıdığı;

c. Hastanın karakter yapısının ve kişiler arası davranış biçiminin katılığı

 

9. Davranıştaki değişim iç gözlem ve diğer üyelerden kaynaklanan geribildirim yoluyla kişiler arası öğrenmede yeni bir dönüm noktası oluşturabilir. Bundan başka hasta şimdiye dek söz konusu davranışı engelleyen, korkulan bazı felaketlerin akıldışı olduğunu kavrar; bu yeni davranış ölüm, yıkım, terkedilme, alay edilme, yerin dibine geçme gibi felaketlere yol açmıştır.

 

10. Toplumsal mikrokosmos kavramı iki yönlüdür. Davranışın dış görünümü grupta belirgin hale geçmekle kalmaz, grupta öğrenilen davranış sonuçta hastanın toplumsal çevresine aktarılır ve grup dışındaki kişiler arası davranışlarında değişiklikler ortaya çıkar.

 

11. Uyumsal bir sarmal (adaptive spiral) aşamalı olarak önce grup içinde, sonra dışında harekete geçirilir. Kişiler arası çarpıklıklar azaldığından olumlu karşılığı bulunan ilişkileri biçimlendirme gücü artar. Toplumsal bunaltı azalır; diğerleri bu davranışa olumlu tepki verir ve hastaya karşı daha fazla onay ve kabul gösterir,bu durum benlik değerini daha da yükseltir ve değişimi daha da artırır. Sonuçta uyumsal sarmal profosyonel terapinin gerekmediği ölçüde özerklik ve yarar sağlar.

 

Bu aşamaların herbiri için terapistin sağlayacağı kolaylıklara ihtiyaç vardır. Terapistin farklı davranış grupları ortaya koyması gerekir: Özel geribildirimler sağlama, iç gözlemi destekleme, sorumluluk kavramını açiklama, risk almayı destekleme, felaket getirici sonuç fantezisini onaylamama, öğrenilenin aktarılmasının desteklenmesi ve benzerleri gibi.” (Yalom, s:40-41, 1992)

 

Carl Rogers’e göre ideal bir terapist hasta ilişkisinde yaşanması gereken iletişim veya süreç şu şekilde olmalıdır:

“Hasta duygularını dışa vurmada giderek özgürleşir.

 

Gerçeği sınamaya başlar ve çevresiyle, kendisiyle, diğer kişilerle ve yaşantılarıyla ilgili duyguları ve algıları konusunda daha ayırt edici olur.

 

Yaşantıları ve kendine ilişkin kavramları arasındaki uygunsuzluğun giderek farkına varır.

 

Önceden yadsıdığı veya bilinç alanında çarpıttığı duygularının da farkına varır.

 

Terapistin koşulsuz ve olumlu ilgisiyle giderek tehditsiz yaşayabilmeye kendine karşı koşulsuz ve olumlu bir ilgi duyabilmeye başlar.

 

Kendini giderek bir nesnenin veya yaşantının oluşmasında ve bir değer kazanmasında odak noktası olarak görmeye başlar.

 

Kendisini başkalarının nasıl değerlendirdiği konusundaki algısından çok söz konusu algının kendi gelişimini olumlu biçimde etkilemesine göre eylemlerde bulunur.” (Yalom, s:53, 1992)

 

Grup terapisinde tüm amaç hastanın kendisi ve çevresi ile olan barışıklılığını sağlamaktır. Bunu sağlarken her bireyde doğuştan mevcut olan bir takım mekanizmalrın önündeki engelleri kaldırmak hekimin görevidir. Hekim bu anlamda sadece bir yol gösterici bir rehber konmundadır. Zaman zaman telkin verivci, zaman zaman ikna edici, zaman zaman iyi bir dosttur.

Hekimin tedavideki hedefi aşağıdaki gerçekleri hastaya kabul ettirmektir. Bunlar;

 

1. Kendim için yarattığım dünyayı yalnızca ben değiştirebilirim.

2. Değişmekte bir tehlike yoktur.

3. Gerçekten istiyorsam değişmem gerekir.

4. Değişebilirim, güçlüyüm.

 

Grup terapileri, bireysel hipnoterapi ile birlikte yürütülebilir. Özellikle hipnodramalar sayesinde oluşturulmaya çalışılan yeni kişiliğin ilk sınama ve deneme laboratuvarı bu grup terapileri olabilir.

 

Makalenin yayınlandığı dergi “Psikonevrologiya Meseleleri 17 nci Burahılış. Azerbaycan Psihiatriya Assosiasiyası, Azerbaycan Nevrologiya Assosiasiyası 1997 Bakü Sahife: 159-164”

 

[1] Azerbaycan Tıp Üniversitesi Psikiyatri Ana Bilim Dalı Öğretim Üyesi

AZERBAYCAN’DA ZORUNLU TEDAVİYE ALINMIŞ PSİKİYATRİK HASTALARIN SOSYAL ADAPTASYONUNDA AİLE İÇİNDEKİ

AZERBEYCAN’DA ZORUNLU TEDAVİYE ALINMIŞ PSİKİYATRİK HASTALARIN SOSYAL ADAPTASYONUNDA AİLE İÇİNDEKİ İLİŞKİLERİN ÖNEMİ

Prof. Dr. Agabey Sultanov[1], Doç. Dr. Geray Geraybeyli[2], Uz.Dr.Tahir Özakkaş[3]

Adli psikiyatrinin esas amacı, akıl hastalarının sosyal tehlikeli eylemlerinin kontrol altında tutulmasıdır. Bunların arasında en önemli ve karmaşık problemlerden biri zorunlu tedavinin zamanında bitirilmesidir. Hastalığın formu, psikopatolojik durum, psikofarmakolojik etkinin yararlılığı, remisyonun stabilliği ile birlikte hastanın yaşamını sürdüreceği ortamın genel durumu dikkatle değerlendirilmelidir.

 

Evine gönderilen bu tip hastalar çoğu zaman, ev şartları iyi ise kendindeki bir çok patolojik düşünce ve hislerde azalma olmaktadır. Güvensizlik, huzursuzluk, şüphecilik gibi duygularda azalma gözlemlenmektedir. Bazı durumlarda ise, hastanın yaşamını sürdüreceği ortamın olumsuz etkilerinin hasta üzerindeki negatif tesirlerini de gözlemek mümkündür. Bu tip olumsuz bir çevre içerisinde yaşamak zorunda olan hastalarda, çevresindeki insanların olumsuz yaklaşımları onlarda mevcut bulunan olumsuz düşünce ve duyguları artırmaktadır.

 

Lindeser’e (1961) göre, bu tip hastaları çatışmalı bir çevre içerisine bırakmak amaca uygun düşmemektedir. Çünkü çevresindeki insanlar hastayı anlamaktan çok uzaktalar ve sonuç itibariyle hasta bu durumdan ileri derecede rahatsız olmakta ve hastalık semptomları alevlenebilmektedir. M. Xefner’e (1968) göre, hastanın hastahanede olduğu dönem, aile içinde meydana gelen bir takım değişikliklere kişinin yeniden adaptasyonunun zorlaştıran bir faktör gibi karşımıza çıktığını belirtmektedir. V. Deley ve E.D. Valmiş’e (1974) göre, hastanın eve gönderilmesi işlemin hekimin çok yakından takip etmesi ve şartları gözden geçirmesi gerekmektedir. Doktor, hastasını evine gönderme kararı alana kadarki olan dönemde ailenin durumunu tüm boyutları ile öğrenmeli, hatta hastanın bilmediği bir takım aile içi sorunları da takip edebilmelidir.

 

Bununla ilintili olarak bizim düşüncemize göre, hasta ev şartlarında tedaviye alınıp kontrol istasyonlarından takip edilme kararı verilirken, hastanın yakın akrabaları ve çevresinden en üst seviyede yararlanmaya çalışılmalıdır. Zorunlu tedavi geçirmiş hastaların evlerine gönderilmesi özel ve daha karmaşık bir durumdur. Çünkü oluşturduğu sosyal tehlikeli eylemlerin etkileri ve korkuları, çevresindeki insanlarla sağlıklı bir zeminde ilişkiler ağını oluşturmasını zorlaştırır. Bu durukma göre de hastanın kişilik özelliklerini bildikten sonra onun mikrososyal çevresini ve ilk etapta ailesini incelemek gerekir. Çünkü aile; başka sosyal gruplardan stabilliği, kişiler arası ilişkilerin yoğunluğu ve önemliliği ile ayrışmaktadır.

 

Biz bu araştırmamızda 200 şizofren hasta üzerinde çalışma yaptık. Bu hastaları iki gruba ayırdık. Birinci gruba, zorunlu tedaviden sonraki takip döneminde soyal iyilik halleri devam eden ve suç işlemeyen 100 hasta alınmışken, ikinci grupta ise zorunlu tedaviden sonra sosyal iyilik halleri devam etmeyen ve tekrar şuç işleyen 100 hasta dahil edilmiştir.

 

Adam öldürme, ağır beden yaralanması ve adam öldürmeye teşebbüsleri olan 68 hasta, hırsızlık, gasp ve baskın yapan 114 hasta, holiganlık ve serserilik yapan18 hasta bu gruplara dahil edilmiştir. Bu hastalar tedaviden sonras en az 3-5 yıl arasında takibe alınmıştır.

 

5 yıllık takipten görüldüğü gibi, birinci grupa dahil olan tekrar suç işlemiş hastaların başarılı bir şekilde sosyal adaptasyonlarının gerçekleşmesinin nedeni bu hastaların aile içi dinamiklerinin iyi olduğu tespit edilmiştir. Tekraren suç eylemlerine yönelmelerinin profilaksisinde; hastalara iyi niyetli yaklaşımın ve yardımın polikliniklerdeki daimi bağlantının ve hekimlerin koruyucu hekimlik uygulamalarını tatbikinin de büyük önemi vardır.

 

2 nci tip hastalar genel ve özel tip hastanelerde tedaviden sonra tekrar suç işlemişlerdir. 16 kişi yaralama ve öldürmeye yönelik, 74 kişi hırsızlık ve gaspa yönelik, 4 ü holiganlığa yönelik ve 6 sı pasaport yasalarına uymamaya yönellik suç işlemişlerdir.

 

Bütün bu hastalarda devam eden bir remiston gözlenmiştir. Bu hastalar hayatlarını sürdürmede yeteri kadar başarı göstermişler ve bakiye kalan davranış bozuklukları ve semptomlar genel davranışlarına aksetmemiştir.

 

Diğer aile fertleri hastada meydan a gelen bir takım bozuklukları anlama ve algılamada yetersiz kalmışlardır. Dolayısıyla diğer aile fertleriyle ilgili olarak iletişim bozuklukları ortaya çıkmıştır. Hastalarda gördüğümüz bu residüel semptomlar arasında; başkaları tarafından anlaşılmayan bir takım hareketler, hakaret içeren sözler, dostlukla bağdaşmayacak hakaret alaya alma gibi davranışlar, ailenin ihtiyaçları ve problemlerine karşı lakayt tavır takınmayı sayabiliriz. Ailede meydana gelen bu gerginlik akrabalarında hastaya karşı davranışlarının bozuk olmasına neden olmuştur. Aile ve yakınlar hastanın bu davranışlarını tedavi gerektiren residüel belirtiler olarak değerlendirmek yerine hastayı hırsızlıkla ve terbiyesizlikle itham etmektedirler. Bu durumda hastanın tedavisinde ciddi problemler doğurmaktadır.

 

Küçük çevrede sık sık meydana gelen çatışmaların sebeplerinden biri de hastanın iş görebilme yeteneğinin azalması ve eski ekonomik gücüne ve statüsüne ulaşamamasıdır. Bazı ailelerde ise; ailenin üyeleri de anti-sosyal bir hayat sürmektedir. Dolayısıyla hastanın bu durumundan istifade ederek hastayı hırsızlığa, gasba teşvik etmekte ve yönlendirebilmektedirler.

 

Eğer aile içinde koruyucu tedavi uygulamaları kontrol edilmiyorsa, psikiyatristlerle ilişki kurulmuyorsa ve tam aksine aile içinde çatışmalı bir iletişim varsa, anti-sosyal unsurların aktif etkisi mevcutsa, alkol ve maddi kötüye kullanımı devam ediyorsa hastalık neticesinde ortaya çıkan kişilik bozuklukları ve kusurlarını düzeltmek mümkün olamamaktadır. Dolayısıyla hasta tekrar suç işleyerek karşımıza gelebilmektedir.

 

Bu durumlarda hasta; ya daha iyi bir duruma gelene kadar tedavisinin yataklı bir kurumda sürdürülmesi veya mecburi zorunlu tedaviyi uygulayan hekimler hastayı eve göndermeden önce hastaya uygun şartları hazırlaması gerekmektedir.

Bizim tecrübelerimiz göstermiştir ki gündüz dispanserleri hastane ile ev arasında bir geçit görevi görmektedir. Bu durumlarda hastaların ev ortamına adaptasyonu daha kolay olmaktadır.

 

[1] Azerbaycan Tıp Üniversitesi Psikiyatri Ana Bilim Dalı Başkanı

[2] Azerbaycan Tıp Üniversitesi Psikiyatri Ana Bilim Dalı Öğretim Üyesi

[3] Azerbaycan Tıp Üniversitesi Psikiyatri Ana Bilim Dalı Öğretim Üyesi

AZERBAYCAN TIBBINDA PSİKİYATRİ EĞİTİMİ

AZARBEYCAN TIBBINDA PSİKİYATRİ EĞİTİMİ

Uz. Dr. Tahir Özakkaş[1]

Bağımsız Azarbeycan Cumhuriyetinde Tıp Eğitimi “Neriman Nerimanov Adına Azarbeycan Tıp Üniversitesi” ‘ne bağlı Tıp Fakültelerinde yürütülmektedir. Bakü şehrinde eğitim ve öğrenimine devam eden Azarbeycan Tıp Üniversitesine bağlı Tedavi ve Profilaktika Fakülteleri, Diş Hekimliği, Eczacılık ve Tıbbi Bioloji fakülteleri bulunmaktadır. Psikiyatri Ana Bilim Dalı Azarbeycan Tıp Üniversitesine bağlı olarak çalışmaktadır. Bu fakültelerde eğitim ve öğrenim gören öğrencilerin ve asistanların psikiyatri ve tıbbi psikoloji bilim dallarındaki eğitim ve öğrenimleri Psikiyatri Ana Bilim Dalınca yürütülmektedir. Azarbeycandaki Psikiyatri Ana Bilim Dalı 1922 yılından bu yana faaliyetine aralıksız olarak devam etmektedir.

 

Psikiyatri ilmi Neriman Nerimanov adına Azarbeycan Tıp Üniversitesine bağlı Tedavi –Profilaktika, Pediatri, Tıbbi-Profilaktika, Tıbbi Bioloji ve Diş Hekimliği fakültelerinde okutulmaktadır. Bu eğitimin esas amacı doktorların, seçtikleri tıp sahasına bağlı olmaksızın, hekimlik vazifesini yürütürken ruhsal hastalıkların teşhis, tedavi ve sağlık organizasyonu ile ilgili bilgi ve becerilerle donatmaktır.

 

Bu nedenle Psikiyatri stajının geçirilmesinde esas amaç öğrenciler tarafından ruhsal hastalıkların başlangıçta teşhislerinin konabilmesi, tedavi ile ilgili konuların öğretilmesi, profilaktika tedbirlerinin neler olabileceği, hastaların sosyal hayatta iş görebilmelerinin temini ve rehabilitasyonla ilgili mevzular göz önünde bulundurulur.

Buna göre öğrenciler ilk etapta psikiyatri ilminin klinik ve organizasyon yönü ile tanıştırılır. Ardından ruhsal hastalıkların semptom ve sendromları fakültelerin proğramına uygun olarak öğretilir, hastalık için bu belirtilere neden olan sebebler açıklanır .

 

Hastaların güven altında gözlemlenmesinin temini, gerekli acil yardım hizmetlerinin verilmesi ve ruh hastaları ile iletişimin sağlanması öğretilir. Hastalardaki psikopatolojik bozukluklara göre onların psikiyatri, nöroloji veya narkoloji (madde bağımlılığı) merkezlerine sevkedilmeleri sağlanır.

 

Ruhsal hastalık belirtilerinin ortaya çıkartılması ve bunların nozolojik bakımdan ayırıcı teşhislerinin yapılabilmesi için eğitim proğramlarında umumi psikopatolojiye özel bir yer verilir. Psikopatolojik semptom ve sendromlar hastalığın klinik görünümü ile ilişkilendirilir. Bu durum hem ruhsal kompenentler hem de somatik yapı için geçerlidir.

 

Fakültelerin proğramlarına uygun olarak; Tedavi-Profilaktika Fakülteleri ve Pediatri Fakültelerinde teşhis ve tedavi konuları (özellikle acil yardım, akut psikomotor hareketlilik halleri, yemekten kaçınmak, epileptik statusun kontrol altına alınması vs.) ön plana alınırken, Tıbbi Profilaktika Fakültesinde ruhsal hastalıkların epidemiyolojisi, hastaların sosyal hayata yeniden kazandırılmaları önem kazanır. Tıbbi Bioloji fakültelerinde ise ruhsal hastalıkların immüno-biolojik seviyede öğrenilmesi üzerinde daha yoğun durulur.

 

Tedavi-Profilaktika ve Pediatri Fakültelerinde psikiyatri eğitimi iki sömestr dönemi boyunca verilir.Bu eğitim dönemlerinde umumi ve hususi psikiyatri eğitimi verilir.

 

Tedavi-Profilaktika Fakültesinden farklı olarak Pediatri Fakültesinde ister umumi, isterse de hususi psikiyatri derslerinde olsun; semptom, sendrom anlayışları, ruhsal hastalıkların yaş ile ilgili özellikleri dikkate alınarak karakteristik belirtileri ve tedavi meselelerine ait ayırıcı teşhis kriterleri öğretilir.

 

Böylelikle, erişkin psikiyatrisi ile birlikte pediatri fakültelerinde psikiyatri ilminin çocuk ve adölesan dönemlerinde öğrenilmesinde mukayeseli yaş görünümlerine dikkat edilir.

 

Tıbbi Bioloji Fakültesinde ruhsal hastalıkların ortaya çıkma sebebleri yönünden immüno-biolojik, immüno-genetik araştırmaların öğrenilmesine büyük bir dikkat verilir. Son dönemlerde alkolizmin yanında hertürlü madde bağımlılığındaki immüno-genetik araıştırmaların ve gelişmelerin öyrenilmesi proğrama dahil edilmiştir.

 

Tıbbi Profilaktika Fakültesini bitirenler esas itibariyle psikohijyen ve psikoprofilaktika tedbirleri ile ilgili olduklarından bu fakültede okuyan öğrencilere nörolojik ve ruhsal hastalıkların kliniği, seyri ve tedavi konuları öğretilir.

 

Diş Hekimliği Fakültesinde talebelere ruhsal hastalıkların psikopatolojisi ve sendromlar hakkında bilgiler verilir. Diş hekimi meslek hayatında zaman zaman somatik yönü olmayan ruhsal kaynaklı bazı diş hekimliği şikayetleri ile karşı karşıya kalabilir. Ayrıca ruhsal gerilim içinde, uyarılabilme eşiği düşmüş veya duygulanım bozukluğu içinde olan hastalarla ağız boşluğunda yapılacak manüpülasyonlarda çok dikkatli olunmalıdır.

 

Her fakülte için psikiyatri eğitim proğramı pratik uygulamalar ve teorik derslerle tamalanır. Psikiyatri Ana bilim Dalı öğretim üyelerince verilen toplu dersler proğramın esas kısmını içerir. Kliniklerde, dispanserlerde yapılan pratik uygulamalarda hastaların muayenesi ve gözlemlenmesi için öğrencilere en uygun şartlar temin edilmeye çalışılır. Bu pratik uygulamalar esnasında öğrencilerin hastalarla iletişim kurması, somatik ve psikopatolojik muayeneleri öğrenmesi, teşhisin tam yapılması, prognoz vs. bilgi ve becerisi kazandırılır. Pratik çalışmaların sonunda bir ders günü poliklinikte hocanın rehberliğinde hasta kabulü ve muayenesi yapılır.

 

Pratik çalışmanın son günlerinden birinde profesör veya doçentin rehberliği altında öğrencilerin katılımı ile hastaların birlikte tedavisi yapılır.

 

Bu şekilde tek bir proğram çerçevesinde her bir fakültenin öncelikleri göz önüne alınarak proğram uygulamaya konulur.

 

FAKÜLTELERE GÖRE PROĞRAMLARIN DAĞILIMI

 

A. TEDAVİ PROFİLAKTİKA FAKÜLTESİ

 

I.TEDAVİ PROFİLAKTİKA FAKÜLTESİNİN PSİKİYATRİ DERS PROĞRAMI

 

1. Psikiyatri ilmi ve esas amaçlar. Psikiyatrinin tarihsel gelişimi.

 

2. Algılama. Algılamanın psikolojisi ve nörofizyolojisi. Algılama sferasının bozuklukları. Yanılsama ve varsanıların patofizyolojik mekanizmaları

 

3. Hafıza ve zeka. Hafızanın psikolojisi ve nörofizyolojisi. Fenomenal hafıza. Amneziler, paramneziler. Zekanın gelişimi ve bozulmaları. Akıl zayıflığı (demans). Doğuştan veya kazanılmış akıl zayıflığı.

 

4. Düşünce. Düşüncenin psikolojisi ve nörofizyolojisi. Düşüncenin yapısal bozuklukları. Düşüncenin içerik bozuklukları.

Sanrısal fikirlerin klinik formları.

 

5. Duygulanım. Duygudurum bozuklukları. Manik ve depresif sendromlar.

 

6. İçgüdüler, dürtüler ve irade. Bu yapıların bozuklukları. Cinsel dürtü bozuklukları. Perversiyalar.

 

7. Bilinç. Bilinç bozukluklarının sendromları.Bilincin gelişiminin ontogenezi ve filogenezi.

 

8. Psikopatolojik sendromlar.

 

9. Şizofreni. Klinik görünümü, seyir tipleri, tedavisi, rehabilitasyon konuları ve etyopatogenezi.

 

10. Epilepsi. Klinik görünümü ve seyri. Epileptik psikozlar, tedavi konuları, etyopatogenezi.

 

11. Oligofreni. Kliniği ve sistemleşmesi.

 

12. Alkolizm. Alkol psikozları. Madde bağımlılarına tıbbi yardımın oluşturulması, prensipleri. Toksikomania ve narkomanialar.

 

13. Affektif psikozlar. Manik Depressif Psikoz, siklotimia.

 

14. Somatik ve enfeksiyon hastalıklarında gözlenen ruhsal bozukluklar.

 

15. Psikojen hastalıklar. Kişiliğin patolojik gelişimi. Ruhsal hastaların tedavisi ve rehabilitasyon konuları.

 

II. TEDAVİ PROFİLAKTİKA FAKÜLTESİNİN PSİKİYATRİ PRATİK DERS PROĞRAMI

 

Psikiyatristin tıbbi psikiyatrik bakış açısı.

 

Genel ve özel tıbbi psikoloji

 

Klinik esaslar ve testlerle konunun izah edilmesi.

 

Tıbbi psikolojinin çeşitli klinik bilim dalları ile alakası ve temel özellikleri (Dahili bilimler, cerrahi bilimler, pediatri, nöro-psikiyatri vs.)

 

Deontoloji.

 

Kimlik ve kişiliğin gelişmesi. Hasta ve hekim münasebetlerinin önemi.

 

Hekimin sır saklaması.

 

Psikiyatri ilmi.

 

Hastahane ve dışarıdaki psikiyatrik yardımın organizasyonu.

 

Ruhi hastaların rehabilitasyonu.

 

Algılama.

 

Algılama bozuklukları. Yanılsamalar, varsanılar ve psikosensör bozukluklar.

 

Hafıza ve Zeka. Akli faaliyet ve hafıza bozuklukları. Oligofrenia ve dereceleri.

 

Demans.Hafıza ve zeka bozuklukları ile hastaların incelenmesi.

 

Dikkat ve patolojisi.

 

Düşünce ve yapısal bozuklukları. Düşüncenin içerik bozuklukları. Sanrısal idealar ve obsessif-kompulsif haller. Birbirlerinden farkları.

 

Duygulanım. Emosyonel bozukluklar, karşılaşılan hastalıklar. ( Şizofreni, Manik Depresif Psikoz, Senil demans Psikozları…)

 

İçgüdüler, Dürtüler. Dürtü bozukluğu olan hastaların incelenmesi.

 

İradi faaliyet ve bozuklukları.

 

Bilinç. Bilinç bozuklukları, sendromları, bunların nozolojik sınıflandırılması.

 

Ruhsal hastalıkların tedavi kaideleri.

 

Psikopatolojik sendromlarla hastaların incelenmesi.

 

Şizofreni. Kliniği ve tedavi özellikleri. Ayrı ayrı klinik görünüm ve seyir tipleri ile hastaların incelenmesi.Şizofrenik hastaların rehabilitasyonu.

 

Manik Depresif Psikoz, siklotiminin kliniği ve tedavisi, ayırıcı teşhisi.

 

Epilepsi. Klinik görünümü ve seyri. Epilepsiye benzer sendromlar. Ayırıcı teşhis.

 

Travmatik psikozlar.

 

Hastaların incelenmesi, hastalık anamnezinin yazılma kaideleri.

 

Alkolizm, narkomania ve toksikomania. Alkolizmin geleşem aşamaları ve seyri. Profilaksi ve tedavi konularının incelenmesi.

Geriye gelişim dönemi psikozları. Senil ve presenil demanslar. Alzhaimer ve Pick hastalıkları. Presenil ve senil demansların tedavisi.

 

Baş-beyin damarlarının hastalıklarında görülen ruhsal bozukluklar. (Serebral ateroskleroz ve hipertansiyon)

 

Bazı somatik hastalıklar ve enfeksiyon hastalıkları esnasında gözlemlenen ruhsal bozukluklar.

 

Progressif felç ve beyin sifilizi.

 

Nöroleptik ilaçlarla yapılan tedavinin prensipleri ve rehabilitasyon konuları. Psikotrop ilaçların incelenmesi.

 

Nevrozlar, reaktif haller ve kişilik bozuklukları. (Klinik seyri ve tablonun sistemleşmesi)

 

Psikoterapiler ve uygulama yöntemleri.

 

Hastaların ayaktan tedavi ve takipleri. (Psikonöroloji dispanserleri, kabul şubeleri)

 

III.TEDAVİ PROFİLAKTİKA FAKÜLTESİNİN TIBBİ PSİKOLOJİ DERS PROĞRAMI

 

1. Tıbbi Psikoloji ve önündeki meseleler. Bu bilim dalının diğer tıp dalları ile ilişkisi ve yeri.

 

2. Ruhsal faaliyetin özellikleri. Psişik faktörler ve hastalıkların sistematiği. Ruhsal sağlamlığın kriterleri.

 

3. Psikosomatik ve somatopsişik faktörlerin birbirleri ile karşılıkılı ilişkileri.Somatik hastanın psikolojisi. Sınırdaki ruhsal bozuklukların özellikleri.

 

4. Çağdaş hekimin özellikleri.İatrojenik hatalar ve bunların önüne geçilmesi. Hekimin sır saklamasının önemi ve özellikleri. Kişilik hakkında bilgilendirme.

 

5. Ruhsal faaliyet bozukluklarının tibbi psikolojik esasları.

 

6. Psikohijyen. Psikoprofilaktika ve psikoterapinin temel eseasları.

 

7. Tıbbi Psikoloji ve dahili hastalıklar. Somatik hastalıkların psikolojik özellikleri. Kişiliğin hastalığa karşı reaksiyonu.

 

8. Cerrahi kliniğinde yatan hastaların psikolojisi. Kanser hastalarının psikolojisi. Jinekoloi ve obstetrik hastaların psikolojisi.

 

9. Duyu organlarının bozukluğu veya gelişim anomalileri olan hastaların psikolojisi.(Kör, sağır, işitmenin zayıfladığı durumlar)Çoçukluk dönemi felçleri, oligofrenik hastalardaki psişik gelişimin özellikleri.

 

10. Ruhsal hastalıklar ve tıbbi psikoloji. Ruhsal sağlamlık problemi. Şizofreni, epilepsi,kronik alkolizm ile hastaların tedavilerindeki uygulamaların özellikleri.

 

B. PEDİATRİ FAKÜLTESİ

 

I.PEDİATRİ FAKÜLTESİNİN PSİKİYATRİ DERS PROĞRAMI

 

1. Psikiyatri bilimi, gelişim süreci, psikiyatrik yardımın oluşturulması. Çocuk psikiyatrisinin gelişim aşamaları.(G. Modzli, N. Ozeretski, G. Suhareva, T. Simpson) Çocuk ve adölesanlarda psikiyatrik yardımın yapılma prensipleri. Ruhsal hastalıkların ortaya çıkartılması ve profilaktikasında pediatristlerin rolü. Tıbbi-pedagojik komisyonlar ve onların görevleri. Bilirkişilik hizmetleri.

 

2. Algılama Bozuklukları.( Yanılsamalar, varsanılar, psikosensor bozukluklar) Varsanıların patofizyolojik mekanizması. Çeşitli gelişim dönemlerindeki algılama bozukluklarının özellikleri.

 

3. Ruhsal hastalıkların klinik seyrinde gözlenen hafıza bozuklukları. Hafıza bozuklukları sendromu.Konfobulasyon ve psödoreminensiyaların klinik farkları. Zeka. Zihinsel gelişimin duraklaması ve onun başlangıç aşamasında tesbit edilmesi. Doğuştan ve kazanılmış zeka geriliği. Dikkat bozuklukları.

 

4. Tasavvurların gelişimi ve patolojik fantaziler. Sanrısal idealar, obsessif-kompulsif haller ve onların klinik tipleri. Çocuk ve adölesan dönemde düşünce bozukluklarının kliniki görünümleri.

 

5. Duygudurum bozuklukları. Depressif sendromlar ve onların muhtelif yaş dönemlerindeki klinik özellikleri. Affekt bozuklukları. Muhtelif yaşlarda klinik özellikleri.

 

6. Dürtü ve içgüdüler. Dürtülerin esas gelişme aşamaları. Muhtelif yaş dönemlerinde dürtü bozuklukları. Dürtü bozukluklarının psişik ve biolojik faktörleri. Cinsel yönelim bozuklukları.

 

7. İradi faaliyet bozuklukları. Katatonik sendromların patofizyolojisi.

 

8. Bilinç ve felsefi anlayış. Bilinç seviyelerinin ontogenezde formalaşması. Bilinç bozukluğu sendromları. Psikopatolojik sendromlar. Bunların nozolojik sınıflandırmalarla ilişkileri ve muhtelif yaş dönemlerindeki özellikleri.

 

9. Şizofreni. Kliniği ve gidiş tipleri. Muhtelif yaş dönemlerinde gidiş özellikleri.

 

10. Şizofreninin etyopatogenezi. Şizofrenide risk grupları anlayışı. Profilaksi ile ilgili konular. Manik depresif psikozun kliniği ve tedavisi.

 

11. Epilepsinin kliniği ve etyopatogenezi. Kafa travmalarında gözlenen ruhsal bozukluklar v eçeşitli yaş gruplarındaki klinik özellikleri.

 

12. Oligofreninin klinik tipleri, profilaksisi, tedavisi ve rehabilitasyonu.

 

13. Akut ve kronik somatik hastalıklarda karşılaşılan ruhsal bozuklukların klinik özellikleri.

 

14. Enfeksiyen psikozları.

 

15. Çocukluk ve adültlük yaşlarında görülen madde bağımlılığının profilaksisi ve tedavisinin özellikleri.

 

16. Nevrozlar. Reaktif haller. Çeşitli yaş gruplarındaki klinik özellikleri.

 

17. Kişiliğin gelişimi. Kişilik bozuklukları ve oluşma özellikleri Profilaktik tedbirler ve tedavi özellikleri.

 

18. Ruh hastalarının tedavi ve rehabilitasyon problemleri.

 

II. PEDİATRİ FAKÜLTESİNİN PSİKİYATRİ PRATİK DERS PROĞRAMI

 

Ontogeneze göre ruhsal gelişimin aşamaları.

 

Çeşitli yaş dönemlerinde psikolojik özelliklerin karşılaştırmalı analizi.

 

Psikiyatrik yardımın oluşturulması. Ruh hastalarına hizmetin özellikleri.

 

Kavrama bozuklukları(Hallüsinasyonlar, illüzyonlar ve paraydolialar). Yaş gruplarının özellikleri Hastaların analizi.

Hafıza ve zeka bozuklukları.

 

Düşüncenin nicel bozuklukları ve hastaların incelenmesi.

 

Düşüncenin nitel bozuklukları ve hastaların incelenmesi. Sanrısal fikirler, obsessif durumlar.

 

Patolojik fantaziler ve yalancılık.

 

Duygudurum. Çocuk ve adültlerdeki depresyonun özellikleri.

 

Emosyonel bozukluklar ve hastaların analizi.

 

İrade ve dürtü ile ilgili bozukluklar ve hastaların analizi.

 

Gelişme dönemi ile ilgili olarak bilincin gelişme aşamaları.

 

Bilinç bozuklukları sendromları.

 

Psikopatolojik sendromlar. Çocukluk ve adültlük dönemlerinin klinik özellikleri.

 

Şizofreni, çocukluk ve adültlük dönemlerindeki seyir özellikleri. Şizofreninin klinik görünümleri ve gidiş tipleri.

 

Epilepsi. Seyri ve esas psikopatolojik görünümleri. Çocuk yaşlarda seyir özellikleri ve tedavi yöntemleri.

 

Kafa travmalarında gözlenen ruhsal bozukluklar.

 

Oligofreni ve psikolojik muayene yöntemleri.

 

Ruhsal durumu yazma kaideleri.

 

Somatik ve enfeksiyon hastalıkları döneminde gözlenen ruhsal bozukluklar.

 

Alkolizm ve alkol psikozları.

 

Narkomanialar, toksikomanialar ve intoksikasyonlar esnasında gözlenen ruhsal bozukluklar, çocukluk ve adültlük dönemindeki özellikleri ve tedavi yöntemleri.

 

Nevrozlar (Esas tipleri). Yaşla ilgili seyir özellikleri.

 

Dismorfofobia, asabi anoreksiya, okula adaptasyon problemleri.

 

İnfantilizm.

 

Reaktif haller. Patokaraterolojik reaksiyonlar.

 

Kişilik bozuklukları, kişiliğin patolojik gelişmesi. Şahsiyetin kuruluşu.

 

Psikohijyen ve psikoprofilakti problemleri.

 

Kişilik bozukluklarında adaptasyon, dezadaptasyon ve rehabilitasyon anlayışları.

 

Ambulatuar kabul. (Psikonöroloji dispanseri (PND), Psikiyatri hastahanelerinin kabul şubeleri)

 

Psikoz ve psikotik hallerde esas tedavi yaklaşımları, psikoterapiya yöntemleri. Nöroleptiklerle tedavi. Psikotrop ve nöroleptik ilaçların grupları ve özellikleri.

 

III. PEDİATRİ FAKÜLTESİNİN TIBBİ PSİKOLOJİ DERS PROĞRAMI

 

1. Tıbbi psikoloji ve önünde duran problemleri. Onun diğer tıp alanları ile olan ilişkisi ve yeri.

 

2. Çocukların muhtelif yaş dönemlerindeki psikolojik özellikleri. Psişik sağlamlığın kriterleri.

 

3. Psikosomatik ve somatopsişik yapının karşılıklı alakaları ve hastalığın oluşması. Somatik hastanın psikolojisi. Sınırdaki ruh sinir hastalıklarının sistematiği.

 

4. Çağdaş doktorun özellikleri, iatrojenia ve onun önüne geçilmesi.Hekimin sır saklaması konusunun özellikleri.

 

5. Psişik faaliyet bozukluklarının tıbbi-psikolojik özellikleri. Kişilik hakkında bilgilendirme.

 

6. Psikohijyen, psikoprofilaktika ve psikoterapinin özellikleri.

 

7. Tıbbi psikoloji ve dahili hastalıklar. Somatik hastanın psikolojik özellikleri. Kişiliğin hastalığa karşı özellikleri

8. Cerrahi kliniğindeki hastanın psikolojisi. Jinekolojik hastalık geçiren hamile kadının psikolojik yapısı.

 

9. Duyu organlarının kusuru ve gelişim anomalisi olan hastaların psikolojisi. (Kör, sağır, işitmenin zayıflaması) Çocuk yaşda görülen serebral felçler, oligofreninin ruhsal gelişiminin özellikleri.

 

10. Ruhsal hastalıklar ve tıbbi psikoloji. Ruhsal sağlamlık konusu.. Şizofrenik, epileptik, kronik alkolik olan hastalarınmuayenesinde doktorun çalışmasının özellikleri.

 

C. DİŞ HEKİMLİĞİ FAKÜLTESİ

 

I.DİŞ HEKİMLİĞİ FAKÜLTESİNİN PSİKİYATRİ DERS PROĞRAMI

 

1. Ruhsal faaliyete bir bakış. İdrak fonksiyonu ve patolojisi.

 

2. Düşünce, irade-hareket sferasının psikolojisi ve patolojisi.

 

3. Ruhsal seviye patolojisi.(Sınırda, psikotik, zeka ile ilgili bozuklukları)Diş hekimliginin icrasında bunların özellikleri.

4. Psikojen hastalıklar. Bunların diş hekiliğindeki özellikleri.

 

5. Şizofreni ve şizofrenik hastalar ile dişhekimlerinin karşılaşabileceği problemler. Ve onlarla iletişim usulleri.

 

6. Alkolizm, narkomania, toksikomania ve intoksikasyonlar. Bu tip hastalarla karşılaşıldığında diş hekimin yapması gerekenler.

 

II.DİŞ HEKİMLİĞİ FAKÜLTESİNİN PSİKİYATRİ PRATİK DERS PROĞRAMI

 

Psikiyatrik yardımın oluşturulma prensipleri.

 

Ruh hastalarına hizmetin özellikleri.

 

Psikiyatrideki diş hekimliği problemleri ile tanışmak.

 

İdrak fonksiyonu. Bunun psikolojisi ve patolojisi. (Duyu ve kavrama, hafıza, düşünce)

 

Duygudurum ve bozuklukları.

 

Ruhsal aktivitenin irade-hareket faaliyeti üzerindeki buzuklukları.

 

Hastalık anamnezinin yazılması.

 

Alkolizm ve alkol psikozları.

 

Narkomaniya ve toksikomaniya.

 

Nikotinomania ve tütün içilmesinin ruh sağlamlığına etikleri.

 

Şizofreni, kliniği ve gidiş özellikleri.

 

Epilepsinin kliniği ve tedavisi.

 

Kafa travmalarında karşılaşılan ruhsal bozukluklar..

 

Psikojenialar, nevrozlar, reaktif haller.

 

Oligofreni.

 

Psikozların temel tedavi yöntemleri.

 

Psikoterapi.

 

Ruh hastalarının rehabilitasyonu ve sosyal hayata tekrar kazandırılmaları.

 

D. TIBBİ-PROFİLAKTİKA FAKÜLTESİ

 

I. TIBBİ-PROFİLAKTİKA FAKÜLTESİNİN PSİKİYATRİ DERS PROĞRAMI

 

 

1. Psikiyatri biliminin gelişim aşamaları. Kavrama sferasının bozuklukları.

 

2. Hafıza ve zekanın bozuklukları. Karşılaşılan hastalıklarDoğuştan ve sonradan olan zeka gerilikleri.

 

3. Düşün ve onun bozuklukları.Sanrısal fikirler ve obsessif haller.

 

4. Duygudurum ve hareket-irade sistemi bozuklukları.

 

5. Alkolizm ve madde bağımlılığı problemleri. Kronik alkolizm. Akut ve kronik alkol psikozları.

 

6. Şizofreninin esas klinik görünümleri ve gidiş tipleri, etyopatogenezi ve tedavisi.

 

7. Epilepsi ve oligofrenialar. Epileptik statusun tedavisi. Epileptik hastanın tedavi yöntekleri.

 

8. Psikojenialar. (Nevrozlar ve reaktif haller) Kişilik bozuklukları.

 

II. TIBBİ-PROFİLAKTİKA FAKÜLTESİNİN PSİKİYATRİ PRATİK DERS PROĞRAMI

 

Psikiyatri biliminin esas yöntemleri.

 

Akıl hastahanelerinin ve dispanserlerinin eses amaçları. Psikiyatrik yardımın oluşturulması.

 

Kavrama ve bozuklukları. İllüzyonlar, hallüsinasyonlar, psikosensör bozukluklar.

 

Hafıza ve zekayı muayene metodları.Doğuştan ve sonradan oluşan zeka geriliği.Düşüncenin muayene yöntemleri.

Düşüncenin nitel ve nicel bozuklukları. Sanrısal fikirler ve obsesif haller..

 

Duygudurum, hareket-iradi sistem bozuklukları.

 

Dürtü bozuklukları.

 

Bilinç durumu.Bilinç bozukluğu sendromları.

 

Şizofrenin kliniği ,görünümleri ve seyir tipleri.

 

Epilepsi ve kliniği. Akut epileptik hecmede müdahale ve tedavi.

 

Kafa travmalarında görülen ruhsal bozukluklar.

 

Somatik ve enfeksiyon hastalıklarında görülen ruhsal bozukluklar.

 

Beyin sifilizi.

 

Kronik alkolizm. Akut alkol psikozları.

 

Narkomanialar. Profilaksisi ve psikohijyenik tedbirler.

 

Alkolizmin ve madde bağımlılığının esas tedavi yöntemleri

 

Psikoterapi.

 

Yaşlılılk dönemi psikozları. Beyin –damar bozuklukları sonucu gözlenen ruhsal bozukluklar.

 

Nevrozlar, psikojenialar, reaktif psikozlar. Kliniği, profilaksisi.

 

Kişilik bozuklukları ve kişiliğin oluşması.

 

Kişilik bozukluğu bilirkişiliğinin özellikleri.

 

E. TIBBİ-BİOLOJİ FAKÜLTESİ

 

I. TIBBİ-BİOLOJİ FAKÜLTESİNİN PSİKİYATRİ DERS PROĞRAMI

 

II. TIBBİ-PROFİLAKTİKA FAKÜLTESİNİN PSİKİYATRİ PRATİKDERS PROĞRAMI

 

 

Bu makale “Ulusal Psikiyatri Kongresi ve Uluslar arası Kros-Kültürel Psikiyatri Uydu Sempozyumu 06-12 EYLÜL 1999 Trabzon TÜRKİYE özet kitabı Sayfa: 117. KTÜ Tıp Fakültesi Psikiyatri Ana Bilim Dalı, Türkiye Psikiyatri Derneği, Karadeniz Ruh Sağlığı Derneği”

 

Bu çalışma konferans olarak sunulmuştur.

 

[1] Azerbaycan Tıp Üniversitesi Psikiyatri Ana Bilim Dalı Öğretim Üyesi

AZERBAYCANDA PSİKOHİJYEN ve PSİKOPRAFİLAKSİ

AZERBAYCANDA PSİKOHİJYEN ve PSİKOPRAFİLAKSİ

Uz. Dr. Tahir Özakkaş[1]

ÖZET: Psikohijyen, genel hijyenin bir alt bölümü olup, ruh sağlığının muhafazası ve sağlamlaştırılması konuları ile ilgilenir. Bu yöntem, insanların çalışma ve geçim şartlarını, çevrenin ruh sağlığına etkisini araştırmayı ve onun olumsuz yönlerinin ortadan kaldırılmayı en temel amaç kabul etmiştir.

Psikoproflaktika ise genel tıbbi profilaktilerin bir bölümü olup, ruh hastalıklarının kronikleşmesinin önüne geçmek ve hastaların normal faaliyetinin devam etmesini (rehabilitasyon tedbirleri) psikoprafilaktikanın başlıcı amaçlarındandır. Azerbaycanda psikohijyen tedbirlerinin alınması ve onların hayata geçirilmesinde sağlık kurumları ile birlikte birçok diğer kurumların yakından ilgi ve alakaları vardır. Psikohijyen tedbirlerine, bebeğin anne rahmine düştüğü andan itibaren, annenin sağlıklı bir anne olarak sağlıklı bir çocuk doğurması kaygısı ile başlanmalıdır ve hayatın her aşamasında aynı ciddiyetle sürdürülmelidir. Azerbaycanda psikoprafilaktikanın kendisine mahsus bir tarihi vardır İnsanlar arasında oluşturulan psikohijyen ve psikoprafilaktika tedbirler esas itibariyle tıp müesseseleri tarafından hayata geçirilir. Bu işde Sağlık Eğitiminin, Sosyal Cemiyetlerin ve diğer yardımcı kurumların yaptığı çalışmalar birlikte ve organize olmalıdır.

 

Anahtar Kelimeler: Azerbaycan, Psikohijyen, Psikoproflaksi

 

Psikohijyen, genel hijyenin bir alt bölümü olup, ruh sağlığının muhafazası ve sağlamlaştırılması konuları ile ilgilenir. Bu yöntem, insanların çalışma ve geçim şartlarını, çevrenin ruh sağlığına etkisini araştırmayı ve onun olumsuz yönlerinin ortadan kaldırılması en temel amaçlarıdır. İnsanların refah seviyesinin, bu çerçevede yaşadığı konutun şartlarının ve seviyesinin daha da iyileştirilmesi için gerekli tüm tedbirleri almak, aynı zamanda ruh sağlığını temin eden gerekli temel yapıtaşlarıdır. XIX asrın sonlarında meşhur Rus nöropatoloğu V. M. Behterov insanların gelir düzeyleri ile ruh sağlığı arasında direk bir ilişki olduğunu ifade etmiştir.

 

Azerbaycanda psikohijyen tedbirlerinin alınması ve onların hayata geçirilmesinde sağlık kurumları ile birlikte birçok diğer kurumların yakından ilgi ve alakaları vardır.

 

Son yıllarda, birçok ilmi araştırma enstitülerinin nezdinde, meselâ V. M. Behterov ismine Leningard psikonöroloji enstitüsünde, Moskova psikiyatri enstitüsünde psikohijyen ile meşgul olan belirli bölümler oluşturulmuş ve Moskova’da bulunan Tıp İlimleri Akademisinin Ruh Sağlamlığı Merkezinin bünyesinde Profilaktik Psikiyatri Enstitüsü oluşturulmuştur. Bilim adamlarından V. N. Myarişev’in, O. V. Kerbihav’un, M. M. Kabanov’un bu sahada yaptığı çalışmalar takdire değer.

 

Somatik hastalıkların meydana çıkmasında, ruh sağlığının rolünü unutmamak gerekir. Kalp-damar, endokrin ve gastrointestinal sistem hastalıklarında sinir sisteminin rolünü özellikle belirtmek lazımdır. Aynı zamanda bazı hastalıklarda ise, onlar sinir sistemine olumsuz etki göstererek ruh sağlığının bozulmasına neden olur. Bunlara bulaşıcı hastalıkları, alkolizmi ve madde bağımlılığını örnek göstermek mümkündür. Genel hijyen, çalışma şartlarının ve yaşam standartlarının yükseltilmesi, dinlenmenin temini, spor uğraşları, alkol, madde bağımlılığı ve zührevi hastalıklarla ortaya çıkabilen durumlarda ise zihinsel yapının sağlamlığı ve hijyeni de korunmalıdır. Öyle ki, öğrencilerin, beyni ile iş yapan bilim adamlarının, çalışanların iş süreleri ve tatillerinin düzgün şartlarda belirlenmesi de psikohijyenin problemlerindendir.

 

Psikohijyen tedbirlerine, bebeğin anne rahmine düştüğü andan itibaren, annenin sağlıklı bir anne olarak sağlıklı bir çocuk doğurması kaygısı ile başlanmalıdır. Hamilelerin hijyenik kaidelere düzgün olarak uymasını temin etmek gerekir. Bunların beslenme rejimi, çalışma süreleri ve istirahat şartları düzenlenmelidir. Annenin muhtelif zararlı etkilerden, ilk etapta enfeksiyonlardan, ruhsal travmalardan, alkolden, uyuşturucu maddelerden ve nikotinin tesirinden korunması gerekir.

 

Bebeğin dünyaya gelidiği ilk günlerde, hijyenik tedbirlere cevap veren sağlam bir çevre ile kuşatılmış olmalıdır. Bebeğe gösterilen itina ve özen terbiye karakterini taşımalıdır. Çocuğun ilgisiz ve alakasız büyümesi, gelecekte kişilik bozukluklarına sebep olan etkenlerden biridir. Onların estetik terbiyesi, nizam-intizam ve diğer terbiye yollarını idrak etmesi önemlidir.

 

Çocuğun gelişiminde aktif ve sportif bir bünyeye sahip olması için gerekli tedbirler alınırken, zihinsel yapısının da gelişebilmesi için gerekli tedbirlere başvurulmalıdır. Bazı anne babalar çocuklarını, herkesten akıllı, medeni, bilgili ve becerikli görmek arzusu ile, çocukların heves, eğilim ve imkanlarını dikkate almadan gereğinden fazla çalıştırmaktadırlar. Hatta bazı çocuklar, yaşıtları ile oynamaya, yeteri kadar uyumaya bile vakit bulamamaktadırlar.

 

Kişiliğin oluşmasında, çocuğun terbiye müesseselerinde, toplum içinde eğitim müesseselerinde yetiştirilmesinde büyük ehemmiyet vardır. Bu tip ortamlarda, grup içerisinde çocuk karşılıklı hürmeti, dostluğu, adalet anlayaşını, sabırlı ve azimli olmayı öğrenir.

 

Çocuğun terbiye olunmasında en sorumluluk isteyen aşama, biolojik ve psikolojik geçit devri olan adültlük dönemidir. Bu yaşlarda, kişiliğin ve eğilimlerin belirlenmesi, cinsel olgunlukla ilgili olan özellikler meydana çıkar. Çocuk eğitim kurumları ile (okul, sosyal faaliyet klüpleri v.s.) anne babaların ortak hareketi bu dönemde çok önemlilik arzeder. Adültlerin ve gençlerin ruh sağlığının düzgün yön almasında esas rol oynayan şartlardan biri de onların meslek seçmesi meselesidir. Eğitim kurumlarını ve iş yerlerini seçmekte, anne babaların istekleri değil, gençlerin kendi istekleri, onların hangi mesleğe daha çok eğilim göstermeleri, istidad ve beceriği dikkate alınmalıdır.

 

Evdeki yaşam koşullarının düzenlenmesine ait psikohijyen tedbirleri arasında, evde yapılması gereken işlerin hafifletilmesinin önemi büyüktür. Ev işlerinin görülmesi bazan aile üyelerinden bir veya iki kişinin üzerine yıkılır. Çoğu durumlarda bu üyeler dışarda da bir iş yapmaktadırlar. Bu şekilde, bu şahsın ne istirahate vakti kalır ne de normal bir yaşantı için vakti kalır.

Ruh sağlığına en güçlü zarar veren etkenlerden alkolu ve uyuşturucu maddeleri özellikle belirtmek gerekir. Uyuşturucu maddeler ve alkol sinir sistemini zehirleyen, başka bir ifade ile ruh ve sinir hastalıklarının ortaya çıkmasında rol oynayan başlıca etkenlerdendir.

 

Önemli psikohijyen tedbirlerinden biri de, aile üyeleri arasında karşılıklı hürmete dayanan ilişikilerin kurulmasıdır. Çok çocuklu ailelerde bu konu daha büyük önem arzeder. Bilindiği gibi, aile üyelerinden bazıları televizyonu, bazıları kaset çaları, bazıları ise kitaplarla meşgul olmasını isteyebilir. Ev şartları yeteri kadar uygun değilse, bunlar ciddi problem kaynakları olabilir. Ancak anne babaların kendi çocuklarına ilgi ve alakası, onların karakteri üzerindeki nezareti her zaman muhafaza edebilme becerisine, bu problemklerin çözümünde yardımcı olabilir. Diğer bir ifade ile ailede hüküm süren intizam, anne babanın nüfuzu en önemli şartlardan biri gibi kabul edilmelidir.

 

Aile içerisinde bir ruh hastası var ise, aile üyelerinin daha temkinli ve dikkatli olması gerekir. Bu tip hastalar devamlı kontrol altında tutulmalı, bir takım olumsuz bulgu ve belirtiler ortaya çıktığında erkenden hekime müracaat edilmelidir. Ciddi problemlerden biri de aile içerisinde eşler arasındaki geçim sorunlarıdır. Aile içinde ilşkilerin düzgün olması hem aile reisinin, hem de çocukların ruh sağlığına tesir gösterir. Karı koca arasındaki münasebetlerde en ciddi unsur dengeli davranıştır. Yani her iki taraftan etik, estetik ve güzel ilişkiye yönlenen taleplerin yerine getirilmesi gerekir.

 

Cemiyet içerisinde psikohijyenin tedbirlerin hayata geçirilmesinde önemli olan etkenler çok cihetli ve karmaşıktır. Psikohijyenik tedbirlere, ilk etapta, sağlık-eğitim hakkı ile ortaya konan işleri yapmak gerekir. Bu çerçevede, vatandaşın hekime ulaşması ve çalışma şartlarının iyileştirilmesi, yani insanların sinir sistemine ters etki gösteren etkenlerin (Yeknesak hayat, yorucu iş, toksik etkiler v.s.) ortadan kaldırılması için alınan tedbirleri ön plana çekmek ve halletmek gerekir.

 

Şu anda, geniş oranda tatbik edilen psikoterapi çalışmalarını da buraya katmak gerekir. Bazı psikoterapotik yöntemler, son yıllarda belirli tip insanların gerekli psikohijyenik isteklerine dönmüştür. Sporcular, kozmonotlar genellikle emosyonel gerginlik oluşturan meslek mensupları, autogen training, (Buna psikojimnastika da deniliyor) ve kollektif (grup) psikoterapileri daha çok rağbet kazanmıştır. Bu meselelerle, sadece Psiko Nöroloji Dispanserleri, kabinetleri değil, bir takım kişiler tarafından oluşturulmuş muhtelif adlar taşıyan “Sağlamlık Merkezleri” de meşgul olmaktadır. Buna çeşitli sohbethaneler, sağlamlık merkezleri, atölye ve fabrikalarda oluşturulan psikofizyolojik istirahat merkezleri ve diğer sağlamlık kurumlarını da ilave etmek gerekir.

 

Sağlık bakanlığının emrine dayanarak (1985./750) büyük polikliniklerin nezdinde oluşturulan psikoterapiya kabinleri, psikohijyen ve psikoprafilaktika tedbirlerinin yapılmasında metodlu uygulama merkezlerine çevrilmeli ve bu işte sürükleyici bir rol oynamalıdır.

 

PSİKOPROFLAKTİKA

 

Psikoproflaktika genel tıbbi profilaktilerin bir bölümü olup, ruh hastalıklarının kronikleşmesinin önüne geçmek ve hastaların normal faaliyetinin devam etmesini (rehabilitasyon tedbirleri) psikoprafilaktikanın başlıcı amaçlarındandır.

 

Azerbaycanda psikoprafilaktikanın kendisine mahsus bir tarihi vardır. 1887. yılda psikiyatrların 1. Genel Kongresinde J. P. Merjeveski hastalıkların sosyal amilleri hakkında bir fikir ileri sürmüştür. O, belirtmiştir ki; sosyal uyumsuzluk, ekonomik buhranlar, harpler, ruhsal gerginlik, iğrenç adetler (alkollü içkilere, uyuşturucu maddelere ilgi), hafif meşrep hayat tarzı, cinsel yolla bulaşan hastalıklar, bu bakımdan ruh hastalıkları oluşturan başlıca kaynaklardır. S. S. Korsakov psikoprafilaktika’yı devlet politikası olarak değerlendirmiştir.

 

Bilindiği gibi, her bir hastalığın sebebi ortaya konduktan sonra, onun önüne geçilmesi çok çok kolaylaşır. Ancak biz ruh hastalıklarında, bazı ruh hastalıklarının sebebini bilebiliyoruz. Sebebi bilinen bu hastalıklarla mücadelemiz kolaylaşmaktadır. Çok iyi bildiğimiz enfeksiyon psikozlarının önüne geçmek için antienfeksiyon bir tedavi uygulamaktayız. Alkolün ve uyuşturucu maddelerin etkisi ile ortaya çıkan hastalıkların profilaksisinde ise bu maddelerin alınmasının önüne geçmek esas şarttır.

 

Son yıllarda bazı ruh hastalıklarının (şizofreni, oligofreni, epilepsi) meydana çıkmasında genetik etkenlerin rolünün öğrenilmesi, bu sahada belirli profilaksi tedbirlerinin alınmasına imkan vermiştir. Bu bakımdan evlendirme merkez ve müesseselerinin, PND’lerinin, konu ile ilgili ilmi laboratuvar ve enstitülerin üzerine önemli vazifeler düşmektedir. Ruhi sağlamlığı olmayan, alkolizme ve madde bağımlılığına tutulmuş şahısların aile kurması, onların evlatları arasında ruh sinir hastalıklarının meydana çıkması ihtimalini artırır. Akrabaların birbiri ile evlenmesi de bu yönden zararlı bir etken gibi değerlendirilmelidir.

 

Cemiyet içinde uygulanan genel profilaksi tedbirlerinin bir çoğu, aynı zamanda ruh hastalıklarının profilaksisi için de önemledir. Meselâ, organizmanın genel koruyucular ve bağışıklık sisteminin yükseltilmesi, sağlam bir hayat tarzı, beslenmenin dengeli ve tam olması tedbirleri bu yönde değerlendirilebilir.

 

Ruh sinir hastalıklarının meydana çıkmasında büyük önem kazanan bir etkeni özellikle belirtmek gerekir. Bu insanların emosyonel dünyasına tesir gösteren menfi etkenlerin ortadan kaldırılması gereğidir. İnsanlar arasında, yeni ailede, sosyal hayatta, idare ve müesseselerde birbirine karşı medeni saygı, karşılıklı hürmet, ruh-sinir hastalıklarının profilaktik tedbirlerinden sayılmalıdır.

 

Ruh hastalıklarına tutulmuş şahıslara gösterilen hastahane ve hastahane dışındaki yardımın teşkili psikoprafilaktik bakımından büyük öneme haizdir. Bu tip şahıslar için, gereken çalışma koşulları ve geçinebilme şartlarının oluşturulabilmesi, amaca uygun psikoterapi uygulamalarının yapılması, cemiyyet, sosyal teşkilatlar tarafından ilgi ve alaka, mühim önlemlerdendir. Sekonder profilaksi olarak kabul edilen bu tedbirler tekrar hastalığa yakalanmanın önüne geçmek için gerekli şartlardandır.

 

Psikoprafilaksi tedbirlerini ortaya koyarken yaş gruplarını mutlaka göz önünde tutmalıyız. Çocuklar ve gençlerle oluşturulan tedbirler, yaşlı, özellikle yaşlılarla oluşturulan tedbirlerden ayrılmalıdır. Geriatrik psikoprafilaktika kendine mahsus, spesifik problemlerle ilgilidir. İnsanın yaşla ilgili iş yapabilme kapasitesinin değişmesi, emekliye ayrılması, her insana farklı etki yapar. Öyle ki; bazı şahıslar emekliye çıkması, evvelki vazifesinden ve mesleğinden el çekmeyi hayatın sonu gibi karşılayabilir. Bazıları ise bunun farkına bile varmaz.

 

Yaşı ilerlemiş şahısların tek başına kalması, evladlarının uzakta yaşaması problematik meselelerdendir. Tek kalmış ihtiyarları, akraba ve yakın adamlarını kaybetmiş insanlara, ruhi hastaya iş yapabilme kabiliyetini yitirenlere ciddi ilgi gösterilmeli, ilk etapta sosyal kurumlar tarafından, sosyal yardım yapılmalıdır.

 

İnsanlar arasında oluşturulan psikohijyen ve psikoprafilaktika tedbirler esas itibariyle tıp müesseseleri tarafından hayata geçirilir. Bu işde Sağlık Eğitiminini, Sosyal Cemiyetlerin ve diğer yardımcı kurumların yaptığı çalışmalar takdire şayandır.

 

Kaynaklar:

 

1. İsmayılov N., Özakkaş T., Azerbaycan Tıp Eğitiminde Psikiyatri Özak Yayınevi 1998 İstanbul

2. Last John M., Public Health and Preventive Medicine 7. Ed. Appleton-Century-Crofts/New York pp:1301-1359

 

Bu makale “36. Ulusal Psikiyatri Kongresi 03-07 EKİM 2000 Adora Golf Resort Hotel / Belek Antalya Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi Psikiyatri Ana Bilim Dalı, Türkiye Psikiyatri Derneği, Türkiye Sosyal Psikiyatri Derneği özet kitabı Sayfa: 86”

 

Bu çalışma sözel bildiri olarak sunulmuştur.

 

[1] Azerbaycan Tıp Üniversitesi Psikiyatri Ana Bilim Dalı Öğretim Üyesi

AZERBAYCANDA PSİKİYATRİK YARDIMIN TARİHÇESİ VE YASAL ZEMİNİ

A

ZERBAYCANDA PSİKİYATRİK YARDIMIN TARİHÇESİ VE YASAL ZEMİNİ

Uz.Dr. Tahir Özakkaş[1], Prof.Dr. Nadir İsmayılov[2]

ÖZET: Dünyada çağdaşlığın ve gelişmişliğin bir ölçüsü de toplumdaki ruh hastalarına yapılan tıbbi yardım ve yaklaşım tarzıdır. Dünya tarihinde ruh hastaları çok acı günler geçirmiştir. Zaman zaman öldürülmüş, zaman zaman diri diri yakılmış, zaman zaman da toplum dışına itilmiş ve tecrid edilmişlerdir.

Çağdaş psikiyatrik yaklaşımın temelini F.Pinel’in (1793) hastaların zencirlerini çözme hariketi ile başladığı kabul edilir. Dünyadaki gelişime uygun olarak Rusya’da da benzer bir seyir gözlenmektedir. 1917 ekim devriminden sonra Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği adını alan Rusyadaki gelişmeler SSCB’i ne bağlı devletllerden biri olan Azerbaycan Cumhuriyetini de etkilemiştir. 1892’de Bakü’de kurulan Psikiyatri hastahanesi ile ruh hastalarına çağdaş psikiyatrik hizmet verilmeye başlanmıştır. 1892’den bu güne kadar ruh hastalarının hukuki hakları korunmaya çalışılmış ve çağdaş bir seviyeye ulaştırılmıştır. Bu hizmetlerin verilebilmesi için geniş örgütlenmeler kurulmuş, tedavi basamakları oluşturulmuş, bilirkişi komisyonları meydana getirilmiş ve adli psikiyatrik uygulamalara başlanmıştır. En son olarakta Azerbaycan Cumhuriyeti Ceza Hukukunda yapılan değişikliklerle ve 1988 yılında yürürlüğe giren ruh hastalarının haklarını koruyan yasa ile çağdaş bir hüviyete bürünmüştür.

 

Anahtar Kelimeler: Azerbaycan, Ruh hastalıkları, Psikiyatrik Yardım, Yasal Düzenleme

 

PSİKİYATRİK KURUMLAR ve TEDAVİ

 

Ruh hastalıklarına yardımın yapılması ve bunun şekli, devamlı olarak toplumun dikkat merkezinde olmuştur. IV. asırda Vizantiya’da, IX. asırda Kahire’de, XIII asırda Almanya’da, XIV. asırda İngiltere’de (Vifteyem Kilisesi’nin Londra’da psikiyatri hastahanesi), 1400 senesinde Fransa’da psikiyatri kurumlarının durumunu yansıtan el yazması kitaplar bugüne kadar saklanmıştır. Mevcut müesseseler ruhî hastalıkları tedavi etmek değil, onların toplumdan tecrit olunmasına hizmet etmişlerdir.

 

Fransız İhtilali’nin ilk yıllarında F. Pinel’in (1793) yaklaşım tarzı ruh hastalıklarına münasebeti kökünden değiştirmiştir. Rusya’da psikiyatri kurumlarının oluşması kendine mahsus bir seyir göstermiştir. X. asırda Kiev’de “Dilenciler, garip adamlar ve Allahseverler” cemiyeti mevcut idi. XI. asırda erotikler ve rahatsız hastalar için kliniklerde oluşturulmuş “bağlı zindanlara” karşı nefret ve tepki yaygın olarak ortaya çıkmıştır. Öyle ki; sonuçta Rusya’da ruh hastalıklarına karşı yaklaşım insancıl hale gelmiştir.

 

1551’de IV. İvan, akıldan yoksun insanların Stoglov Kilisesi’ne gönderilmesi hakkında bir emir vermiştir. Pyator devrinde ise, ruh hastalıklarına ait özel binalar ve hastaneler yapılması için emir verilmiştir.

 

1706’da Novgorod yakınlarındaki Kolmovski Kilisesi’nde “Kovulmuşlar ve Yardıma Muhtaçlar” için bina, ruh hastaları için hastahane açılmıştır. Rusya’da ilk psikiyatri hastahanesi “Dollgauz” 1776’da Riga’da oluşturulmuştur. Aynı yılda Moskova’da Yekatrina hastahanesine bağlı, psikiyatri şubesi, 1779 senesinde ise Petersburg’da Obukov hastahanesi açılmıştır.

 

XVIII. asırın sonunda bir çok hastahanenin bünyesinde, psikiyatri şubeleri, “aklını kaybetmişler” için özel binalar (Sarı Evler) yapılmıştır. 70. illerde toprak reformu psikiyatri kurumlarının oluşturulmasına ve yeni binaların inşasına imkan vermiştir. Çok sayıda hastahaneler yapılmıştır. Eski olanları güzelleştirilmiştir. Pavilyonlardan ibaret, koloni tipli bu hastahanelerde hastalar ağırlık derecelerine göre birbirlerinden ayrılırdı. Meşguliyet tedavisine yönlendirilirlerdi.

 

Psikiyatri yardımının bu yeni biçimi S. S. Korsakov, P. İ. Yakobi, P. N. Yakavenko, P. B. Kaşenko, P. N. Rahimov ve onların hem fikirleri tarafından aktif şekilde hayata geçirildi. Bununla beraber zemstvalarda psikiyatri tedavi yerlerinin yapılması ve onların güzelleştirilmesi yeteri kadar başarılı değildi.

 

Rusya’da ve onun eyaletlerinde psikiyatri yataklarının yerleştirilmesi de uygun olmamıştır. Hastahaneler esasen ülkenin batı kesiminde büyük şehirlerde inşa edilmiştir. Sibirya’da, Orta Asya’da ve Kafkaslar’da böyle hastahaneler pratik olarak yoktu. Kafkas bölgesinde ilk psikiyatri hastahanelerinden biri 1892 de Bakü’de teşkil olunmuştur. Şu anda aynı hastahanede kliniğimiz hizmet vermektedir.

 

1887’de Rusya psikiyatrlarının 1. Kurultayı’nda S. S. Korsakov “AİLE POTRANAJI” düşüncesi ile ilgili fikir ileri sürmüştü. Aile potranaji’nin tatbiki neticesinde hastaların kendi ailelerinde saklanması veya karşılıklı rıza esasına dayalı başka ailelerde yerleştirilmesi mümkün sayılırdı. Hastahane ise onlara tıbbî yardım ve para temin ederdi. Potranaj hizmetine esasen remisyon halinde olan kronik hastalar dahil edilirdi. Böylelikle ruhî hastalıkların hayli hissesi ne kendilerine ne de akrabalarına hiçbir ziyan etmezlerdi. Potranaj uygulaması, yeterli yatak kapasitesi sağlıyordu.

 

1911’de Rusya psikiyatrlarının ve nörologlarının Korsakov’un anısına düzenlenen 1. Kurultay’ında esas dikkat psikiyatri kurumlarının olgunlaşması ve patranaj hizmetlerinin gelecek inkişafına yöneltilmiştir.

 

Büyük Ekim Devrimi’nden sonra, psikiyatri kurumlaşmasının merhaleleri başladı. P. B. Gannuşki’nin teklifi ile “Hekimler Birliğinin Şûrası” isimli bir mecmua çıkarıldı. “Psikiyatri Komisyonu” oluşturuldu.

 

Sonraları bu komisyon, Sıhhiye Komiserliği gözetiminde Psikiyatri-Seksiyası adını aldı. Seksiyaya hastane yatağı dağılımını yeniden oluşturmak ve uzmanların yetiştirilmesi ile meşgul olmak vazifesi verildi. 1919’da Mayıs ayında Halk Komiserleri Şûrası’nın kararına istinaden bütün psikiyatrik hastalıkların tedavisi, devlet bütçesine yükletildi ve tedavi parasız oldu.

1919 Ağustosu’nda psikiyatrların ve Nöropatologların 1., 1923 senesinde ise 2. umumî toplantıları Rusya’da yapılmıştır. Kabul edilmiş karar temelinde, psikiyatri kurumlarının yeniden teşkili başlamıştır. Sovyet sıhhiyesinin esas prensibi; profilaktik tedbirleri, dispanser kurmayı, erken teşhisi ve ilk yardımın tatbik edilmesi idi.

 

İlk nöropsikiyatri dispanseri 1924’de Moskova Psikonöroloji Enstitüsü bünyesinde açıldı. Sonraki yıllarda dispanser bütün büyük şehirlerde ve sanayi merkezlerinde oluşturuldu. Dispanserle beraber yeni tedavi metodlarını hayata geçiren STASSİONAL yardımcı da genişletildi.

 

Muhtelif cumhuriyetlerdeki psikiyatri kurumları esas itibari ile Sovyet hakimiyeti yıllarında yapılmıştı. 1918 yılında Halk Sıhhiye Komserliği nezdinde Çocuk Psikiyatrisi bölümü oluşturulmuştu. Daha sonra bu kurum gelişerek; psikiyatrinin ayrı bir sahası olarak bağımsızlaşmıştır. Hazırda zeka geriliği bulunan çocuklar için özel okullar (İnternat Okullar), psikonöroloji kabinleri, bağımsız çocuk psikonörologları, dispanserleri, çocuk psikiyatristleri, hastahaneleri ve diğer müesseseler faaliyet göstermektedir.

 

1936’dan itibaren Moskova, Leningrad şehirlerinde acil psikiyatri merkezleri oluşturulmuştur. Şimdi bu tip kurumlar, nüfusu 150.000’i aşan tüm şehirlerde mevcuttur.

 

1930-1933’de V. A. Gilyanovski’nin ve M. A. Gagav’un teşebbüsü ile gündüz istasyonları oluşturulmuştu. Bu istasyonların üstün yönü ondan ibarettir ki; hastalar öğrendiği muhitin; evinin, ailesini terk etmeden istasyonlarda tedavilerini gün boyu alırlar ve akşama eve dönerlerdi.

 

1921’de Moskova Adlî Psikiyatri Enstitüsü kuruldu. 1980. yıldan itibaren aynı enstitü Umumi ve Adlî Psikiyatri Enstitüsü adını alır ve meşhur alimlerden biri olan Prof. V. P. Serbski’nin adını taşır.

Sovyetler’in 7 şehrinde 9 ilmî araştırma enstitüsü (onlardan üçü Moskova’da, kalanları ise, Leningrad, Kiyev, Harkov ve Tiflis’de) faaliyet göbtermektedir.

 

Son yıllarda psikofarmakolojinin gelişmesi ile ilgili olarak eve gönderen tedavi yaklaşımı ise, tıbbî-sosyal yeniden uygunlaşması geniş gelişme gösterir. Psikiyatri kurumlarının teşkili; birleştirici emir ve talimatlarla hayata geçirilir.

 

HASTAHANE KURUMU

 

Hastahane kurumunun esası, stasyoner tedavinin ve karışık bilirkişilik işlemlerinin yapılmasıdır. Muhtelif ülkelerin yaklaşımları da bu konuda farklıdır. Dünya Sağlık Teşkilatı’nın (WHO) bilgisine göre her bin nüfusa düşen yatak sayısı 1-1.5’a eşittir. SSRI’daki istatistiki bilgiler WHO’ın bu talebine uygun olsa bile, cumhuriyetler arasındaki dağılım ve vilayetler arasındaki dağılım dengesiz ve buna uygun değildir. Azerbeycan’da nüfusun her 1000 kişisine düşen yatak sayısı 1989 yılı itibariyle 0.9 olmuştur (yılda). WHO’nun talimatına göre her 35 stasyoner hastasına bir hekim hizmet etmelidir. Kliniki hastahanelerde bu rakam az, kronik hastalara mahsus hastalıklarda ise (hastahanede kalma süresi 100 günden fazla olursa) bu çoktur.

 

Hastaların, stasionda kalma müddeti; hastalığın ağırlık derecesine, teşhise ve diğer faktörlere bağlıdır. Hastaları, onların arzuları hilafına hastaneye yerleştirmek, tedaviye almak olmaz. Hekimlerin böyle hareket etmelerine kanunda gözönünde tutulan hallerde ( hasta kendi ve etrafı için tehlike oluşturur) izin verilebilir.

 

Sıhhiye bakanlığı 1985’de 236 nolu emrini esasen, narkolojik hizmetleri psikiyatriden ayırarak bağımsız bir alana dönüştürmüştür.

 

Psikiyatride olduğu gibi bütün bölgelerde hekim- narkolog ayrılmıştır. Bütün büyük şehirlerde ve yerlerde kanuna uygun olarak narkoloji dispanserleri kurulmuştu.

 

Bağımsız psikiyatri stasionar tedavi merkezleri 500 ve daha çok yataklı olup, muayyen nüfusa ve bölgeye hizmet ederler. Bir sıra hallerde, kronik gidişe sahip hastalıkları tedavi etmek için ayrıca hastaneler oluşturulur. Her bir dispanserin bünyesinde nisbetin hafif hastalıkların tedavisi için stasioner şubeleri oluşturulur.

 

Somatik hastahanelerin terkibine ruh hastalıklarını tedavi etmek için somatopsiki ve psikosomatik şubeler oluşturulur. Sınırdaki psikonörolojik hastalar (nevrozlar, reaktif haller v.s.) için hususi tedavihaneler veya şubeler oluşturulur. Böyle şubelerin somatik hastahanelerin bünyesinde teşkil edilmesi amaca daha uygundur. Bunlara ilave olarak, kronik hastalar içtimaî teminat hazırlığına tabi olan psikiyatri internatları, düşkünler evi de mevcuttur. Böyle müesseselerde hastaların tutulması daha ucuz olduğundan onların genişletilmesi, ekonomik açıdan önemlidir.

 

Psikiyatri kurumlarında yardımın esas yönlerinden biri de çocuklara yardım edilmesidir. Bu amaçla büyük hacimli psikiyatri hastahanelerinde çocuk şubesi oluşturulur. Bu çok hallerde ise onlar için ayrıcı hastahanelerin olması amaca daha uygun sayılır. Çocuk hastahanelerinde ve şubelerinde tedavi ile beraber hususi proğramla onlara gerekli eğitimin verilmesi de göz önünde tutulmalıdır. Bu maksatla hastaneye pedagoji çalışanları ilave edilir.

 

Son yıllarda psikiyatri hastahanelerinin yönetimin normal hastahanelerin yönetimine benzetmek eğilimi güçlenmiştir. Bu amaçla eski hastahanelerin yerini, 1-2 veya 3-4 yataklı odaları bulunan, medeni, grup psikoterapilerinin yürütülebileceği geniş odaları, spor salonu, meşguliyet terapisi bölümleri v.s. olan branşlar almaktadır. Bu şekilde “açık kapı” sistemi hayata geçirilir. Elbette, tam bir giriş çıkış serbestisinin olması bütün hastalar için söz konusu değildir. Ağır psikotik tablo belirtileri olan hastaların durumuna uygun ortam oluşturmak gerekir.

 

Çağdaş psikiyatri hastahaneleri, muhtelif teşhis laboratuvarları (umumi klinik, biyokimyevi, immunolojik, bakteriyolojik, endokrinolojik v.s.) röntgen ve EEG ünitelerinin olduğu, reanimasyon ve yoğun bakım merkezlerinin bulunduğu hastahaneler olmaktadır.

 

Son dönemlerde umumi somatik hastahanelerin nezdinde psikiyatri klinikleri oluşturulmaktadır. Şüphesiz böyle şubelere ihtiyaç vardır ve onların genişletilmesi takdire şayandır. Lakin şimdi öyle görünüyor ki, gelecekte de büyük hacimli (500 yataktan fazla) özel psikiyatri ve psikonöroloji hastahanelerinin olmasıdır. Kendine mahsus cihetleri ve özellikleri olan çok yönlü psikiyatrik yardımın ancak bu tip hastahanelerde tam olarak yerine getirilmesi mümkündür.

 

HASTAHANE DIŞI KURUMLAR ve HİZMET

 

Psikiyatri kurumlarının esasını dispanser hizmetleri teşkil eder. Çağdaş psiko-nöroloji dispanserleri (PNP) bütün hastaları kabul eder. Onlara konsültatif, diognostik ve tedavi yardımını verir. Gerekirse işe yerleştirir ve yaşama şartlarını iyileştirir, bilirkişi hizmetleri verir v.s…. PND nazarında hastaların yeniden iyileşmesini temin etmek amacıyla tedavi etmek, meşguliyet terapisi yapmak, gündüz ve akşam stasionerleri oluşturmak ve profilaktik tedbirler almak görevidir. Hizmet ettiği sahanın ahalisi arasında ruh hastalıklarını zamanında teşhis etmek için PND, o bölgenin diğer tedavi- profilaktika kurumları ile bağlantı oluşturur. Ayrıca kendisi ahali arasında sağlık eğitimi, profilaktik tedbirler ve diğer bir takım işleri yapar. PND aynı bölgeye hizmet eden psikiyatri klinikleri ile sıkı bir iletişim içerisinde olmalıdır.

 

Böyle bir sıkı ilişki, hastalar üzerindeki tedavi ve nezaret etmeğe yapılan profilaktik tedbirlerin yaralarının yükselmesini sağlamak için geçerlidir. Dispanserlerin başlıcı fonksiyonlarından biri de ruh hastalarına koruma (hamilelik) ve patronaj hizmeti göstermektir.

 

Patronaj hizmetinin esas vazifesi iş kabiliyetini kaybeden, emek stajı olmadığı için maaş alamayan ve ruhsal vaziyetine göre stasionara yerleştirilmeyin hastalara nezaret etmek ve maddi yardım göstermektir. Patronaj hizmetine ihtiyati olanları, hususi patronaj komisyonları belirlemektir. Patronaj’ın iyi teşkili aynı zamanda yataktan istifade imkanı vermektedir.

 

Önceleri oluşturulan bölgeler PND’ler yaşayış bölgelerinin uzaklığı ile ilgili olarak kendi işlerini belirlemelidirler. Hazırda nüfusu az olan bölge ve şehirlerde (100.000’e dek) P.N.D.’in fonksiyonunu ifade eden psikiyatri kabinlerin teşkil olunur. Son yıllarda fabrikalarda, büyük sanayi müesseselerinin nezdindeki tıbbî-sanitarya bölümlerinde (T.S.B.) psikiyatri kabinleri oluşturulmaktadır. Böyle kabinler ahaliye daha yakın ve psikiyatri müesseseleri kenarda olduğu için muayyen üstünlüğe haizdir.

 

Bazı hafif psişik bozukluklarda (nevrozlar, reaktif haller, psikosomatik hastalıklar v.s….) tutulanların bu kabinleri gelmesi ve tedaviye alınması hayli kolaylaşmıştır. Ruh hastalırının yüzde kaçının dispanserlere gönderilmesi, onların tedavisi, profilaksisi ve rehabilitasyonu tedbirlerini almak aynı müessesenin esas görevlerindendir.

 

Hastahane dışındaki psikiyatri yardımının esas biçimlerinden biri ilk yardımdır. Bu maksatla ilk ilkyardım istasyonlarına hususi hekim ve sağlık işçileri, onların hizmet sahasında yaşayan nüfusun sayısına göre tesbit edilir. (Her 150-200 bin ahali için bir birim kurulur)

 

Son yıllar PND’in bünyesinde emek rehabilitasyon merkezleri oluşturmak teşebbüsü geniş yayılmıştır. Kendi tedavi etmek imalathaneleri olan dispanserler bu sahada büyük işler görmek imkanı elde eder. Bazı şehirlerde (mesela; Kaluga, Tomsk) tedavi-emek imalathaneleri sanayi müesseselerini şubeleri gibi oluşturulmuştur. Muafık kanunlar çerçevesinde, köy yollarında köy tasarrufatı işleri de yapmak mümkündür. Hastaları çalışmaya gönderirken, hastalığın şiddeti, ruhsal kusurun derecesi, şahsın hangi iş için yararlı olması, fiziki sağlamlığı v.s. nazara alınmalıdır. Hastahanelerin dışında rehabilitasyon işlerinin yapılmasında aile içi ilişkilerin özellikleri mutlaka öğrenilmelidir.

 

Sosyal rehabilitasyon sisteminde gündüz istasyonların ehemmiyetinin özel bir önemi vardır.Böyle istasyonların olması hastayı ihata eden yıllarca öğrendiği sosyal çevreden, aileden ayrılmadan aktif tedavi ve rehabilitasyon tedbirlerinin yapılmasına imkan tanır.

 

Gündüz istasyonları hastane ile dispanser arasında geçit teşkil eden kurumlar olmakla, bir takım tedavi işlemlerinin yüksek seviyede icra etmek imkanına sahiptir. Gündüz istasyonları bir sıra “açık kapı” sistemi teşkil edip hastalara müsbet psikolojik tesir gösterir. Böyle istasyonlar, bir kanun olarak sabah saat 0800den 1500 kadar (bazen1700ye kadar) faaliyet gösterir.

 

Hastaları lazım gelirse Gündüz istasyonlarından adi istasyonlara ve aksine taşımak, böylelikle de onlar için optimal şartlar oluşturma tedavi ve rehabilitasyon işi için geniş imkanlar oluşturur.

 

İŞ YAPABİLME KABİLİYETİNİN TESBİTİ

 

Ruh hastalıkları, iş yapabilme kabiliyetinin, kısa müddetli ve uzun müddetli (bazen daimî) kaybedilmesine sebep olabilir. Şahsın iş yapabilme kabiliyeti her bir hastalık durumunda, dikkatli bir muayene neticesinde tesbit edilmelidir. En mühim vazifelerden biri de kaybedilmiş iş yapabilme kabiliyetinin derecesinin tesbit edilmesi ve hastayı çok kısa bir süre içinde normal olarak işine dönmek için optimal şartları oluşturmaktan ibarettir. Bilirkişi görevi yerine getirirken hastanın, hastalık derecesinin ne kadar olduğu, malulen emekliye sevkedilip sevkedilmeyeceği veya işe gönderilip gönderilmeyeceğini tesbit eder.

 

İş yapabilme kabiliyetini geçici olarak kaybeden ruh hastalarına 6-8 ay civarında sağlık raporu düzenlenerek tedavileri ve dinlenmeleri sağlanır. Bu süre sonunda tekrar muayene edilen hastanın durumuna göre yeni tedbirler alınır. Eğer iş yapabilme kabiliyeti yoksa, sakatlık derecesi tayin edilir.

 

1. grup sakatlık derecesi, iş yapabilme kabiliyetinin tam olarak kaybedildiği ve dışardan bakım ve yardıma muhtaç ruh hastalarına verilir.

 

2. grup sakatlık derecesi, iş yapabilme kabiliyetinin kaybedilmesine bakmayarak, kişinin kendi ihtiyaçlarını kendi karşılayabileceği ruh hastalarına verilir. Bu tip hastalar, kamu talimatçısının gözetimi altında sade işler görmeye muktedir olabilir.

 

3. derecedeki sakatlıkta ise, iş yapabilme kabiliyetinin kısmî olarak kaybı söz konusu olan ruh hastalarına verilir. Bu tip şahıslar, bir kaide olarak, hafif işlerde çalıştırılır ve iş yapabilme kabiliyeti devam ettirilir.

 

Sakatlık derecesinin tayin olunması, İçtimaî Teminat Bakanlığı’na bağlı olan uzmanlaşmış hekimlerden oluşan Bilirkişi Komisyonları’nca belirlenir. Bazı durumlarda, ruh hastalıklarının sakatlık derecesinin tayininin kırsal kesimde ve küçük şehirlerde oluşturulan umumî komisyonlar da halledebilir. Bu tip komisyonların içine psikiyatristlerin dahil edilmesi amaca uygundur. Yasalara göre 3. ve 2. dereceden sakatlık her yıl, 1. dereceden sakatlık ise iki yılda bir tekrar tesbit edilir.

 

ADLÎ PSİKİYATRİ UYGULAMALARI

 

Adlî psikiyatrinin vazifesi, ruhî hastalıkların sebep ve özelliklerini öğrenmenin yanında hastalıkla ilgili bozuklukları olan şahısların suç işleme sorumluluğu ve kişilik haklarını tesbit etmektir. İçtimaî olarak tehlikeli olmuş veya suç işlemiş bir bireyin, ruh dengesinden şüphe edilirse, onu adlî psikiyatrik muayeneye göndermek gerekir. Bu tip hareket yapan bir şahıs, ruhî bozukluk içerisinde bu eylemleri yaparsa adlî psikiyatri kurumunun raporuna istinaden, bu şahsın işlediği suçtan sorumlu tutulmaması ve tıbbî muayene ve tedavi altına alınmasına karar verilir.

 

Azerbeycan Cumhuriyeti’nin Ceza Hukuku’nun 11. maddesi ve diğer maddelerinde tanzim edilen bu kanunlar bütün Sovyet Cumhuriyetleri’nin ve çoğu devletlerin kanunlarında mevcuttur. Suç işlemiş ruh hastalarının islah tedbirleri ve zorunlu tedavisi Sağlık Bakanlığı nezdinde olan özel ve umumî hastahanelerde icra olunur. Şu anda bu tip hastalar için üç çeşit hastahaneler oluşturulmuştur. Birincisi, ciddi, ikincisi güçlendirilmiş, üçüncüsü ise İçişleri Bakanlığı’nın yardımından istifade etmeden, hastahanenin kendi şartları içinde olan bölümlerdir. Bu tip hastahane veya şubelerin çalışma prensipleri, özel bir mevzuatla yürütülür.

 

Zorunlu tedavi altında olan bütün hastalar her 6 ayda bir sağlık komisyonu tarafından muayeneden geçirilir. Gerekirse zorunlu tedavinin süresi uzatılır. Hastahane sağlık kurulunun kararı ile zorunlu tedavinin sona erdirilmesi söz konusu olduğunda, bölgenin baş psikiyatristinin göndermesi ile mahkeme heyeti tarafından sonuçlandırılır. Adlî psikiyatri bilirkişi komisyonları suç esnasındaki bilinçlilik meselesini de halletmek için muayeneler yaparlar. Ruhî hastalığa sahip suç işleyen şahıs çoğu durumlarda şuurlu olabilir. Her hastalık şuursuzluk oluşturacak diye birşey söz konusu değildir. Ülkemizde şuursuzluk (anlagsızlık) yasalar çerçevesinde, mahkemenin hükmü ile karara bağlanır. Azerbeycan Ceza Hukuku’nun 11. maddesinde: “İçtimaî olarak suç işlediği zaman şuursuz olan, yani kronik ruhî hastalık, psişik faaliyetin geçici olarak bozulması, zeka geriliği veya hastalık neticesinde kendi yaptığı hareketleri idrak edemeyen veya kendini idare etmek kabiliyetinde olmayan şahıs şuursuz (anlagsız) kabul edilerek, suç mesuliyetinden çıkartılır. Böyle şahısların tıbbî karakterli zorunlu tedavi tedbirleri tatbik edilir” denmiştir. Şuursuz sayılan adamlar için vasî tayin olunabilir. Vasiler ise, kendilerine yüklenen sorumluluk ve vazifeleri yerine getirmezlerse veya hastadan suistifade ederlerse suç işlemiş kabul edilerek gerekli yasal işlem yapılır.

 

Ruh hastalarının şuursuz olduğu konusunda, yasal bir hüküm çıkarmak için, ayrı ayrı vatandaşlar, yakın akrabaları ve kamu yönetimi, ilgili mahkeme ve kurumlara başvurarak dava açmak hakkına sahiptirler. Bunun terside söz konusudur. Böyle bir başvuruda şahsın ruh sağlamlığı tespit edilirse, daha önce tayin edilmiş vasilik lağv edilir. Şuursuz kabul edilen hastalar, kendi emlak ve eşyalarına, aynı zamanda irsen geçmiş şeylere sahiplik hukuklarını kaybetmemekte, ancak vasilerin nezareti altında kullanmaktadırlar.

 

Şu andaki yasalara göre, ruh hastaları etrafındaki insanlar için tehlikeli olduklarında, zorunlu olarak hizmet veren stasioner tedavisine gönderilir. Zaman zaman bu tip hastaların, gönüllü olarak hastahaneye yattıkları gözlenmektedir.

Bu kurum ile ilgili mevzuat: “Psikiyatri yardımının gösterilmesi kaideleri ve şartları hakkında esasname” ve “Vatandaşların ilkin psikiyatrik muayenesi kaideleri hakkında talimat.”

 

ASKERÎ PSİKİYATRİ BİLİRKİŞİLİĞİ

 

Bu bilirkişi komisyonları, bir kaide olarak, psikiyatri dispanserlerinin ve hastahanelerinin bünyesinde teşkil edilir. Onların vazifesi vatandaşların askere alınmasının yararlı olup olmamalarını tespit etmektir. Vatandaşların askere gönderilmeleri yasalara uygun bir şekilde yapılır. Sağlık kurullarının görüşü ile tertip edilen rapor, askerî komisyona gönderilir.

 

Kaynaklar:

 

1. İsmayılov N., Özakkas T. Psikiyatri Azerbaycan Tıp Eğitiminde Psikiyatri 1998 Özak yayınevi. İstanbul Sayfa:89-99

 

2. Vatandaşların İlk Psikiyatrik Muayene Kaideleri Hakkında Talimat (Sıhhiye rehber organının 21 Mart 1988. ile 225 nolu emrine ek: 16)

 

Bu makale “36. Ulusal Psikiyatri Kongresi 03-07 EKİM 2000 Adora Golf Resort Hotel / Belek Antalya Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi Psikiyatri Ana Bilim Dalı, Türkiye Psikiyatri Derneği, Türkiye Sosyal Psikiyatri Derneği özet kitabı Sayfa: 86”

 

Bu çalışma sözel bildiri olarak sunulmuştur.

 

[1] Azerbaycan Tıp Üniversitesi Psikiyatri Ana bilim Dalı Öğretim Üyesi

[2] Azerbaycan Tıp Üniversitesi Psikiyatri Ana bilim Dalı Öğretim Üyesi

ANKSİYETE BOZUKLUKLARININ KLİNİK TİPLERİ , FARMAKO, PSİKO VE KOMBİNE TERAPİYE CEVAP ÖZELLİKLERİ

ANKSİYETE BOZUKLUKLARININ KLİNİK TİPLERİ , FARMAKO, PSİKO VE KOMBİNE TERAPİYE CEVAP ÖZELLİKLERİ

Uz. Dr. Tahir Özakkaş[1] Prof. Dr. Nadir İsmayılov[2]

 

I. GİRİŞ

Anksiyete bir semptom olarak bir çok mental hastalıkta karşılaştığımız bir belirtidir. Anksiyetenin birey üzerinde fiziksel ve mental belirtileri mevcuttur. Anksiyetenin psikolojik belirtileri arasında irritabilite, konsantrasyon zorluğu, sese karşı hassasiyet ve yerinde duramama sayılabilir. Ayrıca hafızanın zayıflaması, otonom sisteme aşırı yoğunlaşma sonucunda kalp atımlarını hissetme ve bunu bir kalp krizi gibi yanlış yorumlama ve buna bağlı algılama çarpıklıkları ve düşünce bozuklukları da ortaya çıkabilmektedir.

 

Bu hastaların fiziksel belirtileri sempatik sinir sisteminin aşırı aktivitesi ve kas geriliminin yoğunlaşmasını sonucu ortaya çıkar. Gastrointestinal sistem belirtileri olarak ağız kuruması, yutkunma zorluğu, epigastriumda hassasiyet, hava yutmaya bağlı geğirme, bağırsak hareketlerinde artma veya azalma oluşabilir.Solunum sisteminde; göğüste daralma hissi, nefes almada zorlanma, ve aşırı nefes alıp verme meydana gelebilir. Kalp damar sisteminde; çarpıntı, kalp üzerinde ağrı veya huzursuzluk hissi, boyunda ve muhtelif bölgelerde kalp atımlarının hissedilmesi görülebilir. Genitoüriner sistem belirtileri olarak; sıs sık idrara çıkmak, idrar yaparken yanma hissedilmesi, ereksiyon yetersizliği ve libido kaybı söz konusudur.Kadınlarda menstrüel bozukluklar ve amenore görülebilir. Merkezi sinir sistemi ile ilgili olarak kulak çınlaması, görme bulanıklığı, karıncalanma hissi ve baş dönmesi belirtileri tesbit edilebilir. Ayrıca müsküler gerilime bağlı şikayetler olabilir. Özellikle skalp bölgesinde hissedilen başağrıları mevcuttur. Uyku bozuklukları olarak; uykuya dalamamak, sık sık uyanmak, kabuslar görmek, erkenden uyanmak ve tekrardan uykuya dalamamak meydana gelebilir.

 

Anksiyete Bozuklukları DSM III, DSM III-R ve DSM IV’ün tanı kriterlerinden ve anksiyetenin biyolojik yapısının öğrenilmesi ile ilgili gelişmelerden çok etkilenmiş hastalıklarındandır.

 

Anksiyeteli bir hasta değerlendirildiği zaman, klinisyenler bunun yanında anksiyetenin patolojik mi, yoksa normal bir anksiyete mi olduğunu ayırmalıdırlar. Pratik seviyede, patolojik anksiyete, normal anksiyeteden ayırdedilebilmelidir. Bunun için; hastaların, ailelerin, onların arkadaşlarının yardımlarından ve patolojik anksiyete teşhisi koyan klinisyenlerin gözlemlerinden yararlanılmalıdır.

 

Tablo 1: DSM II, DSM III, DSM III-R, DSMIV’de Anksiyete Bozukluklarının Sınıflandırılması.

DSM II: DSM III DSM III-R DSM IV
Fobik Nöroz Fobik Bozukluk (F. Nöroz)

Agorafobi PA’lı,PA’sız

Sosyal Fobi

Basit Fobi

Fobik Bozukluklar

Sosyal Fobi

Basit Fobi

Agorafobi PA’sız

Fobik Bozukluklar

Sosyal Fobi

Basit Fobi

Agorafobi PA’sız

Anksiyete Nörozu Anksiyete Durumları (veya Anksiyete Nörozu)

Panik Bozukluk

Yaygın Anksiyete Bozukl.

Anksiyete Durumları

Panik Bozukluk

-Agorafobili

-Agorafobisiz

Yaygın Anksiyete Bozukl

Anksiyete Durumları

Panik Bozukluk

-Agorafobili

-Agorafobisiz

Yaygın Anksiyete Bozukl

Obsessif Kompulsif Nöroz Obsessif Kompulsif Boz. (veya Obs. Komp. Nöroz) Obsessif Kompulsif Boz. Obsessif Kompulsif Boz.

Histerik Nöroz

Depressif Nöroz

Nevrastenik Nöroz

Posttravmatik Stress Boz.

Akut ve Kronik(Gecikmiş)

Atipik Anksiyete Bozuk.

Somatoform Bozuk.

Dissosiyatif Bozuk.

Affektif Bozuk.

Posttravmatik Stress Boz

Başka Yerde Belirlenmemiş Anksiyete Bozuklukları.

Posttravmatik Stress Boz

Akut Stress Bozukluğu

Genel Tıbbi Şartlardan…

Madde Kullanımından…

Başka Yerde Belirlenme-

miş Anksiyete Bozukluk.

 

 

Tablo 2: DSM II-R ve ICD 10’ Göre Anksiyete Bozuklukları*

DSM II-R

ICD 10

Sosyal Fobi

Basit Fobi

Agorafobi Panik Ataksız

Panik Bozukluk Agorafobili

Fobik Bozukluklar

-Sosyal Fobi

-Basit Fobi

-Agorafobi

Panik Bozukluk (Agorafobisiz) Diğer Anksiyete Bozuklukları

Panik Bozukluk

Yaygın Anksiyete Bozukl Yaygın Anksiyete Bozukl

Miks Anksiyete Depressif Bozukluk

Obsessif Kompulsif Bozukluk Obsessif Kompulsif Bozukluk
Posttravmatik Stress Bozukluğu Posttravmatik Stress Bozukluğu

 

*Liste modifiye edilerek yapılmıştır.

 

 

Değerlendirme, hastaların iç dünyalarını belirten bilgilere, onların davranışlarına ve onların fonksiyon kabiliyetleri üzerine oturtulmuş olmalıdır. Patolojik bir anksiyetesi olan bir hasta komple nörofizyolojik bir muayeneye ve belirlenmiş bir bireysel tedavi planına gereksinim duyar. Klinisyen, bir çok tıbbi duruma bağlı olarak meydana gelen anksiyeteyi ve diğer mental hastalıkları, özellikle depressif hastalıkları gözönünde tutmuş olmalıdır. Çünkü çok açıktır ki, belirli tiyatral durumlarda anksiyete ile cevap vermek o kişinin avantajınadır.Bir kişi, patolojik anksiyete veya anormal durumun zıddına anksiyete sınırları içinde konuşabilir. Örneğin, sevdiği bir objeyi kaybetmekle veya ailesinden ayrılmak ile tehdit edilmiş bir çocuk için anksiyete normaldir.

 

Yine aynı şekilde, okulda yaşanan ilk gün çocuklar için, yeniyetmeler için ise ilk doğum günü partisi, erişkinler için yaşlanmayı ve ölümü düşündüğü zaman veya hastalıkla yüzyüze gelen herhangi biri için anksiyete normaldir.

 

Anksiyete hayatın anlamını ve kendi kimliğini bulmanın,belirsiz ve yeni şeyleri denemenin,değişikliğin, büyümenin normal ve olağan bir komponentidir. Patolojik anksiyete ise, bunun tersi olarak, onun süresi veya onun yoğunluğuna bağlı olmaksızın ortaya çıkan bir uyarana, uygunsuz bir cevap olarak ortaya çıkar.

 

II- MATERYAL VE METOD

 

1-ARAŞTIRMA TİPİ

 

Bu araştırma, içerisinde tanımlayıcı ve analitik ögeler de taşıyan karşılaştırmalı prospektif bir grub çalışmasıdır.

 

Kliniklerimize başvuran hastaların, DSM III-R kriterlerine göre anksiyete bozukluğu tanısı alan hastaların klinik görünümlerinin neler olduğunu, bu klinik formalaşmanın ve hastalığa yakalanmanın; cinsiyet, medeni durum, yaş, hastalık süresi, öğrenim, meslek, psikososyal ve çevresel sorunlar gibi bağımsız değişkenlerle ilişkisinin ne olduğu araştırılmıştır. DSM III-R kriterlerine göre Anksiyete Bozukluğu teşhisi alan hastaların rastgele örneklem istatistik yöntemi ile üçe ayrılması ve bunların üç tedavi yöntemi ile tedaviye alınması (psikoterapi, farmakoterapi ve kombine tedavi) ve sonuçta tedavi yaklaşımlarının karşılaştırılması yapılarak, tedavi yaklaşımları arasında bir fark olup olmadığı araştırılmıştır.

 

2-ARAŞTIRMANIN YAPILDIĞI YER

 

Bu araştırma, Azerbaycan Tıp Üniversitesi Psikiyatri Kafedrası nezdindeki 2 numaralı hastahanesine, Semaşka hastahanesi psikosomatik şubesine, 1 numaralı psikonöroloji dispanserine (PND) başvuran hastalar ile, Türkiye’de Akdeniz Tıp Merkezi Psikiyatri Polikliniği ve Özel Psikolojik Danışmanlık Merkezine başvuran hastalar üzerinde yapılmıştır. Çok merkezli yapılan bu çalışma Azerbaycan Cumhuriyeti Bakü şehri ile Türkiye Cumhuriyeti İstanbul şehirlerinde gerçekleştirilmiştir

 

3-ARAŞTIRMA GRUBU.

 

Araştırma evrenini, ATÜ Psikiyatri Kafedrasının hizmet verdiği hastane poliklinikleri ile İstanbul’daki Özel Psikolojik Danışmanlık Merkezi ve Akdeniz Tıp Merkezi Psikiyatri polikliniğine psikolojik rahatsızlık nedenleri ile başvuran ve DSM III-R kriterlerine göre Anksiyete Bozukluğu tanısı konan 10-65 yaş grubundan 180 (77 kadın ve 103 erkek) hasta oluşturmaktadır.

Araştırmada örneklem yapılmamış, ilgili merkezlerde çalışma yürütüldüğü esnada polikliniklerimizi başvuran ve kriterlerimize uyan tüm hastalar alınmıştır.

 

Bu hastalar arasında dışlayıcı kriterlerimiz nedeniyle 28 hasta kabul edilmemiştir.

 

4-BİLGİLERİN TOPLANMASI

 

Bilgiler 1 Haziran 1995-30 Mayıs 1998 tarihleri arasında toplanmıştır.

 

ARAŞTIRMA VERİLERİ

 

1-Muayene yöntemleri

a. SCID-OP (Structural Clinical Interwiev Standardized for inter-rater reliability) (DSM III-R)

 

2-Laboratuar Muayeneleri

 

3-Psikometrik testler

 

4-Sosyodemografik Anket vasıtası ile toplanmıştır.

 

1.MUAYENE YÖNTEMLERİ:

 

Polikliniklere müracaat eden hastalar somatik ve psikiyatrik muayeneden geçirilmiştir. Bunlara SCID-OP uygulanarak DSM III-R kriterlerine göre Anksiyete Bozukluğu tanısı alan hastalar araştırma grubuna dahil edilmiştir. Dışlayıcı kriterleri içeren hastalar gruptan çıkarılmıştır.

 

2.LABORATUAR MUAYENELERİ:

 

Grup içine alınan bu deneklere kan analizleri (kırmızı küre, beyaz küre, hemoglobin, sedimentasyon, karaciğer fonksiyon testleri, böbrek fonksiyon testleri, endokrin testler), EKG, EEG ve gerekli diğer tedkikler uygulanmıştır.

 

 

3.PSİKOMETRİK TESTLER:

 

a. İşlevselliğin Genel değerlendirme Skalası (İGDS)

b. Spielberg Anlık Kaygı Skalası (SAKS)

c. Spielberg Sürekli Kaygı Skalası (SSKS)

d. Yale-Brown Obsessif-Kompulsif Skalası (YB-OKS)

e. Hamilton Depresyon Skalası (HDS)

f. Fobi Kendi Ölçüm Skalası (FKÖS)

 

4.VERİLERİN DEĞERLENDİRİLMESİ

 

Elde edilen veriler, veri kodlama kağıdına geçirildikten sonra kompütere yüklenmiştir. Bu bilgiler EPI istatistiksel analiz programı ile tablolandırılmıştır. Tablo haline getirilen bu veriler, yine aynı kompüter programı vasıtası ile istatiksel analize tabi tutulmuştur. Gerekli yerlerde istatiksel analiz için, Khi kare, t-student, ANOVA varyans analizi, Fisher ve Yates düzeltmeleri yapılmıştır.

 

5.METOD

 

Bu çalışmada; ilaç (alprozolam, amitriptilin, buspiron, anafranil, floksetin) ve eklektik (içgörü yönelimli ve kognitif-davranışçı) psikoterapi yalnız başlarına ve birlikte karşılaştırılmıştır. Hastalar rastgele örneklem yöntemi ile aşağıdaki gruplardan birine dahil edilmiştir.

 

İ İlaç

PS Psikoterapi

İ+PS İlaç ve psikoterapi birlikte

 

 

Tedaviye alınmadan hastalar, fizik muayene ve laboratuar testlerinden geçirildi ve yazılı izinleri alındı. Hastalar herhangi bir psikoterapotik uygulamanın etkisinden sıyrılmak ve ilaçtan arınma süresi olarak ortalama 21 gün bekletildi.

Hastalar 12 ayın üzerinde takip edildi. 0-8 hafta arasında tedaviye alındı Psikoterapi alan hastalar on gün peşpeşe standardize edilen yoğun hucüm tedavisine alındılar.Tedavinin geri kalan kısmı 8-16 hafta arasında tamamlandı ve hastalar aralarda ilaç ve herhangi bir psikoterapi olmadan 52 haftaya kadar takip edildi.

 

Hastalar tedavi süresince (yoğun psikoterapi dönemi haricinde) 12 kez doktoru ziyaret ettiler. Ziyaret haftaları 0, 1, 2, 3, 4, 5, 6, 8 haftalar ve 3, 6, 9, ve 12. aylarda idi. Zaman zaman telefonla bağlantı kuruldu.İhtiyaç duyulan hastalarla ek görüşmeler yapıldı..

 

Son değerlendirmelerde 6 hafta içinde tamamlandı.

 

TEDAVİ

 

Hastalar başlangıçtan itibaren üç tedavi grubuna ayrıldı. Bunlar; ilaç, psikoterapi ve kombine terapi idi. Her bir gruptaki hastalarda DSM III-R teşhis kriterlerinden yola çıkılarak, anksiyete bozukluklarının alt grubuna ayrıldılar. Bu gruplar:

 

1.Fobi İle İlgili Bozukluklar Kümesi.

 

A. Basit Fobi

B. Sosyal Fobi

C. Agorafobi

 

2. Obsessif- Kompulsif Bozukluk Kümesi

 

3. Anksiyete Kümesi ve diğerleri

 

A. Panik Bozukluk–(Agorafobili-Agorafobisiz)

B. Yaygın Anksiyete Bozukluğu

C. Diğerleri: (Posttravmatik Stress Bozukluğu, Akut Stress Bozukluğu, vb.)

 

Bu şekilde hastalar üç alt kümeye ayrıldılar.

 

İLAÇ TEDAVİSİ

 

a- Birinci Küme: (Fobi ile ilgili Bozukluklar) Bu kümedeki hastalar birincil ilaç olarak, bir benzediozapin olan alprazolam ile tedaviye alındı. Hastalara ilk haftada tedavi 1 mg ile başlandı. Daha sonraki dönemde, günde ortalama 4 mg/gün doza ulaşıldı. İlk 8 haftada bu dozlara uyuldu. Daha sonra bu dozlar azaltılarak, 0.25 mg/gün lük idame dozuna inildi.

 

b- İkinci Küme: (Obsessif-Kompulsif Bozukluk) Bu kümedeki hastalar birincil ilaç olarak, bir trisiklik antidepresan olan clomipramin (Anafranil) ile tedaviye alındı. Tedavi süresi olan ilk 0-8 hafta içinde ortalama 150 mg/günlük dozlar uygulandı.

İlk haftada doz 30 mg/gün ile başlandı. Hastanın toleransına göre doz uygun şekilde artırılarak tedavi dozuna ulaşıldı. Bazı hastalarda bu doz 300 mg/ gün doza kadar ulaştı. Daha sonraki dönemlerde hastalar 50 mg/gün lük idame dozuna düşürüldü. Bazı hastalara ilave olarak geçici benzodiazepinler verildi.

 

c- Üçüncü Küme: (PB, YAB, PTSB, ASB, vd.) Bu kümedeki hastalara birincil ilaç olarak, buspiron kulandırıldı. İlk haftada tabletler bölünmüş dozlar halinde 15 mg/gün ile tedaviye başlandı. Daha sonra 30 mg/gün dozuna ulaşıldı. Çok özel durumlarda 60 mg/gün dozuna çıkıldı. Daha sonra hastaların durumuna göre dozlar ayarlandı ve idame tedavisi olarak 15 mg/gün ilan verildi.

 

Tüm gruplardaki hastaların bir kısmına farklı benzodiazepin ve antidepresanlar da verildi

 

PSİKOTERAPİ

 

Psikoterapi ve kombine terapi grubuna rastgele örneklem yöntemi ile alınan hastalara psikoterapi uygulaması başlandı.

 

Hastaların ilk fizik ve psikiyatrik muayenesi yapıldıktan sonra, hastalarla tedavi planı ile ilgili görüşme yapıldı. Tedavi planı on günlük hücum tedavisi ve idame tedavisi olarak iki gruba ayrıldı. Hücum tedavisi günlük iki kez 60 dakikalık görüşmeleri içeriyordu. Bu görüşmelerin yarısı sabah, yarısı öğleden sonra uygulandı.

 

Hücum tedavisine başlandığı gün hastanın tüm tedavisi video kamera ile VHS video kasetlere kaydedildi. Daha sonra, idame tedavisi de video kayıtlara alındı.

 

On günlük hücum tedavisinin içeriğinde davranışçı, bilişsel(kognitif) ve içgörü yönelimli (Insight oriented) psikoterapi yaklaşımları mevcuttu. Bu açıdan elastik ve eklektik bir uygulama yapıldı. Fobik ve kompulsif hastalara davranışçı teknikler, panik ve anksiyeteli hastalara bilişsel teknikler ağırlıklı olarak uygulanırken, dinamik formülasyona uygunluk arzeden hastalarda içgörü yönelimli bir terapi yaklaşımı ağırlıkla uygulandı.

 

Hücum tedavisi süresince; teknik olarak interpersonel görüşme, imajinasyon, serbest çağrışım, fıkra aktarma, katatimik rüya görüntülemesi, hipnotik trans, rüya analizleri, günlük yazma ve yorumlanması uygulandı.

 

Hücum tedavisi içerisinde hastalara tedavi rasyoneli aktarılmakta, tedavileri ile ilgili teknikler öğretilmekte ve sorunlar karşısında nasıl davranabileceği, düşünebileceği ve yorumlayabileceği ile ilgili beceriler kazandırılmaktadır.

 

III – BULGULAR VE TAHLİL

 

Araştırma grubuna alınan deneklerin; %57.2’si erkek, %42.8’i kadın, %48.3’ü evli, %45’i bekar, %6.7’i duldur. Yaş dağılımı 10-65 arasındadır. Hastalık süresi açısından %76.1’i 1-5 yıllık hasta, %13.9’u 6-10 yıllık ve diğerleri daha uzun sürelere sahiptir.Eğitim durumu açısından %41.7’i yüksek okul mezunu, %27.8’i lise mezunu ve geri kalan %30.6’ı ortaokul ve altı eğitim seviyesine sahiptir. Meslek durumu açısından %25’i serbest meslek sahibi, %22.8’i öğrenci, %17.2’i memur, %15.6’ı ev hanımı ve diğerleri işçi ve işsiz sınıflarına aittir. Deneklerin %81.7’i Türkiye Cumhuriyeti Vatandaşı, %18.3’ü Azerbeycan Cumhuriyeti vatandaşıdır.

 

Denekler psikososyal ve çevresel sorunlara sahip olma açısından incelendiğinde; %29.4’ünün hem birincil destek grubu ile hem de ekonomik sorunları bulunduğunu, %21.1’inin meslekleri ile ilgili, %13.9’unun çevresel faktörlerle ilgili, %12.2’inin eğitim ile ilgili, %6.1’inin barınma ile ilgili sorunları olduğunu tesbit ediyoruz. Anksiyete bozukluklarında hastalığı başlatan veya predispozan birfaktör olarak rol oynayan stressör etkiler vardır. Literatürde bu konuya geniş yer verilmiştir. Stressör faktörler ve travmalarla ilgili yapılmış çalışmalardan daha önce bahsedildi. Bizde aynı etkiyi çalışma grubumuzda gözlemledik.

 

Kişilik bozuklukları açısından %36.7’de herhangibir kişilik bozukluğuna rastlanmazken, %36.7’inin C gurubu (Çekingen, bağımlı, obsessif-kompulsif ve diğerleri), %20’inin B grubu (Antissoyal, borderline, histrionik, narsistik), %6.7’inin A grubu (Paranoid, şizoid, şizotipal) kişilik bozukluğuna sahip olduğu tesbit edilmiştir. Yapılan çalışmalarda anksiyete bozuklukları kümesinde , histerik, kompulsif, narsistik, borderline, bağımlı ve çekimser kişilik bozukluklarına rastlanmıştır. Ancak anksiyete bozuklukları ile kişilik bozuklukları arasında istatistiksel bir ilişki saptanamamıştır. (Noyes ve ark. 1991) Sadece PB’lu hastalarda bağımlı ve çekimser kişilik bozukluklarının diğerlerine göre anlamlı derecede yüksek olduğu bulunmuştur. (Noyes ve ark. 1991) Bizim de bulgularımız bu bilgileri desteklemektedir. Klinik çalışmalarda agorafobili PB’da belirgin kişilik bozukluğunun bağımlı kişilik bozukluğu olması şeklindedir. (D.F.Klein 1987) YAB’da ise belirgin bir tip bilinmemektedir. Konu ile ilgili bilinen sadece bir çalışma vardır. Bu çalışmada YAB’da bağımlı kişilik bozukluğunun daha sık görüldüğü bildirilmiştir. (Noyes ve ark. 1991)

 

İ.G.D.Ö. açısından birinci haftada ortalama değer 6.83 (SS:0.79) iken, sekizinci hafta 7.99 (SS: 0.60), 26. Hafta 8.56 (SS:0.58) ve 52. Hafta 8.67 (0.66) dır. Hastalarda İ.G.D.Ö. açısından belirgin bir düzelme görülmektedir. Uygulanan tedavi yöntemleri ile hastaların İGDÖ’de belirgin yükselmeler meydana gelmiştir. Literatürde farmakoterapi, psikoterapi ve kombine terapi için etkin sonucun alındığı haftalar ortalama olarak sekizinci haftadır. Bizde de hastalarımızda 8. Haftada İGDÖ’e göre iyileşme bulgularını görüyoruz.

 

HDS’ları açısından birinci haftada ortalama değer 3.35 (SS:0.62) iken, sekizinci hafta 2.34 (SS: 0.56), 26. Hafta 1.87 (SS:0.42) ve 52. Hafta 1.58 (0.86) dır. Hastalarda HDS’ları açısından belirgin bir düzelme görülmektedir. Uygulanan tedavi yöntemleri ile hastaların HDS’da belirgin düşmeler meydana gelmiştir. Literatürde anksiyete bozukluklarrına en sık eşlik eden komorbid hastalık olarak depresyondan söz edilmektedir. Çalışma grubumuzda HDS’a göre yüksek değerler mevcut idi. Bu olumsuz yüksek değerler her üç tedavi grubunda da 8. Haftada belirgin olarak düzelmiştir.

SAKS açısından birinci haftada ortalama değer 4.67 (SS:0.59) iken, sekizinci hafta 3.17 (SS: 0.50), 26. Hafta 2.35 (SS:0.58) ve 52. Hafta 2.32 (0.62) dır. Hastalarda SAKS açısından belirgin bir düzelme görülmektedir. Uygulanan tedavi yöntemleri ile hastaların SAKS’da belirgin düşmeler meydana gelmiştir. Anksiyete bozukluklarını anlık kaygıların tesbit ekmek önemlidir. Hastalığın durumunu ve tedavinin etkinliğinin ölçülebilmesi için bu gereklidir. Özellikle anksiyete grubumuzda bu özellik arzetmektedir. Biz de bu çalışmamızda SAKS’a göre tedavinin etkinliğini takip ettik. Her üç yaklaşımda da tedavinin etkili olduğunu tesbit ettik.

 

SSKS açısından birinci haftada ortalama değer 4.81 (SS:0.64) iken, sekizinci hafta 3.51 (SS: 0.64), 26. Hafta 2.61 (SS:0.62) ve 52. Hafta 2.64 (0.93) dır. Hastalarda SSKS açısından belirgin bir düzelme görülmektedir. Uygulanan tedavi yöntemleri ile hastaların SSKS’da belirgin düşmeler meydana gelmiştir. Hastalarda SSKS açısından belirgin bir düzelme görülmektedir. Uygulanan tedavi yöntemleri ile hastaların SSKS’da belirgin düşmeler meydana gelmiştir. Anksiyete bozukluklarını sürekli kaygıların tesbit ekmek önemlidir. Özellikle anksiyete grubumuzda bu özellik arzetmektedir. Hastalığın durumunu ve tedavinin etkinliğinin ölçülebilmesi için bu gereklidir. Biz de bu çalışmamızda SSKS’a göre tedavinin etkinliğini takip ettik. Her üç yaklaşımda da tedavinin etkili olduğunu tesbit ettik.

 

YBOKS açısından birinci haftada ortalama değer 2.16 (SS:1.57) iken, sekizinci hafta 1.75 (SS: 1.07), 26. Hafta 1.48 (SS:0.73) ve 52. Hafta 1.53 (0.98) dır. Hastalarda YBOKS açısından belirgin bir düzelme görülmektedir. Uygulanan tedavi yöntemleri ile hastaların YBOKS 52. Hafta sonuçlarındaki kısmi yükselmeler hariç, belirgin düşmeler meydana gelmiştir. Özellikle anksiyete grubumuzdaki obsesif-kompulsif hastalarımızda bu ölçümler önemlilik arzetmektedir. Hastalığın durumunu ve tedavinin etkinliğinin ölçülebilmesi için bu gereklidir. Biz de bu çalışmamızda YBOKS göre tedavinin etkinliğini takip ettik. Her üç yaklaşımda da tedavinin etkili olduğunu tesbit ettik. Son haftadaki düşük oranlar ileri de yorumlanacaktır.

FKÖS açısından birinci haftada ortalama değer 3.71 (SS:3.40) iken, sekizinci hafta 2.82 (SS: 2.37), 26. Hafta 2.28 (SS:1.73) ve 52. Hafta 2.10 (1.76) dır. Hastalarda FKÖS açısından belirgin bir düzelme görülmektedir. Uygulanan tedavi yöntemleri ile hastaların FKÖS’da belirgin düşmeler meydana gelmiştir. Özellikle anksiyete grubumuzdaki fobik hastalarımızda bu ölçümler önemlilik arzetmektedir. Hastalığın durumunu ve tedavinin etkinliğinin ölçülebilmesi için bu gereklidir. Biz de bu çalışmamızda FKÖS göre tedavinin etkinliğini takip ettik. Her üç yaklaşımda da tedavinin etkili olduğunu tesbit ettik.

Cinsiyet bağımsız değişkeni ile; hastalık grupları arasında istatistiksel olarak anlamlı bir ilişki (X²:6.31 SD:2 p<0.04) mevcuttur. Erkek oranı fobi grubunda %53.3, OKB grubunda %70 ve anksiyete grubunda %48.3’tür. Fobi ile ilgili dünya literatürüne baktığımızda özgül fobi (%14.5, % 7.8) ve agorafobi’e (%7.9, %3.2) kadınların oranı iki kat yüksektir. Sosyal fobide bu oran bire birdir. (Eaten ve ark. 1991) Biz de bu oran bire bir çıkmıştır. OKB grubunda dünya literatüründe erkek kadın oranı eşit bulunmuştur. (Black 1974) Diğer bir çalışmada çocukluk dönemi başlangıçlı OKB’da erkek oranı %70 olarak bulunmuştur. (Hallingsworth ve ark. 1980., Swedo ve ark. 1989b) Bizim çalışma grubumuzda %70 erkek oranı çıkmıştır. Anksiyete grubunda literatürde kadınların oranı erkeklerden yüksek çıkmaktadır. (Helzer ve ark. 1987) Bizde de benzer sonuçlar bulunmuştur.

 

Cinsiyet bağımsız değişkeni ile; kişilik bozuklukları grupları arasında istatistiksel olarak anlamlı bir ilişki (X²:12.12 SD:3 p<0.006) mevcuttur. Erkek oranı yok grubunda %71.2, A kümesi grubunda %50, B kümesi grubunda %36.1 ve C kümesi grubunda %56.0’dır. Cinsiyet açısından kişilik bozukluklarını dağılımın içeren bir ayrıntılı bulguya literatürde rastlayamadık. Anksiyete bozukluklarında B grubu kişilik bozuklukları kümesinde kadınların oranı %63.9 gibi yüksek bir orandır.

Cinsiyet bağımsız değişkeni ile; tedavi yaklaşımları grupları arasında istatistiksel olarak anlamlı bir ilişki (ANOVA F:4.578 p<0.01) mevcuttur. Erkek oranı her gruptaki 60 hastanın farmakoterapi grubunda 42’si, psikoterapi grubunda 26’sı ve kombineterapi grubunda 35’dir. Buradaki dağılım eşit olması veya eşite yakın olması gerekirken bu mümkün olmamıştır. Farmakoterapi grubunda erkek oranı yüksek çıkmıştır. Bu çalışma grubunun örneklem hatasından kaynaklanmaktadır.

Cinsiyet bağımsız değişkeninin diğer faktörlerle karşılaştırılması istatistiksel olarak yapıldığında (X² analizlerinde) ; medeni durum, yaş grubları, hastalık süreleri, eğitim durumu, birincil destek grubu ile ilgili problemler, çevresel faktörlerle ilgili problemler, mesleki problemler, barınma problemleri, ekonomik problemler, sağlık kuruluşlarına ulaşım problemleri, yasal sistemle ilgili problemler ve diğer problemler açısından istatistiksel olarak anlamlı bir ilişki bulunamamıştır.

 

Cinsiyet ile meslek grubları arasında (X²:49.15 p<0.00), teşhis grubları grubları arasında (X²:6.31 p<0.04), 52. Hafta SAKS ölçüm sonuçu grubları arasında (X²:10.13 p<0.01), 52. Hafta SSKS ölçüm sonuçu grubları arasında (X²:12.01 p<0.03), 26. Hafta Fobi Kendi Ölçüm sonuçu grubları arasında (X²:14.09 p<0.02), istatistiksel olarak bir ilişki olup olmadığı X² analizi yapılarak araştırıldığında istatistiksel olarak anlamlı bir ilişki saptanmıştır.

 

Yaş bağımsız değişkeni ile; eğitim durumu grupları arasında istatistiksel olarak anlamlı bir ilişki (X²:57.75 SD:20 p<0.01) mevcuttur. 180 hastanın 21-30 yaş grubunda bulunan 77 hastanın 42’si yüksek okul mezunu, 19’u lise mezunu ve geri kalan 16 hasta ise ortaokul ve altı seviyesinde bir eğitime sahiptir. Bu yaş gruplarına yiğılma litaratür ile genel bir uyumluluk göstermektedir. Ancak örneklem grubundaki eğitim düzeyi ülke popülasyonuna ve diğer çalışmalara göre yüksektir. Bunun muhtemel nedeni de hastaların büyük bir kısmının özel tedavi merkezlerine gelen ve hastalıkları hakkında bilgi sahibi olan bireyler olmasından kaynaklanmaktadır.

 

Yaş bağımsız değişkeni ile; meslek durumu grupları arasında istatistiksel olarak anlamlı bir ilişki (X²:92.70 SD:25 p<0.01) mevcuttur. 180 hastanın 21-30 yaş grubunda bulunan 77 hastanın 22’si öğrenci, 18’u serbest meslek sahibi, 11 ev hanımı, 11 memur, 10’u işsiz ve 5’i işçi olarak tesbit edilmiştir ve geri kalan 16 hasta ise ortaokul ve altı seviyesinde bir eğitime sahiptir. Meslekler açısından öğrenciler ve serbest meslek mensupları (Doktor, mühendis, avukat,mali müşavir vs.) yoğun bir yer işgal etmektedir.

Yaş bağımsız değişkeni ile; tedavi yaklaşımları grupları arasında istatistiksel olarak anlamlı bir ilişki (ANOVA F:1.789 p>0.016) bulunamamıştır. 180 hastanın 21-30 yaş grubunda bulunan 77 hastanın 19’u farmakoterapi, 28’i psikoterapi, 30’u kombineterapi grubu olarak tesbit edilmiştir. 31-40 yaş grubunda bulunan 47 hastanın 21’u farmakoterapi, 16’i psikoterapi, 10’u kombineterapi grubu olarak tesbit edilmiştir.

 

Yaş bağımsız değişkeninin diğer faktörlerle karşılaştırılması istatistiksel olarak yapıldığında (X² analizlerinde) ; hastalık süreleri, psikososyal ve çevresel problemlerden barınma problemleri hariç diğerleri, teşhis grubları, kişilik bozuklukları, İ.G.D.Ö. 1-8-26-52. Hafta ölçüm sonuçları, SAKS 8-26-52 Hafta ölçüm sonuçları, Y-BOKS 1-8-26-52. Hafta ölçüm sonuçları, HDS 1-8-26-52. Hafta ölçüm sonuçları, FKÖS 8 hafta sonuçları açısından istatistiksel olarak anlamlı bir ilişki bulunamamıştır.

Yaş grubları ile, yaşadığı ülke arasında (X²:14.15 p<0.01), FKÖS 26. Hafta ölçüm sonuçları arasında (X²:40.50 p<0.001), FKÖS 52. Hafta ölçüm sonuçları arasında (X²:45.14 p<0.001), istatistiksel olarak bir ilişki olup olmadığı X² analizi yapılarak araştırıldığında istatistiksel olarak anlamlı bir ilişki saptanmıştır.

 

Teşhis bağımsız değişkeni ile; kişilik bozuklukları grupları arasında istatistiksel olarak anlamlı bir ilişki (X²:24.94 SD:6 p<0.01) mevcuttur. Yok grubunda hastaların %40.90’ı anksiyete teşhis kümesinde yer alırken, %36.38’i fobik teşhis kümesinde, %22.72’si OKB kümesinde yer almaktadır. 180 hastadan sadece 12’i oluşturan A Kümesi grubunda hastaların %0.84’ı anksiyete teşhis kümesinde yer alırken, %0.0’i fobik teşhis kümesinde, %90.16’si OKB kümesinde yer almaktadır. . 180 hastadan 36’i oluşturan B Kümesi grubunda hastaların %41.66’ı anksiyete teşhis kümesinde yer alırken, %30.57’i fobik teşhis kümesinde, %20.77’i OKB kümesinde yer almaktadır. Bu bilgiler literatürle uyumludur. (Noyes ve ark. 1991., Klein 1987) 180 hastadan 66’i oluşturan C Kümesi grubunda hastaların %25.75’i anksiyete teşhis kümesinde yer alırken, %37.87’i fobik teşhis kümesinde, %36.36’ı OKB kümesinde yer almaktadır. Bu bilgiler literatürle uyumludur. (Noyes ve ark. 1991., Klein 1987)

 

Teşhis Kümeleri bağımsız değişkeninin diğer faktörlerle karşılaştırılması istatistiksel olarak yapıldığında (X² analizlerinde) ;medeni durum, hastalık süreleri, eğiitim durumu, meslek, yaşadığı ülke, tedavi yaklaşımı, İ.G.D.Ö. 1-8-26-52. Hafta ölçüm sonuçları, HDS 1. Hafta ölçüm sonuçları, SAKS 52. Hafta ölçüm sonuçları, SSKS 52. Hafta ölçüm sonuçları açısından istatistiksel olarak anlamlı bir ilişki bulunamamıştır.

 

Teşhis kümeleri ile, cinsiyet (p<0.04), kişilik bozuklukları (p<0.001), HDS 8.-26-52. Hafta sonuçları (p<0.001), SAKS 1.-26. Hafta sonuçları(p<0.001), SSKS 1-8-26. Hafta sonuçları (p<0.001), Y-BOKS 1-8-26-52. Hafta sonuçları (p<0.001), FKÖS 1-8-26-52. Hafta sonuçları (p<0.001), açısından istatistiksel olarak anlamlı bir ilişki bulunmuştur.

 

Tedavi yaklaşımı bağımsız değişkeni ile; eğitim durumu grupları arasında istatistiksel olarak anlamlı bir ilişki (X²:28.13 SD:8 p<0.01) mevcuttur. Farmakoterapi grubunda bulunan 60 hastanın 17’si yüksek okul mezunu, 11’u lise mezunu ve geri kalan 32 hasta ise ortaokul ve altı seviyesinde bir eğitime sahiptir. Psikoterapi grubunda bulunan 60 hastanın 29’u yüksek okul mezunu, 20’i lise mezunu ve geri kalan 11 hasta ise ortaokul ve altı seviyesinde bir eğitime sahiptir. Kombineterapi grubunda bulunan 60 hastanın 29’si yüksek okul mezunu, 19’u lise mezunu ve geri kalan 12 hasta ise ortaokul ve altı seviyesinde bir eğitime sahiptir. Farmakoterapi grubunun eğitim düzeyi diğer iki gruba göre daha düşüktür.

Tedavi yaklaşımı bağımsız değişkeni ile; meslek durumu grupları arasında istatistiksel olarak anlamlı bir ilişki (X²:33.65 SD:10 p<0.01) mevcuttur. Farmakoterapi grubunda bulunan 60 hastanın 19’u işsiz, 12’i serbest meslek sahibi, 8’i memur, 8’i öğrenci, 7 ev hanımı ve geri kalan 6’sı işçidir. Psikoterapi grubunda bulunan 60 hastanın 16’u öğrenci, 15 serbest meslek sahibi, 12’i memur, 12’i ev hanımı, 4’ü işsiz, ve geri kalan 1’sı işçidir. Kombineterapi grubunda bulunan 60 hastanın 1’u işsiz, 18’i serbest meslek sahibi, 11’i memur, 17’i öğrenci, 9 ev hanımı ve geri kalan 4’ü işçidir. Farmakoterapi grubunun meslek açısından gelir düzeyi diğer iki gruba göre daha düşüktür.

 

Tedavi Yaklaşımı bağımsız değişkeni ile; kişilik bozuklukları grupları arasında istatistiksel olarak anlamlı bir ilişki (X²:24.94 SD:6 p<0.01) mevcuttur. Yok grubunda hastaların %53.03’ü psikoterapi kümesinde yer alırken, %21.22’i psikoterapi kümesinde, %25.75’i kombineterapi kümesinde yer almaktadır. A Kümesi grubunda hastaların %0.00’ı farmakoterapi kümesinde yer alırken, %50.0 psikoterapi kümesinde, %50.00’i kombineterapi kümesinde yer almaktadır. B Kümesi grubunda hastaların %8.34’ü farmakoterapi kümesinde yer alırken, %52.77’i psikoterapi kümesinde, %38.89 kombineterapi kümesinde yer almaktadır. C Kümesi grubunda hastaların %33.36’i farmakoterapi kümesinde yer alırken, %31.82’i psikoterapi kümesinde, %34.84%ü kombineterapi kümesinde yer almaktadır. Farmakoterapi grubunun kişilik bozuklukları açısından yok grubunda ve C grubunda yoğun bir yığılması söz konusudur. Diğer iki gruba göre, yok grubundaki oran, ikiye birdir..

 

Tedavi yaklaşımları bağımsız değişkeninin diğer faktörlerle karşılaştırılması istatistiksel olarak yapıldığında (X² analizlerinde) ; yaş grubları, hastalık süreleri, psikososyal ve çevresel sorunlardan birincil destek grubu ile ilgili, çevresel faktörlerle ilgili, eğitim ile ilgili, sağlık kuruluşlarına ulaşma ile ilgili, yasal sistem ile ilgili ve diğer sorunlarla ilgili istatistiksel olarak anlamlı bir ilişki bulunamamıştır.

 

Tedavi yaklaşımları ile, cinsiyet (p<0.01), medeni durum (p<0.02), eğitim, meslek, yaşadığı ülke, kişilik bozuklukları (p<0.001), psikososyal ve çevresel sorunlardan meslek, barınma, ekonomik sorunlar(p<0.001), İGDÖ1-26-52. Hafta (p<0.01), HDS 1-8.-26-52. Hafta sonuçları (p<0.001), SAKS 1.-8-26-52. Hafta sonuçları(p<0.001), SSKS 1-8-26-52. Hafta sonuçları (p<0.001), Y-BOKS 1-8-26-52. Hafta sonuçları (p<0.001), FKÖS 1-8-26-52. Hafta sonuçları (p<0.001), açısından istatistiksel olarak anlamlı bir ilişki bulunmuştur.

 

Medeni Durum bağımsız değişkeninin diğer faktörlerle karşılaştırılması istatistiksel olarak yapıldığında (X² analizlerinde) ; hastalık süreleri, eğitim durumu, psikososyal ve çevresel sorunlardan birincil destek grubu ile ilgili, çevresel faktörlerle ilgili, eğitim ile ilgili, barınma ile ilgili, sağlık kuruluşlarına ulaşma ile ilgili, yasal sistem ile ilgili ve diğer sorunlarla ilgili, teşhis kümeleri, İGDÖ 1-8-52. Hafta sonuçları, Y-BOKS 1-8-26-52. Hafta sonuçları ile istatistiksel olarak anlamlı bir ilişki bulunamamıştır.(p>0,05)

 

Medeni durum ile, yaş grubları, meslek, yaşadığı ülke arasında (p<0.001),), psikososyal ve çevresel sorunlardan meslek, ekonomik sorunlar (p<0.001) açısından istatistiksel olarak anlamlı bir ilişki bulunmuştur.

 

Tablo3: Araştırma grubuna dahil edilen deneklerin (psikoterapi alanlar, farmakoterapi alanlar, kombine terapi alanlar ) işlevselliğin genel değerlendirme skorlarının ölçüm haftalarına göre dağılımı:

 

Hafta Sayısı İGDS Skorları
Terapi 41-50 51-60 61-70 71-80 81-90 91-100 Topla
1.hafta Farma. 1 0 19 35 5 0 60
Psiko. 0 5 11 33 11 0 60
Kombi. 0 3 13 28 16 0 60
Toplam 1 8 43 96 32 0 180
8. Hafta Farma 0 0 1 11 43 5 60
Psiko. 0 0 0 8 37 15 60
Kombi. 0 0 2 5 45 8 60
Toplam 0 0 3 24 125 28 180
26. Hafta Farma 0 0 0 5 35 20 60
Psiko. 0 0 0 1 12 47 60
Kombi. 0 0 0 2 17 41 60
Toplam 0 0 0 8 64 108 180
52. Hafta Farma 0 0 1 12 13 34 60
Psiko. 0 0 0 1 7 52 60
Kombi. 0 0 0 3 4 53 60
Toplam 0 0 1 16 24 139 180

 

 

1. Hafta f:2.815 p<0.5 8. Hafta f:1.089 p>0.5

 

26. Hafta f:8.284 p<0.1 52. Hafta f:6.539 p<0.1

 

1. Hafta – 8. Hafta X²:170.07 SD:5 p< 0.001

 

8. Hafta – 26. Hafta X²:15.19 SD:3 p<0.001

 

26. Hafta – 52. Hafta X²: 25.74 SD:3 p<0.001

 

Tablo 4: Araştırma grubuna dahil edilen deneklerin (psikoterapi alanlar, farmakoterapi alanlar, kombine terapi alanlar) Hamilton depresyon skorlarının ölçüm haftamlarına göre dağılımı:

 

Hafta Sayısı Hamilton Depresyon Skorları
Terapi 0-13 14-27 28-41 42-53 Topla
1.hafta Farmako 0 1 25 34 60
Psiko. 0 6 35 19 60
Kombine. 0 2 44 14 60
Toplam 0 9 104 67 180
8. Hafta Farmako 0 28 29 3 60
Psiko 3 39 18 0 60
Kombine. 2 45 13 0 60
Toplam 5 112 60 3 180
26. Hafta Farmako 7 49 4 0 60
Psiko 17 43 0 0 60
Kombine 5 53 2 0 60
Toplam 29 145 6 0 180
52. Hafta Farmako 17 15 21 7 60
Psiko. 48 11 1 0 60
Kombine. 47 12 1 0 60
Toplam 112 38 23 7 180

 

 

1. Hafta f:5.359 p<0.1 8. Hafta f:5.712 p<0.01

 

26. Hafta f:0.680 p>0.5 52. Hafta f:21.941 p>0.5

 

1.Hafta – 8. Hafta X²:163.00 SD:3 p< 0.001

 

8. Hafta – 26. Hafta X²:68.36 SD:3 p<0.001

 

26. Hafta – 52. Hafta X²: 128.39 SD:3 p<0.001

 

Tablo 5: Araştırma grubuna dahil edilen deneklerin (psikoterapi alanlar, farmakoterapi alanlar, kombine terapi alanlar) Spielberg anlık kaygı değerlendirme skorlarının ölçüm haftamlarına göre dağılımı:

 

Hafta sayısı SAKS Skorları
Terapi 21-30 31-40 41-50 51-60 61-70 71-80 Topla
1.hafta Farma. 0 0 4 30 25 1 60
Psiko. 0 0 2 12 42 4 60
Kombi. 0 0 0 11 49 0 60
Toplam 0 0 6 53 116 5 180
8. Hafta Farma 0 8 40 12 0 0 60
Psiko. 0 2 47 11 0 0 60
Kombi. 0 0 43 17 0 0 60
Toplam 0 10 130 40 0 0 180
26. Hafta Farma 1 34 17 8 0 0 60
Psiko. 0 49 11 0 0 0 60
Kombi. 0 41 18 1 0 0 60
Toplam 1 124 46 9 0 0 180
52. Hafta Farma 2 21 28 9 0 0 60
Psiko. 1 53 6 0 0 0 60
Kombi. 3 45 12 0 0 0 60
Toplam 6 119 46 9 0 0 180

 

 

1. Hafta f:8.154 p<0.1 8. Hafta f:5.561 p<0.1

 

26. Hafta f:3.518 p<0.5 52. Hafta f:11.433 p<0.1

 

1.Hafta – 8. Hafta X²:245.88 SD:4 p< 0.001

 

8. Hafta – 26. Hafta X²:157.69 SD:3 p<0.001

 

26. Hafta – 52. Hafta X²: 3.67 SD:3 p>0.05

 

Tablo 6: Araştırma grubuna dahil edilen deneklerin (psikoterapi alanlar, farmakoterapi alanlar, kombine terapi alanlar) Spielberg sürekli kaygı değerlendirme skorlarının ölçüm haftalarına göre dağılımı:

 

Hafta sayısı SSKS Skorları
Terapi 21-30 31-40 41-50 51-60 61-70 71-80 Topla
1.hafta Farma. 0 0 2 15 29 14 60
Psiko. 0 0 0 18 39 3 60
Kombi. 0 0 2 12 45 1 60
Toplam 0 0 4 45 113 18 180
8. Hafta Farma 0 6 24 26 4 0 60
Psiko. 0 1 30 29 0 0 60
Kombi. 0 3 19 38 0 0 60
Toplam 0 10 73 93 4 0 180
26. Hafta Farma 0 30 20 9 1 0 60
Psiko. 0 32 28 0 0 0 60
Kombi. 1 18 41 0 0 0 60
Toplam 1 80 89 9 1 0 180
52. Hafta Farma 1 14 19 14 11 1 60
Psiko. 1 47 22 0 0 0 60
Kombi. 1 37 21 1 0 0 60
Toplam 3 98 52 15 11 1 180

 

 

1. Hafta f:6.431 p<0.1 8. Hafta f:3.519 p<0.5

 

26. Hafta f:7.597 p<0.1 52. Hafta f:10.960 p<0.1

 

1.Hafta – 8. Hafta X²:208.07 SD:4 p< 0.001

 

8. Hafta – 26. Hafta X²:128.00 SD:4 p<0.001

 

26. Hafta – 52. Hafta X²: 23.36 SD:5 p<0.001

 

Tablo 7: Araştırma grubuna dahil edilen deneklerin (psikoterapi alanlar, farmakoterapi alanlar, kombine terapi alanlar) Yale-Brown obsessif kompulsif değerlendirme skorlarının ölçüm haftamlarına göre dağılımı:

 

Hafta sayısı Y-BOKS Skorları
Terapi 0-7 8-15 16-23 24-31 32-40 Topla
1.hafta Farma. 41 0 0 13 6 60
Psiko. 38 2 0 6 14 60
Kombi. 32 2 13 10 3 60
Toplam 111 4 13 29 23 180
8. Hafta Farma 41 1 12 6 0 60
Psiko. 39 2 10 9 0 60
Kombi. 33 14 10 3 0 60
Toplam 113 17 32 18 0 180
26. Hafta Farma 41 7 9 3 0 60
Psiko. 40 16 4 0 0 60
Kombi. 34 23 3 0 0 60
Toplam 115 46 16 3 0 180
52. Hafta Farma 41 1 2 13 3 60
Psiko. 43 16 1 0 0 60
Kombi. 46 10 4 0 0 60
Toplam 130 7 13 3 180

 

 

1. Hafta f:6.456 p<0.1 8. Hafta f:5.99 p<0.1

 

26. Hafta f:6.064 p<0.1 52. Hafta f:8.626 p<0.1

 

1.Hafta – 8. Hafta X²:41.66 SD:4 p< 0.001

 

8. Hafta – 26. Hafta X²:36.68 SD:3 p<0.001

 

26. Hafta – 52. Hafta X²: 18.64 SD:3 p<0.001

 

Tablo 8:Araştırma grubuna dahil edilen deneklerin (psikoterapi alanlar, farmakoterapi alanlar, kombine terapi alanlar) Fobi kendi ölçüm skorlarının ölçüm haftalarına göre dağılımı:

 

Haft
Ter.

 

Haft Ter. Türü Fobi Kendi Ölçüm Skorları
-20 21-30 31-40 41-50 51-60 61-70 71-80 81-90 91- Top.
1. Haft. F 40 0 0 0 0 0 0 13 7 60
P 30 0 8 2 0 1 3 9 7 60
K 33 1 2 0 0 0 2 17 5 60
Toplam 103 1 10 2 0 1 5 39 19 180
8. Haft F 40 0 0 0 0 10 10 0 0 60
P 30 8 2 2 10 3 5 0 0 60
K 33 3 0 0 13 6 5 0 0 60
Toplam 103 11 2 2 23 19 20 0 0 180
26. Haft F 40 0 0 5 7 7 1 0 0 60
P 30 9 10 6 4 1 0 0 0 60
K 34 2 8 6 7 3 0 0 0 60
Toplam 104 11 18 17 18 11 .1 0 0 180
52. Haft F 40 0 1 2 5 4 5 3 0 60
P 36 11 7 3 3 0 0 0 0 60
K 35 6 11 7 1 0 0 0 0 60
Toplam 111 17 19 12 9 4 5 3 0 180

 

 

1. Hafta f:0.694 p>0.5 8. Hafta f:2.832 p<0.1

 

26. Hafta f:1.726 p>0.5 52. Hafta f:5.973 p<0.1

 

1.Hafta – 8. Hafta X²:119.87 SD:8 p< 0.001

 

8. Hafta – 26. Hafta X²:44.58 SD:6 p<0.001

 

26. Hafta – 52. Hafta X²: 14.34 SD:7 p<0.05

 

Tablo 3’dan da anlaşılacağı gibi araştırma grubuna dahil edilen deneklerin işlevselliğin genel değerlendirme ölçüsünden (İGDÖ) aldıkları skorların 1., 8., 26. ve 52. hafta sonuçlarına göre dağılımı, farmakoterapi, psikoterapi ve kombine terapi alanlar açısından verilmiştir. Birinci hafta ölçüm sonuçlarında gruplar arasında p<0.5 anlamlılık düzeyinde istatistiksel bir ilişki saptanmıştır. Birinci haftada İGDS’dan tam puan alan hiçbir hasta bulunmamaktadır. İGDÖ puanı 41’in altında olan hasta da bulunmamaktadır. En yoğun hasta, 71-80 skoru arasındaki grupta (96 hasta) bulunmaktadır. 96 hastanın 35’i farmakoterapi, 33’ü psikoterapi ve 28’i de kombine terapi alan hastalardandır. 81-90 arasındaki skordaki 32 hastanın dağılımı ise; 5 hasta farmakoterapi, 11 hasta psikoterapi ve 16 hasta kombine terapi almıştır.

 

Sekizinci hafta ölçüm sonuçlarında gruplar arasında p>0.5 anlamlılık düzeyinde istatistiksel bir ilişki saptanmamıştır. Birinci haftada İGDS’dan tam puan alan 28 hasta bulunmaktadır. İGDÖ puanı 61’in altında olan hasta da bulunmamaktadır. En yoğun olarak 125 hasta 81-90 skor arasındaki grupta bulunmaktadır. 125 hastanın 43’i farmakoterapi, 37’ü psikoterapi ve 45’i de kombine terapi alan hastalardandır. Dengeli bir dağılım mevcuttur. 71-80 arasındaki skordaki 24 hastanın dağılımı ise; 11 hasta farmakoterapi, 8 hasta psikoterapi ve 5 hasta kombine terapi almıştır

 

26. hafta ölçüm sonuçlarında gruplar arasında p<0.1 anlamlılık düzeyinde istatistiksel bir ilişki saptanmıştır.26. haftada İGDS’dan tam puan alan 108 hasta bulunmaktadır. İGDÖ puanı 71’in altında olan hasta bulunmamaktadır. En yoğun skor 91-100 arasındaki grupta 108 hasta bulunmaktadır. 108 hastanın 20’i farmakoterapi, 47’ü psikoterapi ve 41’i de kombine terapi alan hastalardandır. 81-90 arasındaki skordaki 64 hastanın dağılımı ise; 35 hasta farmakoterapi, 12 hasta psikoterapi ve 17 hasta kombine terapi almıştır. İGDÖ skorunda iyileşme oranı psikoterapi ve kombine terapi alan hasta sayısı, farmakoterapi alan hasta sayısına göre oldukça fazladır. Bu da göstermektedir ki anksiyete bozukluklarında psikoterapi ve kombine terapi farmakoterapiye tercih edilmelidir.

 

52. hafta ölçüm sonuçlarında gruplar arasında ANOVA testine göre p<0.1 anlamlılık düzeyinde istatistiksel bir ilişki saptanmıştır. 52. haftada İGDS’dan tam puan alan 139 hasta bulunmaktadır. İGDÖ puanı 71’in altında olan bir hasta bulunmaktadır. En yoğun hasta 91-100 arasındaki grupta 139 hasta bulunmaktadır. 139 hastanın 34’i farmakoterapi, 52’ü psikoterapi ve 53’i de kombine terapi alan hastalardandır.81-90 arasındaki skordaki 24 hastanın dağılımı ise; 13 hasta farmakoterapi, 7 hasta psikoterapi ve 4 hasta kombine terapi almıştır. İGDÖ skorunda iyileşme oranı psikoterapi ve kombine terapi alan hasta sayısı, farmakoterapi alan hasta sayısına göre oldukça fazladır

 

İGDÖ skorlarının haftalara göre değişimine baktığımızda, ANOVA istatistik testinde 1. Hafta- 8. Hafta arasında p<0.001 düzeyinde istatistiksel olarak anlamlı bir ilişki bulunmuştur. Hastalarda istatistiksel olarak belirgin bir düzelme gözlemlenmektedir.

 

İGDÖ skorlarının haftalara göre değişimine baktığımızda, ANOVA istatistik testinde 8. Hafta- 26. Hafta arasında p<0.001 düzeyinde istatistiksel olarak anlamlı bir ilişki bulunmuştur. Hastalarda istatistiksel olarak belirgin bir düzelme gözlemlenmektedir

 

İGDÖ skorlarının haftalara göre değişimine baktığımızda, ANOVA istatistik testinde 26. Hafta- 52. Hafta arasında p<0.001 düzeyinde istatistiksel olarak anlamlı bir ilişki bulunmuştur. Hastalarda istatistiksel olarak belirgin bir düzelme gözlemlenmektedir. 52. Haftada farmakoterapi alan hastalardan bir kısmında İGDÖ’e göre gerilemeler meydana gelmiştir. Bu grupta hastalık tekrar nüks etmiştir.

 

91-100 İGDÖ skorunda 1. Haftada 0 hasta varken, 8. Haftada 28 hasta, 26. Haftada 108 hasta ve 52. Haftada 139 hasta mevcuttur.

 

Tablo 4’dan da anlaşılacağı gibi araştırma grubuna dahil edilen deneklerin Hamilton Depresyon Skalasından (HDS) aldıkları skorların 1., 8., 26. ve 52. hafta sonuçlarına göre dağılımı, farmakoterapi, psikoterapi ve kombine terapi alanlar açısından verilmiştir.Birinci hafta ölçüm sonuçlarında gruplar arasında p<0.1 anlamlılık düzeyinde istatistiksel bir ilişki saptanmıştır. Birinci haftada HDS’dan 0-13 arasında puan alan hiçbir hasta bulunmamaktadır. En yoğun hasta, 14-27 skoru arasındaki grupta (104 hasta) bulunmaktadır. 104 hastanın 25’i farmakoterapi, 35’ü psikoterapi ve 44’i de kombine terapi alan hastalardandır. 43-53 arasındaki skordaki 67 hastanın dağılımı ise; 34 hasta farmakoterapi, 19 hasta psikoterapi ve 14 hasta kombine terapi almıştır.

 

. Sekizinci hafta ölçüm sonuçlarında gruplar arasında p<0.01 anlamlılık düzeyinde istatistiksel bir ilişki saptanmıştır. Sekizinci haftada HDS’dan 0-13 puan alan 5 hasta bulunmaktadır. En yoğun olarak 112 hasta 14-27 skor arasındaki grupta bulunmaktadır. 112 hastanın 28’i farmakoterapi, 39’ü psikoterapi ve 45’i de kombine terapi alan hastalardandır. 28-41 arasındaki skordaki 60 hastanın dağılımı ise; 29 hasta farmakoterapi, 18 hasta psikoterapi ve 13 hasta kombine terapi almıştır

 

26. hafta ölçüm sonuçlarında gruplar arasında p>0.5 anlamlılık düzeyinde istatistiksel bir ilişki saptanmamıştır. 26. haftada HDS’dan 0-13 puan alan 29 hasta bulunmaktadır. En yoğun skor 28-41 arasındaki grupta 145 hasta bulunmaktadır. 145 hastanın 49’i farmakoterapi, 43’ü psikoterapi ve 53’i de kombine terapi alan hastalardandır. 42-53 arasındaki skordaki 6 hastanın dağılımı ise; 4 hasta farmakoterapi, 0 hasta psikoterapi ve 2 hasta kombine terapi almıştır. HDÖ skorunda iyileşme oranı kombine terapi alan hasta sayısı, farmakoterapi alan hasta sayısına göre oldukça fazladır.

 

52. hafta ölçüm sonuçlarında gruplar arasında ANOVA testine göre p>0.5 anlamlılık düzeyinde istatistiksel bir ilişki saptanmamıştır. 52. haftada HDS’dan 0-13 puan alan 112 hasta bulunmaktadır. Bu 112 hastanın 17’i farmakoterapi, 48’ü psikoterapi ve 47’i de kombine terapi alan hastalardandır. 14-27 arasındaki skordaki 38 hastanın dağılımı ise; 15 hasta farmakoterapi, 11 hasta psikoterapi ve 12 hasta kombine terapi almıştır. HDS skorunda iyileşme oranı psikoterapi ve kombine terapi alan hasta sayısı, farmakoterapi alan hasta sayısına göre oldukça fazladır

 

HDÖ skorlarının haftalara göre değişimine baktığımızda, ANOVA istatistik testinde 1. Hafta- 8. Hafta arasında p<0.001 düzeyinde istatistiksel olarak anlamlı bir ilişki bulunmuştur. Hastalarda istatistiksel olarak belirgin bir düzelme gözlemlenmektedir.

 

HDÖ skorlarının haftalara göre değişimine baktığımızda, ANOVA istatistik testinde 8. Hafta- 26. Hafta arasında p<0.001 düzeyinde istatistiksel olarak anlamlı bir ilişki bulunmuştur. Hastalarda istatistiksel olarak belirgin bir düzelme gözlemlenmektedir

 

HDÖ skorlarının haftalara göre değişimine baktığımızda, ANOVA istatistik testinde 26. Hafta- 52. Hafta arasında p<0.001 düzeyinde istatistiksel olarak anlamlı bir ilişki bulunmuştur. Hastalarda istatistiksel olarak belirgin bir düzelme gözlemlenmektedir. Son hafta ölçümlerinde farmakoterapi alan hastalların bir kısmında nüksün ortaya çıktığnı HDÖ skorlarının tekrar yükseldiğini görüyoruz.

 

42-53 HDÖ skorunda 1. Haftada 67 hasta varken, 8. Haftada 3 hasta, 26. Haftada 0 hasta ve 52. Haftada 7 hasta mevcuttur.

 

Tablo 5’dan da anlaşılacağı gibi araştırma grubuna dahil edilen deneklerin Spielberg anlık kaygı değerlendirme skalasından (SAKS) aldıkları skorların 1., 8., 26. ve 52. hafta sonuçlarına göre dağılımı, farmakoterapi, psikoterapi ve kombine terapi alanlar açısından verilmiştir.Birinci hafta ölçüm sonuçlarında gruplar arasında p<0.1 anlamlılık düzeyinde istatistiksel bir ilişki saptanmıştır. Birinci haftada SAKS’dan birinci grupta (21-30 arasında puan alan) hiçbir hasta bulunmamaktadır. En yoğun hasta, 61-70 skoru arasındaki beşinci grupta (116 hasta) bulunmaktadır. 116 hastanın 25’i farmakoterapi, 42’ü psikoterapi ve 49’i de kombine terapi alan hastalardandır. 51-60 arasındaki skordaki dördüncü gruptaki 53 hastanın dağılımı ise; 30 hasta farmakoterapi, 12 hasta psikoterapi ve 11 hasta kombine terapi almıştır.

 

. Sekizinci hafta ölçüm sonuçlarında gruplar arasında p<0.1 anlamlılık düzeyinde istatistiksel bir ilişki saptanmıştır. Sekizinci haftada SAKS’dan 21-30 puan alan hiç hasta bulunmamaktadır. En yoğun olarak 130 hasta 41-50 skor arasındaki üçüncü grupta bulunmaktadır. 130 hastanın 40’i farmakoterapi, 47’ü psikoterapi ve 43’i de kombine terapi alan hastalardandır.31-40 arasındaki skordaki ikinci gruptaki 10 hastanın dağılımı ise; 8 hasta farmakoterapi, 2 hasta psikoterapi ve 0 hasta kombine terapi almıştır

 

26. hafta ölçüm sonuçlarında gruplar arasında p<0.5 anlamlılık düzeyinde istatistiksel bir ilişki saptanmıştır. 26. haftada SAKS’dan 21-30 puan alan 1 hasta bulunmaktadır. En yoğun olarak 124 hasta ikinci grupta (31-40 skor arasındaki) bulunmaktadır. 124 hastanın 34’i farmakoterapi, 49’ü psikoterapi ve 41’i de kombine terapi alan hastalardandır. 41-50 arasındaki skordaki 46 hastanın dağılımı ise; 17 hasta farmakoterapi, 11 hasta psikoterapi ve 18 hasta kombine terapi almıştır. SAKS skorunda iyileşme oranı psikoterapi ve kombine terapi alan hasta sayısı, farmakoterapi alan hasta sayısına göre fazladır.

 

52. hafta ölçüm sonuçlarında gruplar arasında ANOVA testine göre p<0.1 anlamlılık düzeyinde istatistiksel bir ilişki saptanmıştır.52. haftada SAKS’dan 31-40 puan alan ikinci grupta 119 hasta bulunmaktadır. Bu 119 hastanın 21’i farmakoterapi, 53’ü psikoterapi ve 45’i de kombine terapi alan hastalardandır. 41-50 arasındaki skordaki 46 hastanın dağılımı ise; 28 hasta farmakoterapi, 6 hasta psikoterapi ve 12 hasta kombine terapi almıştır. SAKS skorunda iyileşme oranı psikoterapi vekombine terapi alan hasta sayısı, farmakoterapi alan hasta sayısına göre fazladır.

. SAKS skorlarının haftalara göre değişimine baktığımızda, ANOVA istatistik testinde 1. Hafta- 8. Hafta arasında p<0.001 düzeyinde istatistiksel olarak anlamlı bir ilişki bulunmuştur. Hastalarda istatistiksel olarak belirgin bir düzelme gözlemlenmektedir.

 

SAKS skorlarının haftalara göre değişimine baktığımızda, ANOVA istatistik testinde 8. Hafta- 26. Hafta arasında p<0.001 düzeyinde istatistiksel olarak anlamlı bir ilişki bulunmuştur. Hastalarda istatistiksel olarak belirgin bir düzelme gözlemlenmektedir

 

SAKS skorlarının haftalara göre değişimine baktığımızda, ANOVA istatistik testinde 26. Hafta- 52. Hafta arasında p<0.05 düzeyinde istatistiksel olarak anlamlı bir ilişki bulunmuştur. Hastalarda istatistiksel olarak belirgin bir düzelme gözlemlenmektedir. Farmakoterapi alan gruptaki bir kısım hastada rahatsızlığın tekrarlama belirtileri görülmektedir.

61-70 SAKS skorunda 1. Haftada 116 hasta varken, 8. Haftada 0 hasta, 26. Haftada 0 hasta ve 52. Haftada 0 hasta mevcuttur.

 

Tablo 6’dan da anlaşılacağı gibi araştırma grubuna dahil edilen deneklerin Spielberg sürekli kaygı değerlendirme skalasından (SSKS) aldıkları skorların 1., 8., 26. ve 52. hafta sonuçlarına göre dağılımı, farmakoterapi, psikoterapi ve kombine terapi alanlar açısından verilmiştir. Birinci hafta ölçüm sonuçlarında gruplar arasında p<0.1 anlamlılık düzeyinde istatistiksel bir ilişki saptanmıştır. Birinci haftada SSKS’dan birinci grupta (21-30 arasında puan alan) ve ikinci grupta hiçbir hasta bulunmamaktadır. En yoğun hasta, 61-70 skoru arasındaki beşinci grupta (113 hasta) bulunmaktadır. 113 hastanın 29’i farmakoterapi, 39’ü psikoterapi ve 45’i de kombine terapi alan hastalardandır. 51-60 arasındaki skordaki dördüncü gruptaki 45 hastanın dağılımı ise; 15 hasta farmakoterapi, 18 hasta psikoterapi ve 12 hasta kombine terapi almıştır.

 

Sekizinci hafta ölçüm sonuçlarında gruplar arasında p<0.5 anlamlılık düzeyinde istatistiksel bir ilişki saptanmıştır. Sekizinci haftada SSKS’dan 21-30 puan alan hiç hasta bulunmamaktadır. En yoğun olarak 93 hasta 41-50 skor arasındaki üçüncü grupta bulunmaktadır. 93 hastanın 26’i farmakoterapi, 29’ü psikoterapi ve 38’i de kombine terapi alan hastalardandır.41-50 arasındaki skordaki üçüncü gruptaki 73 hastanın dağılımı ise; 24 hasta farmakoterapi, 30 hasta psikoterapi ve 19 hasta kombine terapi almıştır

 

26. hafta ölçüm sonuçlarında gruplar arasında p<0.1 anlamlılık düzeyinde istatistiksel bir ilişki saptanmıştır. 26. haftada SSKS’dan 21-30 puan alan 1 hasta bulunmaktadır. En yoğun olarak 89 hasta üçüncü grupta (41-50 skor arasındaki) bulunmaktadır. 89 hastanın 20’i farmakoterapi, 28’ü psikoterapi ve 41’i de kombine terapi alan hastalardandır. 31-40 arasındaki skordaki 80 hastanın dağılımı ise; 30 hasta farmakoterapi, 32 hasta psikoterapi ve 18 hasta kombine terapi almıştır. SSKS skorunda iyileşme oranı psikoterapi ve kombine terapi alan hasta sayısı, farmakoterapi alan hasta sayısına göre fazladır.

 

52. hafta ölçüm sonuçlarında gruplar arasında ANOVA testine göre p<0.1 anlamlılık düzeyinde istatistiksel bir ilişki saptanmıştır. 52. haftada SSKS’dan 31-40 puan alan ikinci grupta 98 hasta bulunmaktadır. Bu 98 hastanın 14’i farmakoterapi, 47’ü psikoterapi ve 37’i de kombine terapi alan hastalardandır. 41-50 arasındaki skordaki 52 hastanın dağılımı ise; 19 hasta farmakoterapi, 22 hasta psikoterapi ve 21 hasta kombine terapi almıştır. SSKS skorunda iyileşme oranı psikoterapi ve kombine terapi alan hasta sayısı, farmakoterapi alan hasta sayısına göre fazladır.

 

SSKS skorlarının haftalara göre değişimine baktığımızda, ANOVA istatistik testinde 1. Hafta- 8. Hafta arasında p<0.001 düzeyinde istatistiksel olarak anlamlı bir ilişki bulunmuştur. Hastalarda istatistiksel olarak belirgin bir düzelme gözlemlenmektedir.

 

SSKS skorlarının haftalara göre değişimine baktığımızda, ANOVA istatistik testinde 8. Hafta- 26. Hafta arasında p<0.001 düzeyinde istatistiksel olarak anlamlı bir ilişki bulunmuştur. Hastalarda istatistiksel olarak belirgin bir düzelme gözlemlenmektedir

 

SSKS skorlarının haftalara göre değişimine baktığımızda, ANOVA istatistik testinde 26. Hafta- 52. Hafta arasında p<0.05 düzeyinde istatistiksel olarak anlamlı bir ilişki bulunmuştur. Hastalarda istatistiksel olarak belirgin bir düzelme gözlemlenmektedir. Farmakoterapi alan gruptaki bir kısım hastada rahatsızlığın tekrarlama belirtileri görülmektedir.

61-70 SSKS skorunda 1. Haftada 113 hasta varken, 8. Haftada 4 hasta, 26. Haftada 1 hasta ve 52. Haftada sadece farmakoterapi grubundan olan 11 hasta mevcuttur.

 

Tablo 7’dan da anlaşılacağı gibi araştırma grubuna dahil edilen deneklerin Yale-Brown obsessif kompulsif değerlendirme skorlarının (Y-BOKS) 1., 8., 26. ve 52. hafta sonuçlarına göre dağılımı, farmakoterapi, psikoterapi ve kombine terapi alanlar açısından verilmiştir. Birinci hafta ölçüm sonuçlarında gruplar arasında p<0.1 anlamlılık düzeyinde istatistiksel bir ilişki saptanmıştır. Birinci haftada Y-BOKS’dan birinci grupta (0-7 arasında puan alan) 111 hasta bulunmaktadır. 111 hastanın 41’i farmakoterapi, 38’ü psikoterapi ve 32’i de kombine terapi alan hastalardandır. 24-31 arasındaki skordaki dördüncü gruptaki 29 hastanın dağılımı ise; 13 hasta farmakoterapi, 6 hasta psikoterapi ve 10 hasta kombine terapi almıştır. 32-40 arasındaki skordaki en ağır gruptaki 23 hastanın dağılımı ise; 6 hasta farmakoterapi, 14 hasta psikoterapi ve 3 hasta kombine terapi almıştır.

 

. Sekizinci hafta ölçüm sonuçlarında gruplar arasında p<0.1 anlamlılık düzeyinde istatistiksel bir ilişki saptanmıştır. Sekizinci haftada Y-BOKS’dan 0-7 puan alan 113 hasta bulunmaktadır. 113 hastanın 41’i farmakoterapi, 39’ü psikoterapi ve 33’i de kombine terapi alan hastalardandır. 16-23 arasındaki skordaki üçüncü gruptaki 32 hastanın dağılımı ise; 12 hasta farmakoterapi, 10 hasta psikoterapi ve 10 hasta kombine terapi almıştır

26. hafta ölçüm sonuçlarında gruplar arasında p<0.1 anlamlılık düzeyinde istatistiksel bir ilişki saptanmıştır. 26. haftada Y-BOKS’dan 0-7 puan 115 hastanın 41’i farmakoterapi, 40’ü psikoterapi ve 34’i de kombine terapi alan hastalardandır. 8-15 arasındaki skordaki 46 hastanın dağılımı ise; 7 hasta farmakoterapi, 16 hasta psikoterapi ve 23 hasta kombine terapi almıştır. Y-BOKS skorunda iyileşme oranı psikoterapi ve kombine terapi alan hasta sayısı, farmakoterapi alan hasta sayısına göre fazladır.

 

52. hafta ölçüm sonuçlarında gruplar arasında ANOVA testine göre p<0.1 anlamlılık düzeyinde istatistiksel bir ilişki saptanmıştır. 52. haftada Y-BOKS’dan 8-15 puan alan ikinci grupta 27 hasta bulunmaktadır. Bu 27 hastanın 1’i farmakoterapi, 16’ü psikoterapi ve 10’i de kombine terapi alan hastalardandır. 0-7 arasındaki skordaki 130 hastanın dağılımı ise; 41 hasta farmakoterapi, 43 hasta psikoterapi ve 46 hasta kombine terapi almıştır. Y-BOKS skorunda iyileşme oranı psikoterapi ve kombine terapi alan hasta sayısı, farmakoterapi alan hasta sayısına göre fazladır.

 

Y-BOKS skorlarının haftalara göre değişimine baktığımızda, ANOVA istatistik testinde 1. Hafta- 8. Hafta arasında p<0.001 düzeyinde istatistiksel olarak anlamlı bir ilişki bulunmuştur. Hastalarda istatistiksel olarak belirgin bir düzelme gözlemlenmektedir.

 

Y-BOKS skorlarının haftalara göre değişimine baktığımızda, ANOVA istatistik testinde 8. Hafta- 26. Hafta arasında p<0.001 düzeyinde istatistiksel olarak anlamlı bir ilişki bulunmuştur. Hastalarda istatistiksel olarak belirgin bir düzelme gözlemlenmektedir

 

Y-BOKS skorlarının haftalara göre değişimine baktığımızda, ANOVA istatistik testinde 26. Hafta- 52. Hafta arasında p<0.001 düzeyinde istatistiksel olarak anlamlı bir ilişki bulunmuştur. Hastalarda istatistiksel olarak belirgin bir düzelme gözlemlenmektedir. Farmakoterapi alan gruptaki bir kısım hastada rahatsızlığın tekrarlama belirtileri görülmektedir.

32-40 Y-BOKS skorunda 1. Haftada 23 hasta varken, 8. Haftada 0 hasta, 26. Haftada 0 hasta ve 52. Haftada sadece farmakoterapi grubundan olan 3 hasta mevcuttur.

 

Tablo 8’dan da anlaşılacağı gibi araştırma grubuna dahil edilen deneklerin Fobi kendi ölçüm skorlarının (FKÖS) 1., 8., 26. ve 52. hafta sonuçlarına göre dağılımı, farmakoterapi, psikoterapi ve kombine terapi alanlar açısından verilmiştir. Birinci hafta ölçüm sonuçlarında gruplar arasında p>0.5 anlamlılık düzeyinde istatistiksel bir ilişki saptanmamıştır. Birinci haftada FKÖS’dan birinci grupta (0-20 arasında puan alan) 103 hasta bulunmaktadır. 103 hastanın 40’ı farmakoterapi, 30’u psikoterapi ve 33’ü de kombine terapi alan hastalardandır. 81-90 arasındaki skordaki grupta 39 hastanın dağılımı ise; 13 hasta farmakoterapi, 9 hasta psikoterapi ve 17 hasta kombine terapi almıştır. 91-100 arasındaki skordaki en ağır gruptaki 19 hastanın dağılımı ise; 7 hasta farmakoterapi, 7 hasta psikoterapi ve 5 hasta kombine terapi almıştır.

 

. Sekizinci hafta ölçüm sonuçlarında gruplar arasında p<0.1 anlamlılık düzeyinde istatistiksel bir ilişki saptanmıştır. Sekizinci haftada FKÖS’dan -20 puan alan 103 hasta bulunmaktadır. Birincihafta sonuçları ile aynıdır.İkinci hafta ölçümlerinde soniki grupta hastakalmamıştır ve buradaki hastaların fobi şiddet göstergeleri azalmıştır.. 71-80 arasındaki skordaki yedinci gruptaki 20 hastanın dağılımı ise; 10 hasta farmakoterapi, 5 hasta psikoterapi ve 5 hasta kombine terapi almıştır. 61-70 arasındaki skordaki altıncı gruptaki 19 hastanın dağılımı ise; 10 hasta farmakoterapi, 3 hasta psikoterapi ve 6 hasta kombine terapi almıştır

 

26. hafta ölçüm sonuçlarında gruplar arasında p>0.5 anlamlılık düzeyinde istatistiksel bir ilişki saptanmamıştır. 26. haftada FKÖS’dan -20 puan alan 104 hastanın 40’i farmakoterapi, 30’ü psikoterapi ve 34’i de kombine terapi alan hastalardandır. 61-70 arasındaki skordaki 11 hastanın dağılımı ise; 7 hasta farmakoterapi, 1 hasta psikoterapi ve 3 hasta kombine terapi almıştır. FKÖS skorunda iyileşme oranı psikoterapi ve kombine terapi alan hasta sayısı, farmakoterapi alan hasta sayısına göre fazladır.

 

52. hafta ölçüm sonuçlarında gruplar arasında ANOVA testine göre p<0.1 anlamlılık düzeyinde istatistiksel bir ilişki saptanmıştır. 52. haftada FKÖS’dan -20 puan alan birinci grupta 111 hasta bulunmaktadır. Bu 111 hastanın 40’i farmakoterapi, 36’ü psikoterapi ve 35’i de kombine terapi alan hastalardandır. 61 ve üzerinde sadece farmakoterapi alan hastalar bulunmaktadır. 51-60 arasındaki skordaki 9 hastanın dağılımı ise; 5 hasta farmakoterapi, 3 hasta psikoterapi ve 1 hasta kombine terapi almıştır. FKÖS skorunda iyileşme oranı psikoterapi ve kombine terapi alan hasta sayısı, farmakoterapi alan hasta sayısına göre fazladır.

 

FKÖS skorlarının haftalara göre değişimine baktığımızda, ANOVA istatistik testinde 1. Hafta- 8. Hafta arasında p<0.001 düzeyinde istatistiksel olarak anlamlı bir ilişki bulunmuştur. Hastalarda istatistiksel olarak belirgin bir düzelme gözlemlenmektedir.

 

FKÖS skorlarının haftalara göre değişimine baktığımızda, ANOVA istatistik testinde 8. Hafta- 26. Hafta arasında p<0.001 düzeyinde istatistiksel olarak anlamlı bir ilişki bulunmuştur. Hastalarda istatistiksel olarak belirgin bir düzelme gözlemlenmektedir.

 

FKÖS skorlarının haftalara göre değişimine baktığımızda, ANOVA istatistik testinde 26. Hafta- 52. Hafta arasında p<0.05 düzeyinde istatistiksel olarak anlamlı bir ilişki bulunmuştur. Hastalarda istatistiksel olarak belirgin bir düzelme gözlemlenmektedir. Farmakoterapi alan gruptaki bir kısım hastada rahatsızlığın tekrarlama belirtileri görülmektedir.

81-100 FKÖS skorlarında 1. Haftada 58 hasta varken, 8. Haftada 0 hasta, 26. Haftada 0 hasta ve 52. Haftada sadece farmakoterapi grubundan olan 3 hasta mevcuttur.

 

Araştırma grubuna dahil edilen deneklerin işlevselliğin genel değerlendirme ölçüsünden (İGDÖ) aldıkları skorların 1., 8., 26. ve 52. hafta sonuçlarına göre dağılımı, fobi grubu, obsessif-kompulsif grup ve anksiyete grubu açısından verilmiştir. Birinci, 8. Hafta ve 52 hafta ölçüm sonuçlarında gruplar arasında p>0.5 anlamlılık düzeyinde istatistiksel bir ilişki saptanmamıştır. Sadece 26. Hafta ölçümlerinde p<0.1 düzeyinde istatistiksel olarak anlamlı bir ilişki tesbit edilmiştir. Birinci haftada İGDS’dan tam puan alan hiçbir hasta bulunmamaktadır. İGDÖ puanı 41’in altında olan hasta da bulunmamaktadır. En yoğun hasta, 71-80 skoru arasındaki grupta (96 hasta) bulunmaktadır. 96 hastanın 32’i fobik, 36’ü OKB ve 28’i de anksiyöz hasta kümesinde olan hastalardandır.81-90 arasındaki skordaki 32 hastanın dağılımı ise; 8 hasta fobik, 8 hasta OKB ve16 hasta anksiyöz hasta kümesinde olan hastalardandır.

 

. Sekizinci hafta ölçüm sonuçlarında gruplar arasında p>0.5 anlamlılık düzeyinde istatistiksel bir ilişki saptanmamıştır. Birinci haftada İGDS’dan tam puan alan 28 hasta bulunmaktadır. İGDÖ puanı 61’in altında olan hasta da bulunmamaktadır. En yoğun olarak 125 hasta 81-90 skor arasındaki grupta bulunmaktadır. 125 hastanın 40’i fobik, 41’ü OKB ve 44’i de anksiyöz olan hastalardandır. 71-80 arasındaki skordaki 24 hastanın dağılımı ise; 8 hasta fobik, 9 hasta OKB ve 7 hasta anksiyöz hasta kümesinde olan hastalardandır.

 

26. hafta ölçüm sonuçlarında gruplar arasında p<0.1 anlamlılık düzeyinde istatistiksel bir ilişki saptanmıştır.26. haftada İGDS’dan tam puan alan 108 hasta bulunmaktadır. İGDÖ puanı 71’in altında olan hasta bulunmamaktadır. En yoğun skor 91-100 arasındaki grupta 108 hasta bulunmaktadır. 108 hastanın 31’i fobik, 36’ü OKB ve 41’i de anksiyöz olan hastalardandır.81-90 arasındaki skordaki 64 hastanın dağılımı ise; 27 hasta fobik, 20 hasta OKB ve 17 hasta anksiyöz hasta kümesinde olan hastalardandır

 

52. hafta ölçüm sonuçlarında gruplar arasında ANOVA testine göre p>0.5 anlamlılık düzeyinde istatistiksel bir ilişki saptanmamıştır. 52. haftada İGDS’dan tam puan alan 139 hasta bulunmaktadır. İGDÖ puanı 71’in altında olan bir hasta bulunmaktadır. En yoğun hasta 91-100 arasındaki grupta 139 hasta bulunmaktadır. 139 hastanın 34’i fobik, 52’ü OKB ve 53’i de anksiyöz olan hastalardandır. 81-90 arasındaki skordaki 24 hastanın dağılımı ise; 13 hasta fobik, 7 hasta OKB ve 4 hasta anksiyöz hasta kümesinde olan hastalardandır.

 

İGDÖ skorlarının haftalara göre değişimine baktığımızda, ANOVA istatistik testinde 1. Hafta- 8. Hafta arasında p<0.001 düzeyinde istatistiksel olarak anlamlı bir ilişki bulunmuştur. Hastalarda istatistiksel olarak belirgin bir düzelme gözlemlenmektedir.

 

İGDÖ skorlarının haftalara göre değişimine baktığımızda, ANOVA istatistik testinde 8. Hafta- 26. Hafta arasında p<0.001 düzeyinde istatistiksel olarak anlamlı bir ilişki bulunmuştur. Hastalarda istatistiksel olarak belirgin bir düzelme gözlemlenmektedir

 

İGDÖ skorlarının haftalara göre değişimine baktığımızda, ANOVA istatistik testinde 26. Hafta- 52. Hafta arasında p<0.001 düzeyinde istatistiksel olarak anlamlı bir ilişki bulunmuştur. Hastalarda istatistiksel olarak belirgin bir düzelme gözlemlenmektedir

 

91-100 İGDÖ skorunda 1. Haftada 0 hasta varken, 8. Haftada 28 hasta, 26. Haftada 108 hasta ve 52. Haftada 139 hasta mevcuttur.

 

Araştırma grubuna dahil edilen deneklerin Hamilton Depresyon Skalasından (HDS) aldıkları skorların 1., 8., 26. ve 52. hafta sonuçlarına göre dağılımı, fobi grubu, obsessif-kompulsif grup ve anksiyete grubu açısından verilmiştir.Birinci hafta ölçüm sonuçlarında gruplar arasında p>0.5 anlamlılık düzeyinde istatistiksel bir ilişki saptanmamıştır. Birinci haftada HDS’dan 0-13 arasında puan alan hiçbir hasta bulunmamaktadır. En yoğun hasta, 14-27 skoru arasındaki grupta (104 hasta) bulunmaktadır. 104 hastanın 40’i fobi grubu, 34’ü OKB grubu ve 40’i de ansiyete grubu hastalardandır. 43-53 arasındaki skordaki 67 hastanın dağılımı ise; 15 hasta fobi grubu, 26 hasta OKB grubu ve 26 hasta ansiyete grubu hastalardandır.

 

Sekizinci hafta ölçüm sonuçlarında gruplar arasında p<0.01 anlamlılık düzeyinde istatistiksel bir ilişki saptanmıştır. Sekizinci haftada HDS’dan 0-13 puan alan 5 hasta bulunmaktadır. En yoğun olarak 112 hasta 14-27 skor arasındaki grupta bulunmaktadır. 112 hastanın 41’i fobi grubu, 34’ü OKB grubu ve 37’i ansiyete grubu hastalardandır..28-41 arasındaki skordaki 60 hastanın dağılımı ise; 14 hasta farmakoterapi, 26 hasta psikoterapi ve 20 hasta kombine terapi almıştır

 

26. hafta ölçüm sonuçlarında gruplar arasında p<0.1 anlamlılık düzeyinde istatistiksel bir ilişki saptanmamıştır.26. haftada HDS’dan 0-13 puan alan 29 hasta bulunmaktadır. En yoğun skor 28-41 arasındaki grupta 145 hasta bulunmaktadır. 145 hastanın 42’i fobi grubu, 51’ü OKB grubu ve 52’i ansiyete grubu hastalardandır. 42-53 arasındaki skordaki 6 hastanın dağılımı ise; 0 hasta fobi grubu, 3 hasta OKB grubu ve 3 hasta ansiyete grubu hastalardandır.

 

52. hafta ölçüm sonuçlarında gruplar arasında ANOVA testine göre p>0.5 anlamlılık düzeyinde istatistiksel bir ilişki saptanmamıştır. 52. haftada HDS’dan 0-13 puan alan 112 hasta bulunmaktadır. Bu 112 hastanın 43’i fobi grubu, 34’ü OKB grubu ve 35’i de ansiyete grubu hastalardandır. 14-27 arasındaki skordaki 38 hastanın dağılımı ise; 10 hasta fobi grubu, 10 hasta 34’ü OKB grubu ve 18 hasta ansiyete grubu hastalardandır.

 

HDÖ skorlarının haftalara göre değişimine baktığımızda, ANOVA istatistik testinde 1. Hafta- 8. Hafta arasında p<0.001 düzeyinde istatistiksel olarak anlamlı bir ilişki bulunmuştur. Hastalarda istatistiksel olarak belirgin bir düzelme gözlemlenmektedir.

 

HDÖ skorlarının haftalara göre değişimine baktığımızda, ANOVA istatistik testinde 8. Hafta- 26. Hafta arasında p<0.001 düzeyinde istatistiksel olarak anlamlı bir ilişki bulunmuştur. Hastalarda istatistiksel olarak belirgin bir düzelme gözlemlenmektedir

 

HDÖ skorlarının haftalara göre değişimine baktığımızda, ANOVA istatistik testinde 26. Hafta- 52. Hafta arasında p<0.001 düzeyinde istatistiksel olarak anlamlı bir ilişki bulunmuştur. Hastalarda istatistiksel olarak belirgin bir düzelme gözlemlenmektedir

 

42-53 HDÖ skorunda 1. Haftada 67 hasta varken, 8. Haftada 3 hasta, 26. Haftada 0 hasta ve 52. Haftada 7 hasta mevcuttur.

 

Araştırma grubuna dahil edilen deneklerin Spielberg anlık kaygı değerlendirme skalasından (SAKS) aldıkları skorların 1., 8., 26. ve 52. hafta sonuçlarına göre dağılımı, fobi grubu, obsessif-kompulsif grup ve anksiyete grubu açısından verilmiştir. Birinci hafta ölçüm sonuçlarında gruplar arasında p<0.1 anlamlılık düzeyinde istatistiksel bir ilişki saptanmıştır. Birinci haftada SAKS’dan birinci grupta (21-30 arasında puan alan) hiçbir hasta bulunmamaktadır. En yoğun hasta, 61-70 skoru arasındaki beşinci grupta (116 hasta) bulunmaktadır. 116 hastanın 31’i fobik, 42’ü OKB ve 43’i de anksiyete grubundaki hastalardandır. 51-60 arasındaki skordaki dördüncü gruptaki 53 hastanın dağılımı ise; 22 hasta farmakoterapi, 17 hasta psikoterapi ve 24 hasta kombine terapi almıştır.

 

. Sekizinci hafta ölçüm sonuçlarında gruplar arasında p<0.1 anlamlılık düzeyinde istatistiksel bir ilişki saptanmıştır. Sekizinci haftada SAKS’dan 21-30 puan alan hiç hasta bulunmamaktadır. En yoğun olarak 130 hasta 41-50 skor arasındaki üçüncü grupta bulunmaktadır. 130 hastanın 5’i fobik, 46’ü OKB ve 34’i de anksiyete grubundaki hastalardandır. 31-40 arasındaki skordaki ikinci gruptaki 10 hastanın dağılımı; 31’i fobik, 42’ü OKB ve 43’i de anksiyete grubundaki hastalardandır

26. hafta ölçüm sonuçlarında gruplar arasında p<0.1 anlamlılık düzeyinde istatistiksel bir ilişki saptanmıştır. 26. haftada SAKS’dan 21-30 puan alan 1 hasta bulunmaktadır. En yoğun olarak 124 hasta ikinci grupta (31-40 skor arasındaki) bulunmaktadır. 124 hastanın 53’i fobik, 42’ü OKB ve 29’i de anksiyete grubundaki hastalardandır. 41-50 arasındaki skordaki 46 hastanın dağılımı ise; 6’i fobik, 14’ü OKB ve 26’i de anksiyete grubundaki hastalardandır. SAKS skorunda iyileşme oranı fobik ve OKB olan hastalarda, anksiyete grubundan olan hasta sayısına göre fazladır.

52. hafta ölçüm sonuçlarında gruplar arasında ANOVA testine göre p>0.5 anlamlılık düzeyinde istatistiksel bir ilişki saptanmamıştır. 52. haftada SAKS’dan 31-40 puan alan ikinci grupta 119 hasta bulunmaktadır. Bu 119 hastanın 42’i fobik, 41’ü OKB ve 36’i de anksiyete grubundaki hastalardandır. 41-50 arasındaki skordaki 46 hastanın dağılımı ise; 14’i fobik, 12’ü OKB ve 20’i de anksiyete grubundaki hastalardandır.

 

. SAKS skorlarının haftalara göre değişimine baktığımızda, ANOVA istatistik testinde 1. Hafta- 8. Hafta arasında p<0.001 düzeyinde istatistiksel olarak anlamlı bir ilişki bulunmuştur. Hastalarda istatistiksel olarak belirgin bir düzelme gözlemlenmektedir.

 

SAKS skorlarının haftalara göre değişimine baktığımızda, ANOVA istatistik testinde 8. Hafta- 26. Hafta arasında p<0.001 düzeyinde istatistiksel olarak anlamlı bir ilişki bulunmuştur. Hastalarda istatistiksel olarak belirgin bir düzelme gözlemlenmektedir

 

SAKS skorlarının haftalara göre değişimine baktığımızda, ANOVA istatistik testinde 26. Hafta- 52. Hafta arasında p>0.05 düzeyinde istatistiksel olarak anlamlı bir ilişki bulunmamuştur. Hastalarda gruplar arasında düzelme açısından istatistiksel olarak belirgin bir fark yoktur

 

61-70 SAKS skorunda 1. Haftada 116 hasta varken, 8. Haftada 0 hasta, 26. Haftada 0 hasta ve 52. Haftada 0 hasta mevcuttur.

 

Araştırma grubuna dahil edilen deneklerin Spielberg sürekli kaygı değerlendirme skalasından (SSKS) aldıkları skorların 1., 8., 26. ve 52. hafta sonuçlarına göre dağılımı, fobi grubu, obsessif-kompulsif grup ve anksiyete grubu açısından verilmiştir. Birinci hafta ölçüm sonuçlarında gruplar arasında p<0.1 anlamlılık düzeyinde istatistiksel bir ilişki saptanmıştır. Birinci haftada SSKS’dan birinci grupta (21-30 arasında puan alan) ve ikinci grupta hiçbir hasta bulunmamaktadır. En yoğun hasta, 61-70 skoru arasındaki beşinci grupta (113 hasta) bulunmaktadır. 113 hastanın 37’i fobik, 43’ü OKB ve 33’i de anksiyete grubundaki hastalardandır. 51-60 arasındaki skordaki dördüncü gruptaki 45 hastanın dağılımı ise; 21’i fobik, 12’ü OKB ve 12’i de anksiyete grubundaki hastalardandır.

 

. Sekizinci hafta ölçüm sonuçlarında gruplar arasında p<0.5 anlamlılık düzeyinde istatistiksel bir ilişki saptanmıştır. Sekizinci haftada SSKS’dan 21-30 puan alan hiç hasta bulunmamaktadır. En yoğun olarak 93 hasta 41-50 skor arasındaki üçüncü grupta bulunmaktadır. 93 hastanın 23’i fobik, 39’ü OKB ve 31’i de anksiyete grubundaki hastalardandır..41-50 arasındaki skordaki üçüncü gruptaki 73 hastanın dağılımı ise; 30’i fobik, 19’ü OKB ve 24’i de anksiyete grubundaki hastalardandır.

26. hafta ölçüm sonuçlarında gruplar arasında p<0.1 anlamlılık düzeyinde istatistiksel bir ilişki saptanmıştır. 26. haftada SSKS’dan 21-30 puan alan 1 hasta bulunmaktadır. En yoğun olarak 89 hasta üçüncü grupta (41-50 skor arasındaki) bulunmaktadır. 89 hastanın 22’i fobik, 35’ü OKB ve 32’i de anksiyete grubundaki hastalardandır. 31-40 arasındaki skordaki 80 hastanın dağılımı ise; 38’i fobik, 23’ü OKB ve 19’i de anksiyete grubundaki hastalardandır.. SSKS skorunda iyileşme oranı fobik ve OKB olan hasta sayısı, anksiyete kümesindeki hasta sayısına göre fazladır.

 

52. hafta ölçüm sonuçlarında gruplar arasında ANOVA testine göre p>0.5 anlamlılık düzeyinde istatistiksel bir ilişki saptanmamıştır. 52. haftada SSKS’dan 31-40 puan alan ikinci grupta 98 hasta bulunmaktadır. Bu 98 hastanın 36’i fobik, 33’ü OKB ve 29’i de anksiyete grubundaki hastalardandır. 41-50 arasındaki skordaki 52 hastanın dağılımı ise; hastanın 19’i fobik, 15’ü OKB ve 18’i de anksiyete grubundaki hastalardandır. SSKS skorunda iyileşme oranı en az anksiyete kümesindeki hasta grubunda olmuştur.

 

SSKS skorlarının haftalara göre değişimine baktığımızda, ANOVA istatistik testinde 1. Hafta- 8. Hafta arasında p<0.001 düzeyinde istatistiksel olarak anlamlı bir ilişki bulunmuştur. Hastalarda istatistiksel olarak belirgin bir düzelme gözlemlenmektedir.

 

SSKS skorlarının haftalara göre değişimine baktığımızda, ANOVA istatistik testinde 8. Hafta- 26. Hafta arasında p<0.001 düzeyinde istatistiksel olarak anlamlı bir ilişki bulunmuştur. Hastalarda istatistiksel olarak belirgin bir düzelme gözlemlenmektedir

 

SSKS skorlarının haftalara göre değişimine baktığımızda, ANOVA istatistik testinde 26. Hafta- 52. Hafta arasında p<0.01 düzeyinde istatistiksel olarak anlamlı bir ilişki bulunmuştur. Hastalarda istatistiksel olarak belirgin bir düzelme gözlemlenmektedir

 

61-70 SSKS skorunda 1. Haftada 113 hasta varken, 8. Haftada 4 hasta, 26. Haftada 1 hasta ve 52. Haftada 11 hasta mevcuttur.

 

Araştırma grubuna dahil edilen deneklerin Yale-Brown obsessif kompulsif değerlendirme skorlarının (Y-BOKS) 1., 8., 26. ve 52. hafta sonuçlarına göre dağılımı, fobi grubu, obsessif-kompulsif grup ve anksiyete grubu açısından verilmiştir. Birinci hafta ölçüm sonuçlarında gruplar arasında p>0.5 anlamlılık düzeyinde istatistiksel bir ilişki saptanmamıştır. Birinci haftada Y-BOKS’dan birinci grupta (0-7 arasında puan alan) 111 hasta bulunmaktadır. 111 hastanın 54’i fobik, 1’ü OKB ve 56’i de anksiyete grubundaki hastalardandır. 24-31 arasındaki skordaki dördüncü gruptaki 29 hastanın dağılımı ise; 0’i fobik, 29’ü OKB ve 0’i de anksiyete grubundaki hastalardandır.. 32-40 arasındaki skordaki en ağır gruptaki 23 hastanın dağılımı ise; 0’i fobik, 23’ü OKB ve 0’i de anksiyete grubundaki hastalardandır.

 

. Sekizinci hafta ölçüm sonuçlarında gruplar arasında p>0.5 anlamlılık düzeyinde istatistiksel bir ilişki saptanmamıştır. Sekizinci haftada Y-BOKS’dan 0-7 puan alan 113 hasta bulunmaktadır. 113 hastanın 55’i fobik, 1’ü OKB ve 57’i de anksiyete grubundaki hastalardandır.. 16-23 arasındaki skordaki üçüncü gruptaki 32 hastanın dağılımı ise; 1’i fobik, 31’ü OKB ve 0’i de anksiyete grubundaki hastalardandır.

 

26. hafta ölçüm sonuçlarında gruplar arasında p>0.5 anlamlılık düzeyinde istatistiksel bir ilişki saptanmıştır. 26. haftada Y-BOKS’dan 0-7 puan 115 hastanın 55’i fobik, 1’ü OKB ve 59’i de anksiyete grubundaki hastalardandır.. 8-15 arasındaki skordaki 46 hastanın dağılımı ise; 5’i fobik, 40’ü OKB ve 1’i de anksiyete grubundaki hastalardandır.

 

52. hafta ölçüm sonuçlarında gruplar arasında ANOVA testine göre p>0.5 anlamlılık düzeyinde istatistiksel bir ilişki saptanmamıştır. 52. haftada Y-BOKS’dan 8-15 puan alan ikinci grupta 27 hasta bulunmaktadır. Bu 27 hastanın 0’i fobik, 25’ü OKB ve 2’i de anksiyete grubundaki hastalardandır.. 0-7 arasındaki skordaki 130 hastanın dağılımı ise; 59’i fobik, 13’ü OKB ve 58’i de anksiyete grubundaki hastalardandır.

 

Y-BOKS skorlarının haftalara göre değişimine baktığımızda, ANOVA istatistik testinde 1. Hafta- 8. Hafta arasında p<0.001 düzeyinde istatistiksel olarak anlamlı bir ilişki bulunmuştur. Hastalarda istatistiksel olarak belirgin bir düzelme gözlemlenmektedir.

 

Y-BOKS skorlarının haftalara göre değişimine baktığımızda, ANOVA istatistik testinde 8. Hafta- 26. Hafta arasında p<0.001 düzeyinde istatistiksel olarak anlamlı bir ilişki bulunmuştur. Hastalarda istatistiksel olarak belirgin bir düzelme gözlemlenmektedir

 

Y-BOKS skorlarının haftalara göre değişimine baktığımızda, ANOVA istatistik testinde 26. Hafta- 52. Hafta arasında p<0.001 düzeyinde istatistiksel olarak anlamlı bir ilişki bulunmuştur. Hastalarda istatistiksel olarak belirgin bir düzelme gözlemlenmektedir

 

32-40 Y-BOKS skorunda 1. Haftada 23 hasta varken, 8. Haftada 0 hasta, 26. Haftada 0 hasta ve 52. Haftada sadece OKB grubundan olan 3 hasta mevcuttur.

 

Araştırma grubuna dahil edilen deneklerin Fobi kendi ölçüm skorlarının (FKÖS) 1., 8., 26. ve 52. hafta sonuçlarına göre dağılımı, fobi grubu, obsessif-kompulsif grup ve anksiyete grubu açısından verilmiştir. Birinci hafta ölçüm sonuçlarında gruplar arasında p<0.1 anlamlılık düzeyinde istatistiksel bir ilişki saptanmıştır. Birinci haftada FKÖS’dan birinci grupta (0-20 arasında puan alan) 103 hasta bulunmaktadır. 103 hastanın, 0’i fobik, 50’ü OKB ve 53’i de anksiyete grubundaki hastalardandır.. 81-90 arasındaki skordaki grupta 39 hastanın dağılımı ise; 36’i fobik, 0’ü OKB ve 3’i de anksiyete grubundaki hastalardandır. 91-100 arasındaki skordaki en ağır gruptaki 19 hastanın dağılımı ise; 19’i fobik, 0’ü OKB ve 0’i de anksiyete grubundaki hastalardandır..

 

Sekizinci hafta ölçüm sonuçlarında gruplar arasında p<0.1 anlamlılık düzeyinde istatistiksel bir ilişki saptanmıştır. Sekizinci haftada FKÖS’dan -20 puan alan 103 hasta bulunmaktadır. Birinci hafta sonuçları ile aynıdır. İkinci hafta ölçümlerinde son iki grupta hasta kalmamıştır ve buradaki hastaların fobi şiddet göstergeleri azalmıştır. 71-80 arasındaki skordaki yedinci gruptaki 20 hastanın dağılımı ise; 20’i fobik, 0’ü OKB ve 0’i de anksiyete grubundaki hastalardandır.61-70 arasındaki skordaki altıncı gruptaki 19 hastanın dağılımı ise; 17’i fobik, 0’ü OKB ve 2’i de anksiyete grubundaki hastalardandır.

 

26. hafta ölçüm sonuçlarında gruplar arasında p<0.1 anlamlılık düzeyinde istatistiksel bir ilişki saptanmıştır. 26. haftada FKÖS’dan -20 puan alan 104 hastanın 0’i fobik, 51’ü OKB ve 53’i de anksiyete grubundaki hastalardandır. 61-70 arasındaki skordaki 11 hastanın dağılımı ise; 1’i fobik, 9’ü OKB ve 1’i de anksiyete grubundaki hastalardandır.

 

52. hafta ölçüm sonuçlarında gruplar arasında ANOVA testine göre p<0.1 anlamlılık düzeyinde istatistiksel bir ilişki saptanmıştır. 52. haftada FKÖS’dan -20 puan alan birinci grupta 111 hasta bulunmaktadır. Bu 111 hastanın 1’i fobik, 57’ü OKB ve 53’i de anksiyete grubundaki hastalardandır. 61 ve üzerinde sadece fobi grubunda olan hastalar bulunmaktadır. 51-60 arasındaki skordaki 9 hastanın dağılımı ise; 9’i fobik, 0’ü OKB ve 0’i de anksiyete grubundaki hastalardandır.

 

FKÖS skorlarının haftalara göre değişimine baktığımızda, ANOVA istatistik testinde 1. Hafta- 8. Hafta arasında p<0.001 düzeyinde istatistiksel olarak anlamlı bir ilişki bulunmuştur. Hastalarda istatistiksel olarak belirgin bir düzelme gözlemlenmektedir.

 

FKÖS skorlarının haftalara göre değişimine baktığımızda, ANOVA istatistik testinde 8. Hafta- 26. Hafta arasında p<0.001 düzeyinde istatistiksel olarak anlamlı bir ilişki bulunmuştur. Hastalarda istatistiksel olarak belirgin bir düzelme gözlemlenmektedir

 

FKÖS skorlarının haftalara göre değişimine baktığımızda, ANOVA istatistik testinde 26. Hafta- 52. Hafta arasında p<0.001 düzeyinde istatistiksel olarak anlamlı bir ilişki bulunmuştur. Hastalarda istatistiksel olarak belirgin bir düzelme gözlemlenmektedir

 

81-100 FKÖS skorlarında 1. Haftada 58 hasta varken, 8. Haftada 0 hasta, 26. Haftada 0 hasta ve 52. Haftada sadece fobi grubundan olan 3 hasta mevcuttur.

 

VI. SONUÇ

 

Bu çalışmada bir takım sonuçlara ulaşılmıştır. Bunlar:

 

1. Hastalık grupları ve subgruplarının bağımsız değişkenler açısından klinik özellikleri ve kilinik seyiri bulunmaktadır. Yaş, cinsiyet, medeni durum, aile özellikleri, genetik, meslek, sosyo-ekonomik durum, orgonik ve psişik travma hikayesi, erken çocukluk dönemi özellikleri, hastalığın başlangıç şekli ve tipi, premorbid kişilik özellikleri, madde kötüye kullanımı açısından klinik bir tablo ortaya çıkmaktadır. Bu değişkenler ile hastalık arasında birtakım bağlar mevcuttur.

 

2. Klinik tablolara ve ve subgrublara göre tedavi yaklaşımları da hem farmakoterapi açısından hem de psikoterapi açısından farklı olmalıdır.

 

3. Yoğun bir psikoterapi ile başlayan psikoterapilerde dropout oranı düşmektedir.

 

4. Anksiyete bozukluklarında farmakoterapi, psikoterapi ve kombine terapi etkin birer tedavi yöntemidirler.

 

5. Bu tedavi yöntemleri çeşitli parametrelerle karşılaştırıldığında; psikoterapi ve kombine terapi, farmakoterapiye göre daha etkin bulunmuştur.

 

6. Bu çalışmada psikoterapi ve kombine terapinin birbirlerine belirgin bir üstünlüğü görülmemiştir.

 

7. Bu iki etkin terapi türünün hangisinin hastalarda tercih edilmesi gerekir sorusuna cevap vermek için daha detaylı araştırmaların yapılması ve subgrubların klinik tablolarının daha net çizgilerle ortaya konması gerekmektedir.

 

8. Psikoterapi yaklaşımlarında esnek olmayan bir yaklaşım doğru değildir. Hastanın biyopsikososyal bir model içinde “hastalık yok, hasta var” temel düşüncesi perspektifinde elastik bir yaklaşım sergilenmelidir. Bu elastik yaklaşım hastanın tedaviye uyumunu kolaylaştırmaktadır. Psikoterapi okullarının esnek olmayan kuralcı yaklaşımları klinisyenler tarafından tercih edilmemelidir.

 

9. Davranışçı yaklaşımların daha başarılı olması için ev ödevlerinin hipnotik trans altında terapi seansında uygulattırılması, başarıyı artırmakta ve tedaviye uyumu kolaylaştırmaktadır.

 

10. Psikoterapi süreçlerinde klinik uygulamalarda esnek olmayan bir terapi yaklaşımı başarı şansını azaltmaktadır. Bazı hastalara sadece davranışçı tekniklerle başarıya ulaşılırken, bazılarına kognitif, bazılarına da içgörü yönelimli dinamik bir psikoterapi uygulamak gerekmektedir. Bu ihtiyaç tedavi süreci içerisinde ortaya çıkmakta ve belirlenmektedir.

 

11. Tedavi kesildikten sohnra; farmakoterapi alan grubta rekürrens ve/ veya nüksler daha sık ortaya çıkmaktadır. Bu sonuçlar hastaya yaklaşımda biopsikososyal modelin geçerliliğini ortaya koymaktadır.

 

12. Psikiyatride çağdaş tekniklerin (Audivisuel kayıt sistemlerinin) uygulanması tedavi süresini kısaltmakta, tedavinin başarısını artırmakta, başarının kalıcı olmasını sağlamakta ve içgörüyü kolaylaştırmaktadır.

 

13. Çalışma grubumuzdan edindiğimiz sonuçlara göre psikoterapi eğitim seviyesi yüksek hastalarda daha başarılı olmaktadır.

 

14. Tedavide kullanılan hipnodramalar, rüyalar ve imajlardaki sembol dilinin öğrenilmesi ve çözülmesi tedaviyi yönlendirmekte büyük yararlar sağlamaktadır.

 

IV. ÖZET

 

Azerbaycan tıp Üniversitesi Psikiyatri polikliniği ve hastahaneleri ile İstanbul Özel Psikiyatri Poliklniğine başvurun 180 Anksiyete Bozukluğu hastası tedavi yaklaşımlarına cevap özellikleri açısından incelenmiştir. DSM III-R kriterlerine göre SCID-OP uygulanarak 60 fobi, 60 anksiyete ve 60 obsesif-kompulsif hasta grubu rastgele örneklem yöntemi ile farmako, psiko ve kombine tedavi gruplarına eşit olarak ayrılmıştır. Farmakoterapi grubuna 8 haftalık ve idame tedavisi olarak clomipramin, buspiron ve alprazolam verilmiştir. Psikoterapide ise 10 günlük 20 saatlik hücum tedavisi ile birlikte 8 haftalık bir uygulama verilmiştir. Bunlara kognitif-davranışsal terapi ile içgörü yönelimli dinamik psikoterapi eklektik ve esnek olarak uygulanmıştır. Zaman zaman hipnoz kullanılmıştır.

 

Hastalar tedavilere cevap özellikleri açısından İ.G.D.Ö., HDS; SAKS, SSKS, YB-OKS ve FKÖS parametreleri ile 1, 8, 26 ve 52. Haftalarda değerlendirilmiştir. Bu parametrelere bakılarak hastaların her üç tedaviye de olumlu yanıt verdikleri görülmüştür. Ancak psikoterapi ve kombine terapi, farmakoterapiye göre istatistiksel olarak daha etkin bulunmuştur. Farmakoterapi grubunda 26. Ve 52. Hafta değerlendirmelerinde parametrelerde istatistiksel olarak anlamlı olumsuz değişmeler bulunmuştur. Diğer grublarda tedavi kalıcı olmuştur. Drop-out oranı farmakoterapide yüksek, diğerlerinde düşük bulunmuştur. Bu durum uygulanan hücum psikoterapisine bağlanmıştır.

 

V. REFERANSLAR

 

Abelson JL, Glitz D, Cameron OG, et al: Blunted growth hormone response to clonidine in patients with generalized anxiety disorder. Arch Gen Psychiatry 48:157162, 1991

Akhtar S, Wig NN, Varma VK, et al: A phenomenological analysis of symptoms in obsessive-compulsive neurosis. Br J Psychiatry 127:342348, 1975

Akıskal HS: Yaygın anksiyete bozukluğu yaratılıştan gelen bir anksiyete türümüdür? Ataractica. Sayı:1 İstanbul, 1998.

Allgulander C, Lavori PW: Excess mortality among 3302 patients with “pure” anxiety neurosis. Arch Gen Psychiatry 48:599602, 1991

American Psychiatric Association: Diagnostic and Statistical Manual of Mental Disorders, 2nd Edition. Washington, DC, American Psychiatric Association, 1968

American Psychiatric Association: Diagnostic and Statistical Manual of Mental Disorders, 3rd Edition. Washington, DC, American sychiatric Association, 1980

American Psychiatric Association: Diagnostic and Statistical Manual of Mental Disorders, 3rd Edition, Revised. Washington, DC, American Psychiatric Association, 1987

American Psychiatric Association: Diagnostic and Statistical Manual of Mental Disorders, 4th Edition. Washington, DC, American Psychiatric Association, 1994

Amies PL, Gelder MG, Shaw PM: Social phobia: a comparative clinical study. Br J Psychiatry 142:174179, 1983

Ananth J, Pecknold JC, Van Den Steen N, et al: Double-blind comparative study of clomipramine and amitriptyline in obsessive neurosis. Prog Neuropsychopharmacol Biol Psychiatry 5:257262, 1981

Anisman HL, Pizzino A, Sklar LS: Coping with stress, norepinephrine depletion and escape performance. Brain Res 191:583588, 1980

Åsberg M, Thorén P, Bertilsson L: Clomipramine treatment of obsessive-compulsive disorder: biochemical and clinical aspects. Psychopharmacol Bull 18(3):1321, 1982

Aston-Jones SL, Foote FE, Bloom FE: Norepinephrine, in Frontiers of Clinical Neuroscience, Vol 2. Edited by Ziegler, Lake CR. Baltimore, MD, Williams & Wilkins, 1984, pp 92116

Baer L, Jenike MA, Ricciardi JN, et al: Standardized assessment of personality disorders in obsessive-compulsive disorder. Arch Gen Psychiatry 47:826830, 1990

Ballenger JC, Burrows GD, DuPont RL Jr, et al: Alprazolam in panic disorder and agoraphobia: results from a multicenter trial, I: efficacy in short-term treatment. Arch Gen Psychiatry 45:413422, 1988

Barlow D: DSM IV ve ötesi:Yaygın anksiyete bozukluğu nedir? Ataractica. Sayı:1 istanbul, 1998.

Barlow DH, Craske MG, Cerny JA, et al: Behavioral treatment of panic disorder. Behavior Therapy 20:261282, 1989

Barton R: Diabetes insipidus and obsessional neurosis: a syndrome. Lancet 1:133135, 1965

Bastani B, Nash JF, Meltzer HY: Prolactin and cortisol responses to MK-212, a seratonin agonist, in obsessive-compulsive disorder. Arch Gen Psychiatry 47:833839, 1990

Baxter LR Jr, Phelps ME, Mazziotta JC, et al: Local cerebral glucose metabolic rates in obsessive-compulsive disorder: a comparison with rates in unipolar depression and in normal controls. Arch Gen Psychiatry 44:211218, 1987

Baxter LR Jr, Schwartz JM, Bergman KS, et al: Caudate glucose metabolic rate changes with both drug and behavior therapy for obsessive-compulsive disorder. Arch Gen Psychiatry 49:681689, 1992

Beck AT, Sokol L, Clark DA, et al: A crossover study of focused cognitive therapy for panic disorder. Am J Psychiatry 149:778783, 1992

Behar D, Rapoport JL, Berg CJ, et al: Computerized tomography and neuropsychological test measures in adolescents with obsessive-compulsive disorder. Am J Psychiatry 141:363369, 1984

Benkelfat C, Murphy DL, Zohar J, et al: Clomipramine in obsessive-compulsive disorder: further evidence for a serotonergic mechanism of action. Arch Gen Psychiatry 46:2328, 1989

Benkelfat C, Nordahl TE, Semple WE, et al: Local cerebral glucose metabolic rates in obsessive-compulsive disorder: patients treated with clomipramine. Arch Gen Psychiatry 47:840848, 1990

Benson H, Beary JF, Carol MP: The relaxation response. Psychiatry 37:3746, 1974

*Biber B, Alkın T, Çımrın AH: Panik bozukluğunda karbondioksit uyarımı: yöntem ve değerlendirme üzerine. Türk Psikiatri Dergisi 1998; 9(4):269-276

Black A: The natural history of obsessional neurosis, in Obsessional States. Edited by Beech HK. London, Methuen Press, 1974

Blazer DG, Hughes D, George LK: Generalized anxiety disorder, in Psychiatric Disorders in America. Edited by Robins LN, Regier DA. New York, Free Press, 1991, pp 180203

Bleich A, Siegel B, Garb R, et al: Post-traumatic stress disorder following combat exposure: clinical features and psychopharmacological treatment. Br J Psychiatry 149:365369, 1986

Bowlby J: Attachment and Loss, Vol 2: Separation: Anxiety and Anger. New York, Basic Books, 1973

Brantigan CO, Brantigan TA, Joseph N: Effect of beta blockade and beta stimulation on stage fright. Am J Med 72:8894, 1982

Breslau N, Davis GC: DSM-III generalized anxiety disorder: an empirical investigation of more stringent criteria. Psychiatry Res 15:231238, 1985

Breslau N, Davis GC: Posttraumatic stress disorder in an urban population of young adults: risk factors for chronicity. Am J Psychiatry 149:671675, 1992

Breslau N, Davis GC, Andreski P, et al: Traumatic events and posttraumatic stress disorder in an urban population of young adults. Arch Gen Psychiatry 48:216222, 1991

Breuer T, Freud S: Studies on hysteria (18931895), in The Standard Edition of the Complete Psychological Works of Sigmund Freud, Vol 2. Edited by Strachey J. London, Hogarth Press, 1955, pp 1319

Buller R: Reversibl inhibitors of monoamine oxidase A in anxiety disorders. . Clin Neuropharmacol., vol 18, suppl. 2.pp:38-44 1995

 

Burstein A: Treatment of post-traumatic stress disorder with imipramine. Psychosomatics 25:681687, 1984

Burstein A: Treatment length in post-traumatic stress disorder. Psychosomatics 27:632637, 1986

Capstick N, Seldrup V: Obsessional states: a study in the relationship between abnormalities occurring at birth and subsequent development of obsessional symptoms. Acta Psychiatr Scand 56:427439, 1977

Carey G, Gottesman II: Twin and family studies of anxiety, phobic, and obsessive disorders, in Anxiety: New Research and Changing Concepts. Edited by Klein DF, Rabkin J. New York, Raven Press, 1981, pp 117136

Chapman D: A brief introduction to contemporary disaster research, in Man and Society in Disaster. Edited by Boher G, Chapman D. New York, Basic Books, 1962

Charney DS, Heninger GR: Abnormal regulation of noradrenergic function in panic disorders: effects of clonidine in healthy subjects and patients with agoraphobia and panic disorder. Arch Gen Psychiatry 43:10421054, 1986

Charney DS, Heninger GR, Breier A: Noradrenergic function in panic anxiety: effects of yohimbine in healthy subjects and patients with agoraphobia and panic disorder. Arch Gen Psychiatry 41:751763, 1984

Charney DS, Woods SW, Goodman WK, et al: Drug treatment of panic disorder: the comparative efficacy of imipramine, alprazolam and trazodone. J Clin Psychiatry 47:580586, 1986

Charney DS, Goodman WK, Price LH, et al: Serotonin function in obsessive-compulsive disorder: a comparison of the effects of tryptophan and m-chlorophenylpiperazine in patients and healthy subjects. Arch Gen Psychiatry 45:177185, 1988

Ciesielski KT, Beech HR, Gordon PK: Some electrophysiological observations in obsessional states. Br J Psychiatry 138:479484, 1981

Clark DM: Cognitive therapy in the treatment af anxiyety disorders. Clin Neuropharmacol., vol 18, suppl. 2.pp:27-37 1995

 

Clark DM, Salkovskis PM, Chalkly AJ: Respiratory control as a treatment for panic attacks. J Behav Ther Exp Psychiatry 16:2330, 1985

Clomipramine Collaborative Study Group: Clomipramine in the treatment of patients with obsessive-compulsive disorder. Arch Gen Psychiatry 48:730738, 1991

Cohen ME, White ID: Life situation, emotions, and neurocirculatory asthenia. Res Nerv Ment Dis Proc 29:832869, 1950

Cooper AM: Will neurobiology influence psychoanalysis? Am J Psychiatry 142:13951402, 1985

Coryell W, Noyes R, Clancy J: Excess mortality in panic disorder: a comparison with primary unipolar depression. Arch Gen Psychiatry 39:701703, 1982

Cox CS, Fedio P, Rapoport JL: Neuropsychological testing of obsessive-compulsive adolescents, in Obsessive-Compulsive Disorder in Children and Adolescents. Edited by Rapoport JL. Washington, DC, American Psychiatric Press, 1989, pp 7385

Craske MG, Brown TA, Barlow DH: Behavioral treatment of panic disorder: a two-year follow-up. Behavior Therapy 22:289304, 1991

Crowe RR, Noyes R, Pauls DL, et al: A family study of panic disorder.Arch Gen Psychiatry 40:10651069, 1983

Curtis GC, Thyer B: Fainting on exposure to phobic stimuli. Am J Psychiatry 140:771774, 1983

Davidson J, Walker JI, Kilts C: A pilot study of phenelzine in the treatment of post-traumatic stress disorder. Br J Psychiatry 150:252255, 1987

Davidson J, Kudler H, Smith R, et al: Treatment of posttraumatic stress disorder with amitriptyline and placebo. Arch Gen Psychiatry 47:259266, 1990

Davidson J, Roth S, Newman E: Fluoxetine in post-traumatic stress disorder. Journal of Traumatic Stress 4:419423, 1991

De la Pena A: Post-traumatic stress disorder in the Vietnam veteran: a brain modulated, compensatory information-augmenting response to information underload in the central nervous system? in Post-Traumatic Stress Disorder: Psychological and Biological Sequelae. Edited by van der Kolk BA. Washington, DC, American Psychiatric Press, 1984, pp 108122

Den Boer JA: Serotonergic Mechanisms in Anxiety Disorders: An Inquiry into Serotonin Function in Panic Disorder. The Hague, Cip-Gegevens Koninklijke Bibliotheek, 1988

Desai N, Taylor-Davies A, Barnett DB: The effects of diazepam and exprenolol on short-term memory in individuals of high and low state anxiety. Br J Clin Pharmacol 15:197202, 1983

Dimsdale JE, Moss J: Plasma catecholamines in stress and exercise. JAMA 243:340342, 1980

Dorrow R, Horowski R, Paschelke G, et al: Severe anxiety induced by FG-7142, a beta-carboline ligand for benzodiazepine receptors. Lancet 1:9899, 1983

Eaton WW, Keyl PM: Risk factors for the onset of Diagnostic Interview Schedule/DSM-III agoraphobia in a prospective, population-based study. Arch Gen Psychiatry 47:819824, 1990

Eaton WW, Dryman A, Weissman MM: Panic and phobia, in Psychiatric Disorders in America. Edited by Robins LN, Regier DA. New York, Free Press, 1991, pp 155179

Eitinger L: Organic and psychosomatic after effects of concentration camp imprisonment. International Psychiatry Clinics 8:205215, 1971

Elam M, Yoat TP, Svensson TH: Hypercapnia and hypoxia: chemoreceptor-mediated control of locus ceruleus neurons and splanchnic, sympathetic nerves. Brain Res 222:373381, 1981

Embry CK: Psychotherapeutic interventions in chronic posttraumatic. stress disorder, in Posttraumatic Stress Disorder: Etiology, Phenomenology, and Treatment. Edited by Wolf ME, Mosnaim AD. Washington, DC, American Psychiatric Press, 1990, pp 226236

Erikson K: Everything in Its Path: Destruction of Communality in the Buffalo Creek Flood. New York, Simon & Schuster, 1976

Evans L, Kenardy J, Schneider P, et al: Effect of a selective serotonin reuptake inhibitor in agoraphobia with panic attacks: a double-blind comparison of zimelidine, imipramine and placebo. Acta Psychiatr Scand 73:4953, 1986

Fairbank TA, Keane TM: Flooding for combat-related stress disorders: assessment of anxiety reduction across traumatic memories. Behavior Therapy 13:499510, 1982

Fallon BA, Campeas R, Schneier FR, et al: Open trial of intravenous clomipramine in five treatment-refractory patients with obsessive-compulsive disorder. Journal of Neuropsychiatry and Clinical Neurosciences 4:7075, 1992

Faravelli C, Pallanti S: Recent life events and panic disorder. Am J Psychiatry 146:622-626, 1989

* Faravelli C, Pallanti S, Biondi F et al: Onset of panic disorder. . Am J Psychiatry 146:6, june827-828, 1992

 

*Ferguson: Kişilik bozuklukları. Teşhis ve tedavide güncel yaklaşımlar. Psikiyatri. Editör:Neil Holden. Yayına Hazırlayan:Doç. Dr. Mine Özmen. Sayfa:14-15 Bonus Yayıncılık. İstanbul. 1998

*Fidaner H, Tunca Z, Cimilli C: Panik bozukluğunda atakların klinik özellikleri: Q yöntemi ile bir çalışma. Türk Psikiyatri Dergisi 1998; 9(4):277-283

Flament MF, Rapoport JL, Berg CJ, et al: Clomipramine treatment of childhood obsessive-compulsive disorder: a double-blind controlled study. Arch Gen Psychiatry 42:977983, 1985

Flament MF, Rapoport JL, Murphy DL, et al: Biochemical changes during clomipramine treatment of childhood obsessive-compulsive disorder. Arch Gen Psychiatry 44:219225, 1987

Flescher J: A dualistic viewpoint on anxiety. J Am Psychoanal Assoc 3:415446, 1955

Flor-Henry P: The obsessive-compulsive syndrome, in Cerebral Basis of Psychopathology. Edited by Flor-Henry P. Boston, MA, John Coright, 1983, pp 301311

Flor-Henry P, Yeudall LT, Koles ZJ, et al: Neuropsychological and power spectral EEG investigations of the obsessive-compulsive syndrome. Biol Psychiatry 14:119130, 1979

Foa EB, Steketee G, Grayson JB, et al: Deliberate exposure and blocking of obsessive-compulsive rituals: immediate and long-term effects. Behavior Therapy 15:450472, 1984

Frank JB, Kosten TR, Giller EL Jr, et al: A randomized clinical trial of phenelzine and imipramine for posttraumatic stress disorder. Am J Psychiatry 145:12891291, 1988

Free NK, Winget CN, and Whitman RM: Separation Anxiety in panic disorder. Am J Psychiatry 150:4, 595-599 April 1993.

Freud S: On the grounds for detaching a particular syndrome from neurasthenia under the description “anxiety neurosis” (1895a[1894]), in The Standard Edition of the Complete Psychological Works of Sigmund Freud, Vol 3. Translated and edited by Strachey J. London, Hogarth Press, 1962, pp 85117

Freud S: Obsessions and phobias (1895b[1894]), in The Standard Edition of the Complete Psychological Works of Sigmund Freud, Vol 3. Translated and edited by Strachey J. London, Hogarth Press, 1962, pp 6984

Freud S: Analysis of a phobia in a five-year-old boy (1909), in The Standard Edition of the Complete Psychological Works of Sigmund Freud, Vol 10. Translated and edited by Strachey J. London, Hogarth Press, 1955, pp 1149

Freud S: The disposition to obsessional neurosis: a contribution to the problem of choice of neurosis (1913), in The Standard Edition of the Complete Psychological Works of Sigmund Freud, Vol 12. Translated and edited by Strachey J. London, Hogarth Press, 1958, pp 311326

Freud S: Introduction to Psychoanalysis and the War Neuroses (1919), in The Standard Edition of the Complete Psychological Works of Sigmund Freud, Vol 17. Translated and edited by Stratchey J. London, Hogarth Press, 1955, pp 205215

Freud S: Inhibitions, symptoms and anxiety (1926), in The Standard Editon of the Complete Psychological Works of Sigmund Freud, Vol 20. Translated and edited by Strachey J. London, Hogarth Press, 1959, pp 75175

Frohlich ED, Tarazi KC, Duston HP: Hyperdynamic beta-adrenergic circulatory state. Arch Intern Med 123:17, 1969

Fyer AJ, Mannuzza S, Gallops MS, et al: Familial transmission of simple phobias and fears: a preliminary report. Arch Gen Psychiatry 47:252256, 1990

Gabbard GO: Psychodynamic Psychiatry in Clinical Practice. Washington, DC, American Psychiatric Press, 1990

Gelernter CS, Uhde TW, Cimbolic P, et al: Cognitive-behavioral and pharmacological treatments of social phobia: a controlled study. Arch Gen Psychiatry 48:938945, 1991

Gillin JC: Stres, anksiyete ve uyku. Ataractica.Sayı:2. İstanbul, 1998

Gittelman-Klein R, Klein DF: Controlled imipramine treatment of school phobia. Arch Gen Psychiatry 25:204207, 1971

Gittelman-Klein R: Is panic disorder associated with childhood separation anxiety disorder. Clin Neuropharmacol., vol 18, suppl. 2.pp:7-14 1995

Gittleson NL: The effect of obsessions on depressive psychosis. Br J Psychiatry 112:253259, 1966

Gold M, Pottash AC, Sweeney DR, et al: Opiate withdrawal using clonidine. JAMA 243:343346, 1980

Goodman WK, Price LH, Rasmussen SA, et al: Efficacy of fluvoxamine in obsessive-compulsive disorder: a double-blind comparison with placebo. Arch Gen Psychiatry 46:3644, 1989

Goodman WK, McDougle CJ, Price LH, et al: Beyond the serotonin hypothesis: a role for dopamine in some forms of obsessive compulsive disorder? J Clin Psychiatry 51 (No 8, Suppl):3643, 1990a

Goodman WK, Price LH, Delgado PL, et al: Specificity of serotonin reuptake inhibitors in the treatment of obsessive-compulsive disorder: comparison of fluvoxamine and desipramine. Arch Gen Psychiatry 47:577585, 1990b

Goodwin DW, Guze SB, Robins E: Follow-up studies of obsessional neurosis. Arch Gen Psychiatry 20:182187, 1969

Gorman JM, Fyer AF, Gliklich J, et al: Effect of imipramine on prolapsed mitral valves of patients with panic disorder. Am J Psychiatry 138:977978, 1981

Gorman JM, Levy GF, Liebowitz MR, et al: Effect of acute b-adrenergic blockade on lactate-induced panic. Arch Gen Psychiatry 40:10791082, 1983

Gorman JM, Askanazi J, Liebowitz MR, et al: Response to hyperventilation in a group of patients with panic disorder. Am J Psychiatry 141:857861, 1984

Gorman JM, Liebowitz MR, Fyer AJ, et al: Lactate infusions in obsessive-compulsive disorder. Am J Psychiatry 142:864866, 1985

Gorman JM, Fyer MR, Goetz R, et al: Ventilatory physiology of patients with panic disorder. Arch Gen Psychiatry 45:3139, 1988

Gorman JM, Battista D, Goetz RR, et al: A comparison of sodium bicarbonate and sodium lactate infusion in the induction of panic attacks. Arch Gen Psychiatry 46:145150, 1989a

Gorman JM, Liebowitz MR, Fyer AJ, et al: A neuroanatomical hypothesis for panic disorder. Am J Psychiatry 146:148161, 1989b

Gottschalk LA, Stone WN, Gleser CG: Peripheral versus central mechanisms accounting for anti-anxiety effects of propranolol. Psychosom Med 36:4756, 1974

Grimshaw L: Obsessional disorder and neurological illness. J Neurol Neurosurg Psychiatry 27:229231, 1964

Hansenne M, Pitchot W, Ansseau M: The clonidine test in posttraumatic stress disorder (letter). Am J Psychiatry 148:810811, 1991

Hartley LR, Ungapen S, Davie I, et al: The effect of beta adrenergic blocking drugs on speakers’ performance and memory. Br J Psychiatry 142:512517, 1983

Heimberg RG, Dodge CS, Hope DA, et al: Cognitive behavioral group treatment for social phobia: comparison with a credible placebo control. Cognitive Therapy and Research 14:123, 1990a

Heimberg RG, Hope DA, Dodge CS, et al: DSM-III-R subtypes of social phobia: comparison of generalized social phobics and public speaking phobics. J Nerv Ment Dis 178:172179, 1990b

Helzer JE, Robins LN, McEvoy L: Post-traumatic stress disorder in the general population: findings of the Epidemiologic Catchment Area survey. N Engl J Med 317:16301634, 1987

Herman JL, van der Kolk BA: Traumatic antecedents of borderline personality disorder, in Psychological Trauma. Edited by van der Kolk BA. Washington, DC, American Psychiatric Press, 1987, pp 111126

Herman JL, Perry JC, van der Kolk BA: Childhood trauma in borderline personality disorder. Am J Psychiatry 146:490495, 1989

Hewlett WA, Vinogradov S, Agras WS: Clonazepam treatment of obsessions and compulsions. J Clin Psychiatry 51:158161, 1990

Himle JA, Crystal D, Curtis GC, et al: Mode of onset of simple phobia subtypes: further evidence of heterogeneity. Psychiatry Res 36:3743, 1991

Hindmarch I: Kognisyon ve anksiyete: anti-anksiyete ilaçların kognitif etkileri. Ataractica. Sayı:3 İstanbul, 1998.

Hoehn-Saric R, Merchant AF, Keyser ML, et al: Effects of clonidine on anxiety disorders. Arch Gen Psychiatry 38:12781282, 1981

Hoehn-Saric R, McLeod DR, Zimmerli WD: Differential effects of alprazolam and imipramine in generalized anxiety disorder: somatic versus psychic symptoms. J Clin Psychiatry 49:293301, 1988

Hogben GL, Cornfield RB: Treatment of traumatic war neurosis with phenelzine. Arch Gen Psychiatry 38:440445, 1981

*Hohagen F, Winkelmann G, Rasche-Rauchle H et al: Combination of behaviour therapy with fluvoxamine in comparison with behaviour therapy and plasebo.British journal of psychiatry

Hollander E, Liebowitz MR, Gorman JM, et al: Cortisol and sodium lactateinduced panic. Arch Gen Psychiatry 46:135140, 1989

Hollander E, DeCaria CM, Schneier FR, et al: Fenfluramine augmentation of serotonin reuptake blockade antiobsessional treatment. J Clin Psychiatry 51:119123, 1990a

Hollander E, Schiffman E, Cohen B, et al: Signs of central nervous system dysfunction in obsessive-compulsive disorder. Arch Gen Psychiatry 47:2732, 1990b

Hollander E, DeCaria C, Gully R, et al: Effects of chronic fluoxetine treatment on behavioral and neuroendocrine responses to meta-chlorophenylpiperazine in obsessive-compulsive disorder. Psychiatry Res 36:117, 1991a

Hollander E, DeCaria C, Nitescu A, et al: Noradrenergic function in obsessive-compulsive disorder: behavioral and neuroendocrine responses to clonidine and comparison to healthy controls. Psychiatry Res 37:161177, 1991b

Hollander E, Liebowitz MR, Rosen WG: Neuropsychiatric and neuropsychological studies in obsessive-compulsive disorder, in The Psychobiology of Obsessive-Compulsive Disorder. Edited by Zohar J, Insel T, Rasmussen S. New York, Springer, 1991c, pp 126145

Hollander E, Mullen L, DeCaria CM, et al: Obsessive-compulsive disorder, depression, and fluoxetine. J Clin Psychiatry 52:418422, 1991d

Hollander E, DeCaria CM, Nitescu A, et al: Serotonergic function in obsessive-compulsive disorder: behavioral and neuroendocrine responses to oral m-chlorophenylpiperazine and fenfluramine in patients and healthy volunteers. Arch Gen Psychiatry 49:2128, 1992

Hollingsworth CE, Tanguay PE, Grossman L, et al: Long-term outcome of obsessive-compulsive disorder in childhood. Journal of the American Academy of Child Psychiatry 19:134144, 1980

Horowitz MJ: Stress-Response Syndromes. New York, Jason Aronson, 1976

Horowitz MJ, Wilner N, Kaltreider N, et al: Signs and symptoms of posttraumatic stress disorders. Arch Gen Psychiatry 37:8892, 1980

Insel TR, Gillin JC, Moore A, et al: The sleep of patients with obsessive-compulsive disorder. Arch Gen Psychiatry 39:13721377, 1982

Insel TR, Murphy DL, Cohen RM, et al: Obsessive-compulsive disorder: a double-blind trial of clomipramine and clorgyline. Arch Gen Psychiatry 40:605612, 1983

Insel TR, Mueller EA, Gillin JC, et al: Biological markers in obsessive-compulsive and affective disorders. J Psychiatr Res 18:407423, 1984

Insel TR, Mueller EA, Alterman I, et al: Obsessive-compulsive disorder and serotonin: is there a connection? Biol Psychiatry 20:11741188, 1985

James IM, Griffith DNW, Pearson RM, et al: Effect of oxprenolol on stage-fright in musicians. Lancet 2:952954, 1977

James IM, Borgoyne W, Savage IT: Effect of pindolol on stress-related disturbances of musical performance: preliminary communication. J R Soc Med 76:194196, 1983

Janet P: Les Obsessions et la Psychasthenie, 2nd Edition. Paris, Bailliere, 1908

Jenike MA, Buttolph L, Baer L, et al: Open trial of fluoxetine in obsessive-compulsive disorder. Am J Psychiatry 146:909911, 1989

Jenike MA, Baer L, Summergrad P, et al: Sertraline in obsessive-compulsive disorder: a double-blind comparison with placebo. Am J Psychiatry 147:923928, 1990a

Jenike MA, Hyman S, Baer L, et al: A controlled trial of fluvoxamine in obsessive-compulsive disorder: implications for a serotonergic theory. Am J Psychiatry 147:12091215, 1990b

Jenike MA, Baer L, Ballantine HT, et al: Cingulotomy for refractory obsessive-compulsive disorder: a long-term follow-up of 33 patients. Arch Gen Psychiatry 48:548555, 1991a

Jenike MA, Baer L, Buttolph L, et al: Buspirone augmentation of fluoxetine in patients with obsessive-compulsive disorder. J Clin Psychiatry 52:1314, 1991b

*Johnson J, Weissman MM, Klerman GL: Panic disorder, comorbidity, and suicide attempts. Arch Gen Psychiatry 47:805-808, 1990

Johnstone EC, Owens DG, Frith CD, et al: Neurotic illness and its response to anxiolytic and antidepressant treatment. Psychol Med 10:231328, 1980

Judd LL: Genel popülasyonda yaygın anksiyete bozukluğunun epidemiyolojisi ve sosyal sonuçları. Ataractica. Sayı:2 istanbul, 1998.

Kahn RJ, McNair DM, Lipman RS, et al: Imipramine and chlordiazepoxide in depressive and anxiety disorders, II: efficacy in anxious outpatients. Arch Gen Psychiatry 43:7985, 1986

*Kantor JS, Zitrin CM and Zeldis SM: Mitral valve prolapse syndrome in agoraphobic patients. Copyright 1980 American Psychiatric Association 0002-953X/80/04/0467/03/

Kardiner A: Traumatic neurosis of war, in American Handbook of Psychiatry, Vol 1. Edited by Arieti S. New York, Basic Books, 1959, pp 245257

Karno M, Golding JM, Sorenson SB, et al: The epidemiology of obsessive-compulsive disorder in five US communities. Arch Gen Psychiatry 45:10941099, 1988

*Katerndahl DA, and Realini JP: Lifetime prevalence of panic states. Am J Psyciatry 150:2, 246-249, february 1993.

*Katon W, Lin E, Korff MV et al: Somatization: a spectrum severitiy. Am J Psyciatry 148:1, 34-40, jenuary 1991.

*Katzelnich DJ, Kobak KA, Greist JH, et al: Sertraline for social phobia: A double-blind, placebo-controlled crossover study. Am J Psyciatry 152:9, 1368-1371, september 1995.

Kauffman CD, Reist C, Djenderedjian A, et al: Biological markers of affective disorders and posttraumatic stress disorder: a pilot study with desipramine. J Clin Psychiatry 48:366367, 1987

Kehl PA, Marks IM: Neurological factors in obsessive-compulsive disorder: two case reports and a review of the literature. Br J Psychiatry 149:315319, 1986

Kelly DD: The role of endorphins in stress-induced analgesia. Ann N Y Acad Sci 398:260271, 1982

Kenardy J, Fried L, Kraemer HC, et al: Psychological precursors of panic attacks. Br J Psychiatry 160:668-673, 1992

 

Kendler KS, Neale MC, Kessler RC, et al: Generalized anxiety disorder in women: a population-based twin study. Arch Gen Psychiatry 49:267272, 1992a

Kendler KS, Neale MC, Kessler RC, et al: The genetic epidemiology of phobias in women: the interrelationship of agoraphobia, social phobia, situational phobia, and simple phobia. Arch Gen Psychiatry 49:273281, 1992b

Kinzie JD, Leung P: Clonidine in Cambodian patients with posttraumatic stress disorder. J Nerv Ment Dis 177:546550, 1989

Kleber RJ: A double-blind comparative study of desipramine hydrochloride and diazepam in the control of mixed anxiety/depression symptomatology. J Clin Psychiatry 40:165170, 1979

Klein DF: Delineation of two drug responsive anxiety syndromes. Psychopharmacologia 5:397408, 1964

Klein DF: Anxiety reconceptualized, in Anxiety: New Research and Changing Concepts. Edited by Klein DF, Rabkin JG. New York, Raven Press, 1981, pp 235263

Klein DF: False suffocation alarms, spontaneous panics, and related conditions: an integrative hypothesis. Arch Gen Psychiatry 50:306317, 1993

*Klein DF: Treatment of panic disorder, agoraphobia, and social phobia. Clin Neuropharmacol., vol 18, suppl. 2.pp:45-51 1995

*Klein DF, Zitrin CM, Woerner MG, et al: Treatment of phobias, II: behavior therapy and supportive psychotherapy: are there any specific ingredients? Arch Gen Psychiatry 40:139145, 1983

Klein M: A contribution to the theory of anxiety and guilt. Int J Psychoanal 29:114123, 1948

Knesevich JW: Successful treatment of obsessive-compulsive disorder with clonidine hydrochloride. Am J Psychiatry 139:364365, 1982

Kolb LC: A neuropsychological hypothesis explaining posttraumatic stress disorders. Am J Psychiatry 144:989995, 1987

Kolb LC, Burris BC, Griffiths S: Propranolol and clonidine in treatmen of the chronic post-traumatic stress disorders of war, in Post-Traumatic Stress Disorder: Psychological and Biological Sequelae. Edited by van der Kolk BA. Washington, DC, American Psychiatric Press, 1984, pp 97105

Kosten TR, Mason JW, Giller EL, et al: Sustained urine norepinephrine and epinephrine elevation in PTSD. Psychoneuroendocrinology 12:1320, 1987

Krishnan G: Oxprenolol in the treatment of examination nerves. Scott Med J 36:4756, 1975

Krope P, Kohrs A, Ott H, et al: Evaluating mepindolol in a test model of examination anxiety in students. Pharmacopsychiatria 15:4147, 1982

Krystal H: Massive Psychic Trauma. New York, International Universities Press, 1968

*Kushner MG, Thomas AM, Bartels KM, et al: Panic disorder history in the families of patients with angiographically normal coronary arteries. Am J Psychiatry 149:1563-1567, november, 1992

Lader ML: Yaygın anksiyete bozukluğu tedavisinin doğası ve süresi. Ataractica. Sayı:4 İstanbul, 1998.

Lecrubier Y:Sosyal fobinin epidemiyolojisi ve morbiditesi.10th ECNP,Vienna, Austria Uydu sempozyumu,13 Eylül 1997 Özetler, sayfa 3-6, Novartis, İstanbul, 1998

Lelliott P, Marks I, McNamee G, et al: Onset of panic disorder with agoraphobia: toward an integrated model. Arch Gen Psychiatry 46:10001004, 1989

Leonard HL, Swedo SE, Rapoport JL, et al: Treatment of obsessive-compulsive disorder with clomipramine and desipramine in children and adolescents: a double-blind crossover comparison. Arch Gen Psychiatry 46:10881092, 1989

*Lepine JP and Lellouch J: Diagnosis and epidemiology of agoraphobia and social phobia. Clin Neuropharmacol., vol 18, suppl. 2.pp:15-26 1995

Leonard HL, Swedo SE, Lenane MC, et al: A double-blind desipramine substitution during long-term clomipramine treatment in children and adolescents with obsessive-compulsive disorder. Arch Gen Psychiatry 48:922927, 1991

Lesch KP, Hoh A, Disselkamp-Tietze J, et al: 5-Hydroxytryptamine1A receptor responsivity in obsessive-compulsive disorder: comparison of patients and controls. Arch Gen Psychiatry 48:540547, 1991

*Lesser IM, Lydiard RB, Antal E, et al: Alprazolam Plasma Concentrations and treatment response in panic disorder and agoraphobia. Am J Psychiatry 149:1556-1562, november, 1992

Lewin W: Selective leukotomy: a review, in Surgical Approaches in Psychiatry. Edited by Laitinen LV, Livingston K. UK, Medical and Technical Publishing Company, 1973, pp 6973

Liden S, Gottfries CG: Beta-blocking agents in the treatment of catecholamine-induced symptoms in musicians. Lancet 2:529, 1974

Liebowitz MR, Fyer AJ, McGrath P, et al: Clonidine treatment of panic disorder. Psychopharmcol Bull 17(3):122123, 1981

Liebowitz MR, Fyer AJ, Gorman JM, et al: Lactate provocation of panic attacks, I: clinical and behavioral findings. Arch Gen Psychiatry 41:764770, 1984a

Liebowitz MR, Quitkin FM, Stewart JW, et al: Phenelzine v imipramine in atypical depression: a preliminary report. Arch Gen Psychiatry 41:669677, 1984b

Liebowitz MR, Gorman JM, Fyer AJ, et al: Lactate provocation of panic attacks, II: biochemical and physiological findings. Arch Gen Psychiatry 42:709719, 1985a

Liebowitz MR, Gorman JM, Fyer AJ, et al: Social phobia: review of a neglected anxiety disorder. Arch Gen Psychiatry 42:729736, 1985b

Liebowitz MR, Hollander E, Schneier F, et al: Fluoxetine treatment of obsessive-compulsive disorder: an open clinical trial. J Clin Psychopharmacol 9:423427, 1989

Liebowitz MR, Schneier F, Campeas R, et al: Phenelzine vs atenolol in social phobia: a placebo-controlled comparison. Arch Gen Psychiatry 49:290300, 1992

Lindy JD, Grace MC, Green BL: Building a conceptual bridge between civilian trauma and war trauma: preliminary psychological findings from a clinical sample of Vietnam veterans, in Post-Traumatic Stress Disorder: Psychological and Biological Sequelae. Edited by van der Kolk BA. Washington, DC, American Psychiatric Press, 1984, pp 4457

Lipper S: Carbamazepine in the treatment of posttraumatic stress disorder: implications for the kindling hypothesis, in Posttraumatic Stress Disorder: Etiology, Phenomenology, and Treatment. Edited by Wolf ME, Mosnaim AD. Washington, DC, American Psychiatric Press, 1990, pp 184203

Lipper S, Davidson JRT, Grady TA, et al: Preliminary study of carbamazepine in post-traumatic stress disorder. Psychosomatics 27:849854, 1986

Lum LC: Hyperventilation and anxiety states. J R Soc Med 74:14, 1981

Luxenberg JS, Swedo SE, Flament MF, et al: Neuroanatomical abnormalities in obsessive-compulsive disorder detected with quantitative X-ray computed tomography. Am J Psychiatry 145:10891093, 1988

Lydiard RB: Sosyal fobi tedavisinin gözden geçirilmesi. 10th ECNP,Vienna, Austria Uydu sempozyumu,13 Eylül 1997 Özetler, sayfa 3-6, Novartis, İstanbul, 1998

Maier SF, Seligman ME: Learned helplessness: theory and evidence. J Exp Psychol 105:346, 1976

Maier SF, Dovies S, Gran JW: Opiate antagonists and long-term analgesic reaction induced by inescapable shock in rats. Journal of Comparative and Physiological Psychology 94:11721183, 1980

Markowitz JS, Weissman MM, Ouellette R, et al: Quality of life in panic disorder. Arch Gen Psychiatry 46:984992, 1989

Marks IM: Fears and Phobias. New York, Academic, 1969

Marks IM, Gelder MG: Different ages on onset in varieties of phobia. AmJ Psychiatry 123:218221, 1966

Marks IM, Hodgson R, Rachman S: Treatment of chronic obsessive-compulsive neurosis by in vivo exposure: a two-year follow-up and issues in treatment. Br J Psychiatry 127:349364, 1975

Marks IM, Stern RS, Mawson D, et al: Clomipramine and exposure for obsessive-compulsive rituals, I. Br J Psychiatry 136:125, 1980

Marks IM, Gray S, Cohen D, et al: Imipramine and brief therapist-aided exposure in agoraphobics having self-exposure homework. Arch Gen Psychiatry 40:153162, 1983

Marks IM, Lelliott P, Basoglu M, et al: Clomipramine, self-exposure and therapist-aided exposure for obsessive-compulsive rituals. Br J Psychiatry 152:522534, 1988

Marks IM, Swinson R P, Basoglu M, et al: Alprazolam and exposure alone and combined in panic disorder with agoraphobia. Acontrolled study in london and Toronto. Br J Psychiatry 162:776-787, 1993

Marshall JR: The treatment of night terrors associated with posttraumatic syndrome. Am J Psychiatry 132:293295, 1975

Mason JW, Giller EL, Kosten TR, et al: Urinary free-cortisol levels in posttraumatic stress disorder patients. J Nerv Ment Dis 174:145149, 1986

Mason JW, Giller EL, Kosten TR, et al: Elevation of urinary norepinephrine/cortisol ratio in posttraumatic stress disorder. J Nerv Ment Dis 176:498502, 1988

Mason ST, Fibiger HC: Anxiety: the locus ceruleus disconnection. Life Sci 25:21412147, 1979

Mattes J: More on panic disorder and mitral valve prolapse (letter). Am J Psychiatry 138:1130, 1981

Mattick RP, Peters L, Clarke JC: Exposure and cognitive restructuring for social phobia: a controlled study. Behavior Therapy 20:323, 1989

Mavissakalian M, Michelson L: Agoraphobia: relative and combined effectiveness of therapist-assisted in vivo exposure and imipramine. J Clin Psychiatry 47:117122, 1986a

Mavissakalian M, Michelson L: Two-year follow-up of exposure and imipramine treatment of agoraphobia. Am J Psychiatry 143:11061112, 1986b

Mavissakalian M, Perel JM: Imipramine dose-response relationship in panic disorder with agoraphobia: preliminary findings. Arch Gen Psychiatry 46:127131, 1989

Mavissakalian M, Perel JM: Clinical experiments in maintenance and discontinuation of imipramine therapy in panic disorder with agoraphobia. Arch Gen Psychiatry 49:318323, 1992

Mavissakalian M, Perel JM, Bowler K, et al: Trazodone in the treatment of panic disorder and agoraphobia with panic attacks. Am J Psychiatry 144:785787, 1987

McDougle CJ, Goodman WK, Price LH, et al: Neuroleptic addition in fluvoxamine-refractory obsessive-compulsive disorder. Am J Psychiatry 147:652654, 1990

McDougle CJ, Southwick SM, Charney DS, et al: An open trial of fluoxetine in the treatment of posttraumatic stress disorder. J Clin Psychopharmacol 11:325327, 1991

McFarlane AC: The aetiology of post-traumatic morbidity: predisposing, precipitating and perpetuating factors. Br J Psychiatry 154:221228, 1989

McFarlane AC: Vulnerability to posttraumatic stress disorder, in Posttraumatic Stress Disorder: Etiology, Phenomenology, and Treatment. Edited by Wolf ME, Mosnaim AD. Washington, DC, American Psychiatric Press, 1990, pp 220

McKeon J, McGuffin P, Robinson P: Obsessive-compulsive neurosis following head injury: a report of four cases. Br J Psychiatry 144:190192, 1984

McNair DM, Kahn RJ: Imipramine compared with a benzodiazepine for agoraphobia, in Anxiety: New Research and Changing Concepts. Edited by Klein DF, Rabkin JG. New York, Raven, 1981, pp 6980

Michels R, Frances A, Shear MK: Psychodynamic models of anxiety, in Anxiety and the Anxiety Disorders. Edited by Tuma AH, Maser JD. Hillsdale, NJ, Lawrence Erlbaum, 1985, pp 595618

Michelson L, Marchione K, Greenwald M, et al: Panic disorder: cognitive-behavioral treatment. Behav Res Ther 28:141151, 1990

Montogomery SA: Tanı ikilemleri ve sosyal fobiyi tedavi etme gereksinimi. 10th ECNP,Vienna, Austria Uydu sempozyumu,13 Eylül 1997 Özetler, sayfa 3-6, Novartis, İstanbul, 1998

Mountjoy CQ, Roth M, Garside RF, et al: A clinical trial of phenelzine in anxiety depressive and phobic neuroses. Br J Psychiatry 131:486492, 1977

Munjack DJ, Rebal R, Shaner R, et al: Imipramine versus propranolol for the treatment of panic attacks: a pilot study. Compr Psychiatry 26:8089, 1985

Nagy LM, Krystal JH, Woods SW, et al: Clinical and medication outcome after short-term alprazolam and behavioral group treatment in panic disorder: 2.5-year naturalistic follow-up study. Arch Gen Psychiatry 46:993999, 1989

Nemiah JC: A psychoanalytic view of phobias. Am J Psychoanal 41:115120, 1981

Nemiah JC: The psychodynamic view of anxiety: an historical approach, in Handbook of Anxiety, Vol 1. Edited by Roth M, Noyes R, Burrows GD. Amsterdam, Elsevier, 1988, pp 277303

Noyes R Jr, Clarkson C, Crow RR, et al: A family study of generalized anxiety disorder. Am J Psychiatry 144:10191024, 1987

Noyes R Jr, Garvey MJ, Cook BL: Follow-up study of patients with panic disorder and agoraphobia with panic attacks treated with tricyclic antidepressants. J Affect Disord 16:249257, 1989

Noyes R Jr, Reich JH, Christiansen J, et al: Outcome of panic disorder: relationship to diagnostic subtypes and comorbidity. Arch Gen Psychiatry 47:809818, 1990

Noyes R Jr, Reich JH, Suelzer M, et al: Personality traits associated with panic disorder: change associated with treatment. Compr Psychiatry 32:283294, 1991

Nutt DJ: Altered central a2-adrenoreceptor sensitivity in panic disorder. Arch Gen Psychiatry 46:165169, 1989

Nutt DJ, Glue P, Lawson C, et al: Flumazenil provocation of panic attacks: evidence for altered benzodiazepine receptor sensitivity in panic disorder. Arch Gen Psychiatry 47:917925, 1990

Ost LG: Age of onset of different phobias. J Abnorm Psychol 96:223229, 1987

*Öner N: Türkiyede Kullanılan Psikolojik Testler. Boğaziçi Üniversitesi Yayınları.. İstanbul, 1996.

Pacella BL, Polatin P, Nagler SH: Clinical and EEG studies in obsessive-compulsive states. Am J Psychiatry 100:830838, 1944

Pato MT, Zohar-Kadouch R, Zohar J, et al: Return of symptoms after discontinuation of clomipramine in patients with obsessive-compulsive disorder. Am J Psychiatry 145:15211525, 1988

Pato MT, Pigott TA, Hill JL, et al: Controlled comparison of buspirone and clomipramine in obsessive-compulsive disorder. Am J Psychiatry 148:127129, 1991

Pauls DL, Towbin KE, Leckman JF, et al: Gilles de la Tourette’s and obsessive-compulsive disorder: evidence supporting a genetic relationship. Arch Gen Psychiatry 43:11801182, 1986

Pavlov IP: Conditional Reflexes: An Investigation of the Physiological Activity of the Cerebral Cortex (1927). Edited by Anrep GV. New York, Bover, 1960

Pecknold JC, Swinson RP, Kuch K, et al: Alprazolam in panic disorder and agoraphobia: results from a multicenter trial, III: discontinuation effects. Arch Gen Psychiatry 45:429436, 1988

Perry BD, Giller EL Jr, Southwick SM: Altered plasma a2-adrenergic binding sites in posttraumatic stress disorder (letter). Am J Psychiatry 144:15111512, 1987

Perse TL, Greist JH, Jefferson JW, et al: Fluvoxamine treatment of obsessive-compulsive disorder. Am J Psychiatry 144:15431548, 1987

*Persons JB: Cognitive therapy in practice. A case formulation approach. W.W. Norton& Company New York, 1989.

Pigott TA, Pato MT, Bernstein SE, et al: Controlled comparisons of clomipramine and fluoxetine in the treatment of obsessive-compulsive disorder: behavioral and biological results. Arch Gen Psychiatry 47:926932, 1990

Pigott TA, Pato MT, L’Heureux F, et al: A controlled comparison of adjuvant lithium carbonate or thyroid hormone in clomipramine-treated patients with obsessive-compulsive disorder. J Clin Psychopharmacol 11:242248, 1991

Pigott TA, Hill JL, L’Heureux, et al: A comparison of the behavioral effects of oral versus intravenous m-CPP administration in OCD patients and the effect of metergoline prior to iv m-CPP. Biol Psychiatry 33:314, 1993

Pitman RK, Orr SP, Forgue DF, et al: Psychophysiologic assessment of post-traumatic stress disorder imagery in Vietnam combat veterans. Arch Gen Psychiatry 44:970975, 1987

Pitman RK, van der Kolk BA, Orr SP, et al: Naloxone-reversible analgesic response to combat-related stimuli in posttraumatic stress disorder: a pilot study. Arch Gen Psychiatry 47:541544, 1990

Pitts FN, McClure JN: Lactate metabolism in anxiety neurosis. N Engl J Med 277:13291336, 1967

Quitkin F, Babkin J: Hidden psychiatric diagnosis in the alcoholic, in Alcoholism and Clinical Psychiatry. Edited by Soloman J, New York, Plenum, 1982, pp 129140

Rachman SJ, Hodgson RJ: Obsessions and Compulsions. Englewood Cliffs, NJ, Prentice-Hall, 1980

Rainey JM Jr, Pohl RB, Williams M, et al: A comparison of lactate and isoproterenol anxiety states. Psychopathology 17 (suppl 1):7482, 1984

Rainey JM Jr, Aleem A, Ortiz A, et al: Laboratory procedure for the inducement of flashbacks. Am J Psychiatry 144:13171319, 1987

Rani RS, Drummond LM: Obsesif Kompulsif Bozukluk. Teşhis ve tedavide güncel yaklaşımlar. Psikiyatri. Editör:Neil Holden. Yayına Hazırlayan:Doç. Dr. Mine Özmen. Sayfa:10-11 Bonus Yayıncılık. İstanbul. 1998

Rapoport J[L], Elkins R, Langer DH, et al: Childhood obsessive-compulsive disorder. Am J Psychiatry 138:15451554, 1981

Raskin M, Peeke HVS, Dickman W, et al: Panic and generalized anxiety disorders: developmental antecedents and precipitants. Arch Gen Psychiatry 39:687689, 1982

Rasmussen SA: Lithium and tryptophan augmentation in clomipramine-resistant obsessive-compulsive disorder. Am J Psychiatry 141:12831285, 1984

Rasmussen SA, Tsuang MT: Clinical characteristics and family history in DSM-III obsessive compulsive disorder. Am J Psychiatry 143:317322, 1986

Redmond DE Jr: New and old evidence for the involvement of a brain norepinephrine system in anxiety, in Phenomenology and Treatment of Anxiety. Edited by Fann WE, Karacan I, Pokorny AD, et al. New York, Spectrum, 1979, pp 153203

Regier DA, Boyd JH, Burke JD Jr, et al: One-month prevalence of mental disorders in the United States, based on five Epidemiologic Catchment Area sites. Arch Gen Psychiatry 45:977986, 1988

Reich J, Noyes R, Yates W: Anxiety symptoms distinguishing social phobia from panic and generalized anxiety disorders. J Nerv Ment Dis 176:510513, 1988

Reist C, Kauffmann CD, Haier RJ, et al: A controlled trial of desipramine in 18 men with posttraumatic stress disorder. Am J Psychiatry 146:513516, 1989

Rickels K: Benzodiazepin bağımlılığı: anlaşılması ve tedavisi. Ataractica sayı:4 İstanbul, 1998.

Rickels K, Csanalosi I, Chung HR, et al: Amitriptyline in anxious-depressed outpatients: a controlled study. Am J Psychiatry 131:2530, 1974

Rickels K, Schweizer E, Csanalosi I, et al: Long-term treatment of anxiety and risk of withdrawal: prospective comparison of clorazepate and buspirone. Arch Gen Psychiatry 45:444450, 1988

Roy-Byrne PP, Cowley DS, Greenblatt DJ, et al: Reduced benzodiazepine sensitivity in panic disorder. Arch Gen Psychiatry 47:534538, 1990

Salkovskis PM, Jones DRO, Clark DM: Respiratory control in the treatment of panic attacks: replication and extension with concurrent measurement of behaviour and pCO2. Br J Psychiatry 148:526532, 1986

Salkovskis PM, Westbrook D: Behaviour therapy and obsessional ruminations: can failure be turned into success? Behav Res Ther 27:149160, 1989

Salzman L: Comments on the psychological treatment of obsessive-compulsive patients, in Obsessive-Compulsive Disorder: Psychological and Pharmacological Treatment. Edited by Mavissakalian M, Turner SM, Michelson L. New York, Plenum, 1985, pp 155165

Sanderson WC, Rapee RM, Barlow DH: The influence of an illusion of control on panic attacks induced via inhalation of 5.5% carbon dioxideenriched air. Arch Gen Psychiatry 46:157162, 1989

*Savrun M: Mitral valv prolapsuslu hastalarda panik bozukluğu sıklığı. İstanbul Üniversitesi Cerrahpaşa Tıp Fakültesi Psikiyatri Ana Bilim Dalı Yayınlanmamış Uzmanlık Tezi. İstanbul, 1994.

Schilder P: The organic background of obsessions and compulsions. Am J Psychiatry 94:13971416, 1938

Schneier FR, Johnson J, Hornig CD, et al: Social phobia: comorbidity and morbidity in an epidemiologic sample. Arch Gen Psychiatry 49:282288, 1992

Schweizer E, Rickels K, Lucki I: Resistance to the anti-anxiety effect of buspirone in patients with a history of benzodiazepine use. N Engl J Med 314:719720, 1986

Scott JP: Effects of psychotropic drugs on separation distress in dogs, in Proceedings of the IX Congress of Neuropsychopharmacology, Amsterdam, Exerpta Medica, 1975, pp 735745

Scrignar CB: Post-Traumatic Stress Disorder: Diagnosis, Treatment, and Legal Issues. New York, Praeger, 1984

Seligman ME: Phobias and preparedness. Behavior Therapy 2:307320, 1971

Shammas E: Controlled comparison of bromazepam, amitriptyline, and placebo in anxiety-depressive neurosis. Diseases of the Nervous System 38:201207, 1977

Shay J: Fluoxetine reduces explosiveness and elevates mood of Vietnam combat vets with PTSD. Journal of Traumatic Stress 5:97101, 1992

Sheehan DV, Ballenger J, Jacobsen G: Treatment of endogenous anxiety with phobic, hysterical, and hypochondriacal symptoms. Arch Gen Psychiatry 37:5159, 1980

Siever LJ, Insel TR, Jimerson DC, et al: Blunted growth hormone response to clonidine in obsessive-compulsive patients. Br J Psychiatry 142:184187, 1983

Silver JM, Sandberg DP, Hales RE, et al: New approaches in the pharmacotherapy of posttraumatic stress disorder. J Clin Psychiatry 51 (suppl 10):3338, 1990

Skolnick P, Paul SM: Benzodiazepine receptors in the central nerous system. Int Rev Neurobiol 23:103140, 1982

Smith MA, Davidson J, Ritchie JC, et al: The corticotropin releasing hormone test in patients with posttraumatic stress disorder. Biol Psychiatry 26:349355, 1989

Solyom C, Solyom K, LaPierre Y, et al: Phenelzine and exposure in the treatment of phobias. Biol Psychiatry 16:239247, 1981

Solyom L, Heseltine GFD, McClure DJ, et al: Behavior therapy versus drug therapy in the treatment of phobic neurosis. Can J Psychiatry 18:2532, 1973

*Sorias S, Saygılı R, Elbi H, ve ark. (1990) DSM III-R Yapılandırılmış Klinik Görüşmesi türkçe Versiyonu (SCID) kullanım kılavuzu. Ege Üniversitesi Yayınevi, İzmir.

Southwick SM, Krystal JH, Charney DS: Yohimbine and m-chloro-phenyl-piperazine in PTSD, in New Research Program and Abstracts, 144th annual meeting of the American Psychiatric Association, NR348, 1991, pp 131132

Spiegel D, Cardeña E: Dissociative mechanisms in posttraumatic stress disorder, in Posttraumatic Stress Disorder: Etiology, Phenomenology, and Treatment. Edited by Wolf ME, Mosnaim AD. Washington, DC, American Psychiatric Press, 1990, pp 2234

Starkman MN, Cameron OG, Nesse RM, et al: Peripheral catecholamine levels and the symptoms of anxiety: studies in patients with and without pheochromocytoma. Psychosom Med 52:129142, 1990

Stein MB: Sosyal Fobinin depresyon ve diğer anksiyete bozukluklarıyla birlikte görülmesi. 10th ECNP,Vienna, Austria Uydu sempozyumu,13 Eylül 1997 Özetler, sayfa 6-8, Novartis, İstanbul, 1998

 

Steketee GS, Foa EB, Grayson JB: Recent advances in the behavioral treatment of obsessive-compulsives. Arch Gen Psychiatry 39:13651371, 1982

Sunar B, Erengin Nurdan: Anksiyete bozukluklarının psikofarmakolojik tedavilerindeki yenilikler.Hipokrat 74:46-49, İstanbul , Ağustos, 1998.

Suomi SJ, Seaman SF, Lewis JK, et al: Effects of imipramine treatment of separation-induced social disorders in rhesus monkeys. Arch Gen Psychiatry 35:321325, 1978

Swedo SE: Rituals and releasers: an ethological model of obsessive-compulsive disorder, in Obsessive-Compulsive Disorder in Children and Adolescents. Edited by Rapoport JL. Washington, DC, American Psychiatric Press, 1989, pp 269288

Swedo SE, Rapoport JL, Cheslow DL, et al: Increased incidence of obsessive-compulsive symptoms in patients with Sydenham’s chorea. Am J Psychiatry 146:246249, 1989a

Swedo SE, Rapoport JL, Leonard H, et al: Obsessive-compulsive disorder in children and adolescents: clinical phenomenology of 70 consecutive cases. Arch Gen Psychiatry 46:335341, 1989b

Swedo SE, Schapiro MB, Grady CL, et al: Cerebral glucose metabolism in childhood-onset obsessive-compulsive disorder. Arch Gen Psychiatry 46:518523, 1989c

Swedo SE, Leonard HL, Kruesi MJP, et al: Cerebrospinal fluid neurochemistry in children and adolescents with obsessive-compulsive disorder. Arch Gen Psychiatry 49:2936, 1992a

Swedo SE, Pietrini P, Leonard HL, et al: Cerebral glucose metabolism in childhood-onset obsessive-compulsive disorder: revisualization during pharmacotherapy. Arch Gen Psychiatry 49:690694, 1992b

Telch MJ, Agras WG, Taylor CM, et al: Combined pharmacological and behavioral treatment for agroaphobia. Behav Res Ther 23:325335, 1985

Thorén P, Åsberg M, Bertilsson L, et al: Clomipramine treatment of obsessive-compulsive disorder, II: biochemical aspects. Arch Gen Psychiatry 37:12891294, 1980a

Thorén P, Åsberg M, Cronholm B, et al: Clomipramine treatment of obsessive-compulsive disorder, I: a controlled clinical trial. Arch Gen Psychiatry 37:12811285, 1980b.

Tonguç D: Panik bozuklukta semptom dağılımı ve sosyodemografik faktörlerle ilişkisi. İstanbbul Üniversitesi Cerrahpaşa Tıp Fakültesi Psikiyatri Ana Bilim Dalı Yayınlanmamış Uzmanlık Tezi. İstanbul, 1994

Torgersen S: Genetic factors in anxiety disorders. Arch Gen Psychiatry 40:10851089, 1983

Towey J, Bruder G, Hollander E, et al: Endogenous event-related potentials in obsessive-compulsive disorder. Biol Psychiatry 28:9298, 1990

Tyrer P, Candy J, Kelly D: A study of the clinical effects of phenelzine and placebo in the treatment of phobic anxiety. Psychopharmacology (Berlin) 32:237254, 1973

Tyrer P: Panik ve yaygın anksiyete bozukluğu. Teşhis ve tedavide güncel yaklaşımlar. Psikiyatri. Editör:Neil Holden. Yayına Hazırlayan:Doç. Dr. Mine Özmen. Sayfa:12-13 Bonus Yayıncılık. İstanbul. 1998

 

Uhde TW, Stein MB, Vittone BJ, et al: Behavioral and physiologic effects of short-term and long-term administration of clonidine in panic disorder. Arch Gen Psychiatry 46:170177, 1989

van der Kolk BA: Psychopharmacological issues in posttraumatic stress disorder. Hosp Community Psychiatry 34:683691, 1983

van der Kolk BA: The role of the group in the origin and resolution of the trauma response, in Psychological Trauma. Edited by van der Kolk BA. Washington, DC, American Psychiatric Press, 1987a, pp 153171

van der Kolk BA: The separation cry and the trauma response: developmental issues in the psychobiology of attachment and separation, in Psychological Trauma. Edited by van der Kolk BA. Washington, DC, American Psychiatric Press, 1987b, pp 3162

van der Kolk BA: The trauma spectrum: the interaction of biological and social events in the genesis of the trauma response. Journal of Traumatic Stress 1:273290, 1988

van der Kolk BA: The compulsion to repeat the trauma: reenactment, revictimization, and masochism. Psychiatr Clin North Am 12:389411, 1989

van der Kolk BA, Saporta J: The biological response to psychic trauma: mechanisms and treatment of intrusion and numbing. Anxiety Research 4:199212, 1991

van der Kolk BA, van der Hart O: Pierre Janet and the breakdown of adaptation in psychological trauma. Am J Psychiatry 146:15301540, 1989

van der Kolk BA, Boyd H, Krystal J, et al: Post-traumatic stress disorder as a biologically based disorder: implications of the animal model of inescapable shock, in Post-Traumatic Stress Disorder: Psychological and Biological Sequelae. Edited by van der Kolk BA. Washington, DC, American Psychiatric Press, 1984, pp 123134

van der Kolk BA, Perry JC, Herman JL: Childhood origins of self-destructive behavior. Am J Psychiatry 148:16651671, 1991

Versiani M, Mundim FD, Nardi AE, et al: Tranylcypromine in social phobia. J Clin Psychopharmacol 8:279283, 1988

Warneke LB: Intravenous chlorimipramine in the treatment of obsessional disorder in adolescence: case report. J Clin Psychiatry 46:100103, 1985

Weissmann MM, Canino GJ, Greenwald S, et al: Current rates and symptom profiles of panic disorder in six cross-national studies. Clin Neuropharmacol., vol 18, suppl. 2.pp:1-6 1995

Weissmann MM, Leckman JF, Merikangas KR, et al: Depression and anxiety disorders in parents and children. Arch Gen Psychiatry 41:845852, 1984

Weissman MM, Markowitz JS, Ouellette R, et al: Panic disorder and cardiovascular/cerebrovascular problems: results from a community survey. Am J Psychiatry 147:15041508, 1990

Welner A, Reich T, Robins E, et al: Obsessive-compulsive neurosis: record, family, and follow-up studies. Compr Psychiatry 17:527539, 1976

Westphal K: Ueber Zwangsverstellungen [obsessional thoughts]. Arch Psychiatr Neurol 8:734750, 1878 Wise SP, Rapoport JL: Obsessive-compulsive disorder: is it a basal ganglia dysfunction?, in Obsessive-Compulsive Disorder in Children and Adolescents. Edited by Rapoport JL. Washington, DC, American Psychiatric Press, 1989, pp 327344

Wlazlo Z, Schroeder-Hartwig K, Hand I, et al: Exposure in vivo vs social skills training for social phobia: long-term outcome and differential effects. Behav Res Ther 28:181193, 1990

Wolf ME, Alavi A, Mosnaim AD: Posttraumatic stress disorder in Vietnam veterans, clinical and EEG findings: possible therapeutic effects of carbamazepine. Biol Psychiatry 23:642644, 1988

Woodruff R, Pitts FN Jr: Monozygotic twins with obsessional illness. Am J Psychiatry 120:10751080, 1964

Zitrin CM, Klein DF, Woerner MG: Treatment of agoraphobia with group exposure in vivo and imipramine. Arch Gen Psychiatry 37:6372, 1980

Zitrin CM, Klein DF, Woerner MG, et al: Treatment of phobias, I: comparison of imipramine hydrochloride and placebo. Arch Gen Psychiatry 40:125138, 1983

Zohar J, Insel TR: Obsessive-compulsive disorder: psychobiological approaches to diagnosis, treatment, and pathophysiology. Biol Psychiatry 22:667687, 1987

Zohar J, Mueller EA, Insel TR, et al: Serotonergic responsivity in obsessive-compulsive disorder: comparison of patients and healthy controls. Arch Gen Psychiatry 44:946951, 1987

Zohar J, Insel TR, Zohar-Kadouch RC, et al: Serotonergic responsivity in obsessive-compulsive disorder: effects of chronic clomipramine treatment. Arch Gen Psychiatry 45:167172, 1988

 

Bu makale “Ulusal Psikiyatri Kongresi ve Uluslar arası Kros-Kültürel Psikiyatri Uydu Sempozyumu 06-12 EYLÜL 1999 Trabzon TÜRKİYE özet kitabı Sayfa: 67. KTÜ Tıp Fakültesi Psikiyatri Ana Bilim Dalı, Türkiye Psikiyatri Derneği, Karadeniz Ruh Sağlığı Derneği”

 

Bu çalışma sözel bildiri olarak sunulmuştur.

 

[1] Azerbaycan Tıp Üniversitesi Psikiyatri Ana Bilim Dalı Öğretim Üyesi

[2] Azerbaycan Tıp Üniversitesi Psikiyatri Ana Bilim Dalı Öğretim Üyesi

ANKSİYETE BOZUKLUKLARINDA YOĞUNLAŞTIRILMIŞ PSİKOTERAPİ SÜRECİNİN SONUÇLARININ DEĞERLENDİRİLMESİ

ANKSİYETE BOZUKLUKLARINDA YOĞUNLAŞTIRILMIŞ PSİKOTERAPİ SÜRECİNİN SONUÇLARININ DEĞERLENDİRİLMESİ

Uz. Dr. Tahir Özakkaş[1], Prof. Dr. Nadir İsmayılov[2]

Bu çalışmada; DSM III-R ‘a göre Anksiyete bozuklukları grubuna giren 120 hasta üzerinde çalışıldı. Hastalar 10 günlük yoğun ve altı aylık haftalık psikoterapi proğramına alındılar ve iki yıllık da uzak dönem takipleri yapıldı.Bu süreç içinde hastaların yoğun psikoterapiden sonraki durumları çeşitli parametrelerle değerlendirildi. Kontrol grubu olarak iki görüşmeyi tamamlamış aynı grupta 120 hasta alındı.

Materyal: DSM III-R’a göre Anksiyete Bozukluğu grubuna giren a)Fobi’ler b)Obsessif Kompulsif Bozukluk c) Yaygın Anksiyete Bozukluğu ve diğerleri gruplarına ayrılan 120 hasta, her bir kümede 40 hasta olmak üzere üç gruba bölünerek polikiliniğimize müracaat sırasına göre psikoterapiye alındılar. Hastalar Özel Psikiyatri polikliniğine 1996-1999 yılları arasında müracaat eden hastalardı. Hastaların %47’i kadın, %53’ü erkekti. Yaş ortalaması 32 (SD:2.3)

 

Metod: Anksiyete bozukluğu teşhisi DSMIII-R’ göre kondu. İçgörü yönelimli dinamik psikoterapi ile Kognitif-Davranışşı psikoterapi yöntemleri eklektik olarak uygulandı. Hastalara tarafımızdan yapılandırılmış her biri 90 dakikalık seansları içeren 20 seans birisi sabah birisi öğleden sonra olmak üzere on gün (Bazı hastalara 15 gün) içerisinde hastalara uygulandı. Bu yoğun terapi dönemine hucum tedavisi ismini verdik. Ardından 6 aylık idame tedavisi azami haftada bir olmak üzere çeşitli görüşme intervalleri ile uygulandı ve tedavi proğramı bitirildi. Hastalardaki relapsları takip etmek açısından hastalar iki yıl daha uzaktan takibe alındılar ve dosyalarına not düşüldü. Kontrol grubu olarak da aynı psikoterapik yaklaşımla tedaviye aldığımız aynı teşhisi taşıyan, ancak haftada bir gördüğümüz hastalarımız alındı. Biz bu makalede 10-15 gün içinde uyguladığımız hucum tedavisinin sonuçlarını tartışmayı amaçladık. Psikometrik testler hastanın ilk geldiği gün ile hucum tedavisinin bittiği son gün uygulandı. Aynı testler aynı sürede kontrol grubuna da uygulandı. Hastalara uygulanan testler : İşlevselliğin Genel değerlendirme Skalası (İGDS),Fobi Skalası (FS), Anlık Kaygı Skalası (AKS), Sürekli Kaygı Skalası (SKS), Yale-Brown Obsessif-Kompulsif Ölçü Skalası (YB-OKS), Hamilton Depresyon Skalası (HDS)’dır. Elde edilen veriler, veri kodlama kağıdına geçirildikten sonra kompütere yüklenmiştir. Bu bilgiler EPI 5 programı ile tablolandırılmıştır. Tablo haline getirilen bu veriler, yine aynı kompüter programı vasıtası ile istatiksel analize tabi tutulmuştur. Gerekli yerlerde istatiksel analiz için, Khi kare, t-student, varyans analizi, Fisher ve Yartes düzeltmeleri yapılmıştır.

 

Sonuçlar: Anksiyete bozukluğu gruplarında uygulanan 20 seanslık hucum tedavisinin hastalardaki etkileri psikometrik testler vasıtası ile değerlendirildi. Fobi, Obsessif-Kompulsif ve Anksiyete kümelerindeki tüm hastalara anlık ve sürekli kaygı skalaları ve Hamilton Depresyon ölçekleri uygalınırken; fabi grubuna Fobi Kendi Ölçüm Skalası, Obsessif –Kompulsif Gruba Yale_Brown Skalası ek olarak uygulandı. Aynı skalalar kontrol grubuna da uygulandı. Hucum Psikoterapisi uygulanan hastalarda kontrol grubuna göre skala sonuçlarında istatistiksel olarak anlamlı olumlu değişmelerin olduğu tesbit edildi.

 

Tartışma: Psikoterapilerin etkinliğinin kısa sürede ortaya çıkartılabilmesi hekimler ve hastalar için ciddi bir sorun olarak önümüzde durmaktadır. Psikoterapi tarihine baktığımızda yıllarca süren ve sonucu belli olmayan klasik analizlerden yapılandırılmış kısa dinamik psikoterapi proğramlarına, sorun odaklı çalışan davranışcı ve kognitifçi terapistlere kadar tüm hekimlerin amacı hastayı kısa sürede sağaltıma ulaştırmaktır. Anksiyete bozukluğundaki klinik çalışmalar göstermektedir ki; ilaçlarla yapılan iyileşmeler kalıcı olmamakta ve relapslar çok sıkdır. Ancak psikoterapilerle yapılan iyileşmeler kalıcı olmakta ve relapslar daha az ortaya çıkmaktadır. Bu nedenle sürenin kısaltılması ve bu süre içinde hastaya çok şey verilmesi temel amaçtır. Biz de bu çalışmamızda hastalara kısa sürede semptomlarında iyileştirici etkileri ortaya çıkarabilmeyi hedefledik. Sonuçlarda göstermektedir ki hastalara uygulanacak yapılandırılmış yoğun bir proğram yararlı olabilmektedir. Bu çalışmanın tek dezavantajı hekimin zamanının büyük bir kısmını az sayıdaki hasta ile harcamasıdır. Kalıcı bir yarar için bu göğüslenecek bir fedakarlık olması gerekir.

 

Kaynaklar:

1. Smith M, Glass GV, Miller TI: The Benefits of Psychotherapy. Baltimore, John Hopkins University Press, 1980

2. Beck A, Rush AJ, Shaw B, et al: Cognitive Therapy of Depression. New York, Guilford, 1979

3. Klerman GJ, Weissman MM, Rounsaville BJ, et al: Interpersonal Psychotherapy of Depression. New York, Basic Books, 1984

4. Luborsky L: Principles of Psychoanalytic Psychotherapy: A Manual for Supportive Expressive Treatment (SET). New York, Basic Books, 1984

5. Weissman MM, Rounsaville BJ, Chevron E: Training psychotherapists to participate in psychotherapy outcome studies. Am J Psychiatry 1982; 139:1442¾1446

6. Shaw BF: Specification of techniques in cognitive therapy, in Psychotherapy Research: Where Are We and Where Should We Go? edited by Williams JBW, Spitzer RL. New York, Guilford, 1984

7. Sifness PE: Short Term Psychotherapy and Emotional Crisis. Cambridge, MA, Harvard University Press, 1972

8. Mann J: Time Limited Psychotherapy. Cambridge, MA, Harvard University Press, 1973

9. Klerman GL, Dimascio A, Weissman M, et al: Treatment of depression by drugs and psychotherapy. Am J Psychiatry 1974; 131:186¾191

10. Elkin I, Imber S, Watkins J, et al: Various presentations of the NIMH Treatment of Depression Collaborations Research Program, in Continuing Medical Education Syllabus and Scientific Proceedings in Summary Form, 136th annual meeting of the American Psychiatric Association, Washington, DC, 1986, pp 85¾86

11. Garfield S, Bergin A: Handbook of Psychotherapy and Behavior Change. New York, Wiley, 1986

12. Elkin I, Shea T, Watkins JT, et al: National Institute of Mental Health Treatment of Depression Collaborative Research Program: General Effectiveness of Treatments. Arch Gen Psychiatry 1989; 46:971¾982

13. Altshuler KZ: Will the psychotherapies yield differential results? A look at assumptions in therapy trials. Am J Psychiatry 1989; 63:310¾320

14. Klein DF: NIMH collaborative research on treatment of depression; Elkin I, Shea T, Flollins J, et al: Comment; Hirschfield R: Comment; Klerman GL: Comment (letters). Arch Gen Psychiatry 1990; 47:682¾688

15. Altshuler KZ: Whatever happened to intensive psychotherapy? Am J Psychiatry 1990; 147:428¾430

16. Mohl PC, Lomax J, Tasman A, et al: Psychotherapy training for the psychiatrist of the future. Am J Psychiatry 1990; 147:7¾13

17. Tucker G: Panel on Residency Training, Meeting of the Association of Chairmen of Departments of Psychiatry, Washington, DC, October 1991

18. Verhulst J: The psychotherapy curriculum in the age of biological psychiatry: mixing oil with water? Academic Psychiatry 1991; 15:120¾13

19. Kenneth Z. Altshuler, M.D. Research and the Future of Intensive Psychotherapy JPPR93 vol 2.1:

 

Bu makale “36. Ulusal Psikiyatri Kongresi 03-07 EKİM 2000 Adora Golf Resort Hotel / Belek Antalya Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi Psikiyatri Ana Bilim Dalı, Türkiye Psikiyatri Derneği, Türkiye Sosyal Psikiyatri Derneği özet kitabı Sayfa: 87”

 

Bu çalışma sözel bildiri olarak sunulmuştur.

 

[1] Azerbaycan Tıp Üniversitesi Psikiyatri A.B.D.

[2] Azerbaycan Tıp Üniversitesi Psikiyatri A.B.D.

ADLİ PSİKİYATRİDE BİLİNÇ BOZUKLUKLARI VE ETKİLEYEN FAKTÖRLER

ADLİ PSİKİYATRİDE BİLİNÇ BOZUKLUKLARI VE ETKİLEYEN FAKTÖRLER

Doç. Dr. Ragıp Hacıyev[1], Uz.Dr.Tahir Özakkaş[2]

Hastalıkla ilgili olarak ortaya çıkmış bilinç bozuklukları, karmaşık ve alt tipleri çeşitlidir. Bu durumlar psişik faaliyetin temel özelliklerinin patolojik değişmesi ile ilgilidir. Bu durumların ve hastanın hastalık hikayesinin derin incelenmesi sonucu ancak teşhis konabilir ve bilirkişilik fonksiyonunu yerine getirmemize imkan sağlar. Bilinç bozukluklarının özellikleri, 20. yüzyılın başlarında K.Jaspers tarafından “Genel” belirtilen şeklinde sınıflandırılmışlardır. Bunlar; reel varlıkdan ve dünyadan uzaklaşma, beledsizlik, düşüncenin mantıksızlığı, hafızanın bozulmasıdır.

Özel tip bozukluklar olarak ise; işitme sanrıları veya delir (E.Lasseg), halüsinatör şaşkınlık, veya amensiya (Maynert), daha sonraları FraE.Resi’n onirik sanrıları, W. Mayer Qroıs’un onirik sendromun psikapatolojik yapısını tam olarak tasvir etmesi gösterilebilir. K. Vestfal bilincin alagaranlık bozulmasının içsel ve dışsal belirtilerinin yapısını ve dinamiklerini tanımlamıştır. Netice itibari ile şu anda bilincin bozulmasının gitgide derinleşen, ağırlaşan aşamaları veya dereceleri bütün araştırmacı hekimler tarafından kabul edilmiştir. Omnubilyasıya (letarji) ve somnambul halinden başlayarak stupor ve komaya kadar giden aşamaları içermektedir.

Ancak bu konunun halledilmesi, yani bilinç bozukluğunun derecesinin tesbiti ve tayini çerçevesindedir. Burada bilinç bozukluğunu meydana getiren, sendromal yapıyı oluşturan muhtelif klinik fenomenlerin ve fizyopatolojik süreçlerin izahı yapılmamaktadır.

Bu durumlarda bireyin ferdi özelliklerini tayin eden genel ruhsal yapısıdır.

Bu durum ilk etapta medikal ve hukuki yaklaşımda büyük bir önem arzeder. Bilinçli bir eylemin, bilinçli ve bilinçsiz komponentleri arasındaki ilişki daima bir problem olarak önümüzde durmaktadır.

Eylemlerin ortaya konma sürecinde “sekonder automatızmler” oluşabilir. Bunlar mekanik reaksiyonlar değildir. Çünkü bilincin gözlemi altındadırlar ve bilinçli faaliyetin sebebi ve amacını yansıtırlar. Bu eylemlerin asıl amacını ortaya koymak ve anlamak için başlangıç eylemini tesbit etmek gerekir. (“Sebebi amaca döndermek” A.N.Leontyev)

Böylelikle, bilinç dışından bir hazine gibi bilince öyle etkiler ve hadiseler dahil olur ki,onlar insanın içsel ve dışsal şartlarına uygun gelen isteklerine cevap verir.

Sonuçta olaylar amaca yönelir ve otomatik hareketler bilince çıkar, başka bir ifade ile, ihtiyari, isteğe bağlı ve bilinçli eylemleri kastederken (A.N.Soğam) biihtiyari (gayri iradi) ise bilinçsiz ve irade dışındaki eylemleri gösterir.

Sosyal ve psikolojik yönden bilinç bir kısım temel “özellikleri” ile karakterizedir. Bunlar aşağıdaki kısımlara ayrılabilirler.

Açıklık, hacim, merkez ve perifer, içerik ve hareketlilik. Bireysel düşüncenin temel belirtileri arasında ise; subjektiflik hissi, iç dünyanın bağımsızlığı ve iç kişiye özellik. (“Gizlilik” D. Tano)

Bilinç yalnız reel dünyaya karşı mevcuttur. Dolayısı ile, buna göre de bilinç bozukluğu tiplerinin özel farlılık yönleri mevcuttur ve bu bozukluklar hakkında kaotik bir karmaşadan söz etmek doğru değildir. Bilincin bozukluğu, ayrı ayrı psişik eylemlerin veya tam fonksiyonların bozulmasına dayanan bir noktadan birleşmiş semptomlarla ortaya çıkar.

Örneğin:

1-Bilincin nicel olarak bozulma tiplerinde (letarjiden komaya kadar), bunların içerisinde otonomik gibi ayrılık, bilincin akut kaybı olduğunda (bayılma, epileptik kriz v.s.)

2-Uykuya benzer durumlar (deliriy, oneyroid, akut hallüsinoz v.s)

3-Bilincin şaşkınlığı(amensiya)

4-Bilincin psikojen daralması

5-Bilincin alagaranlık bozulması

Bu tabloya, M.O. Gureviç’in tanımladığı “Hususi Halleri” ilave etmek gerekir.

Gösterilen bu şemadaki konumuz bilinç bozukluklarının klasifikasyonu ile ilgilidir. Dolayısı ile konu ile ilgili diğer psişik süreçler bu şemada görülmemektedir.

Bu şemada bilincin, konuşma, emosyonel durum, sosyal bağlantılar, sosyal aktifliğin derecesi ile ilgileri dikkate alınmamıştır. Bununla beraber bilinç bozukluğunun çok miktardaki tipleri ve sendromları içerisine daha önceleri kabul gören mutlak belirtiler dahil edilmemiştir. Akut ve habersiz başlama, transitör ve nisbeten az müddet devam etmesi, affektif bozukluklar-korku, güven, öfkehisleri, belirsizlik, parlak hallüsinatör obranlar, akut hisli sanrılar, hareketlerin sterotipi (dış görünüşe göre) ve benzer sebeple ilgili olması, kritik çıkış, terminal uyku veya fiziki gevşeklik, geçirilen halin amneziye uğraması.

Bu durumların ortaya çıkmasında eksogen faktörlerin (alkogol intoksikasyonu, travmalar, enfeksiyonlar, travmaların tesiri) önemi vardır, ancak bu bozukluklar patojen faktör olmayan durumlarda da ortaya çıkabilir. Bu durumlarda hastalar tez tez suç işlerler ve adli olarak bilinçsiz kabul edildiklerinden sorumsuz olurlar. Ancak,aynı zamanda bir konuya dikkat etmek gerekir. Adli psikiyatri terminolojisinde bu durumların psikotik epizotlarla(kısa müddetli ruhi faaliyetlerin bozulması) birlikte olması düşüncesiyle, psişik ve kriminolojik yaklaşımlardan istifade edilmiştir. Bilinçsiz başlama, amaçsızlık, sebepsizlik, gaddarlık v.s. faktörleri göz önüne alınmıştır.

Genellikle bu tip bir yaklaşım tarzı umumi ve adli psikiyatrın tecrübeleriyle sonuca ulaşır. Ancak her zaman bu yaklaşım tarzı ve klinik tecrübe bütün bilinç bozukluklarının özelliklerini ve onun tiplerini tam olarak ortaya koymaya yetmemektedir.

Bilinç bozuklukları kısa müddetli veya devamlı (birkaç gün) olabilir. ”Monolit” veren aralıklı (alternatif tipli) gidişle seyir gösterebilir, akut veya tedricen başlayabilir, kritik veya merhalelerle düzelebilir. Psikomotor, affektif veya hallisünatör paranoid komponentlerin ifade derecesine bağlı olarak klinik görünümü, epilepsinin paroksizmleri şeklinde olur veya deliriöz, oneyroid bozukluklar şeklinde göze çarpar.

Bilincin bozukluğu esnasında oryantasyon (yönelim) muhafaza olunursa, bu durumlarda dış dünyadan gelen uyaranlar hissevi de olsa kişide bu patolojik süreç içerisinde uyaran uygun tepkiler ortaya çıkarabilmektedir. Hatta automatizm tipinde giden bilinç bozukluklarında bazen “bilincin maksimal geometrik değişikliği” ortaya çıkmıyor ve buna göre de amnesiyal okunar ve kısmi özellikler taşıyor. ( “Amnestik bozukluklar” İ.T. Menteşaşvili) Hafızanın korunması daha çok deliriöz-paranoid veya oneyroid-illüzuar bozukluklardan sonra göze çarpıyor. Bilinç bozukluklarının bu veya başka özellikleri adli psikiyatride büyük diagnostik ve ekspert öneme haizdir. Buna göre de özel inceleme gerektirir. Çok çeşitliliğine bakmayarak bizim kanaatimizce klinik görünümde mevcut olan bir grup belirtiler psişik patolojinin bu tipinin mahiyetini teşkil eder. İlk etapta kişinin kendini algılamadaki bozukluk belirtisi ortaya çıktığında bozukluk, ince ve yüksek psişik fonksiyonlar konusunda değerlendirilmemektedir.

Bu durumda bilincin mantıksal gnostik ve faktör hususiyetlerinin ağır bozulmasından belki de dağılması ve felcinden bahsetmek daha doğru olur.

Bu durumlarda insan reel varlığı detaylı kavrama kabiliyetini ve aynı zamanda içtimai uygunsuz taleplere yönelik olarak amaçlı eylemine ve hayatını koruma içgüdülerini kaybedebilir. Bu esnada kişinin sosyal ilişkileri,sosyal rolü iç dünyasını aksettiren bir belirti gibi aniden kesilir ve değişime uğrar. Esas amacı “aktifleşmek”eyleminden ibaret olan bilincin temel özelliği, belirli özel durumlarda kendine has tecrübeleri ve kişisel deneyimleri veya bilgilerin bilince aktarılma ve değerlendirme kabiliyeti yok olur. Hastanın davranışında kontrolden çıkmış dürtüler, eğilimler, primitif emosyonlar (korku ve öfke), impulsif hareketler ortaya çıkar. Başka bir ifade ile insan bilinçliliğinin aktifliğini belirleyen, yaşamında onun planlarını fikirlerini,akli faaliyetlerini hayata geçiren irade dağılır.

Neticede, patolojik aktivite söner,ardından sistemin akut olarak çökmesi veya zayıflaması ortaya çıkar. Buna göre de bilincin tutkunlaşması epizodları bir kaide olarak kritik, uyku yada somrolensiya ile sonuca ulaşan çeşitli derecelerde amnezi ortaya çıkar. (Bilincin kontrolunden çıkmış bilinçsiz eylemlerin bilince dahil olması)

Tıp ve hukuk sahasında büyük öneme haiz bu problemin derin ve hassas olarak incelenmeye ihtiyacı vardır.

Makalenin yayınlandığı dergi “Azerbaycan Psihiatriya Jurnalı. Azerbaycan Psihiatriya Assosiasiyası, 2000 No:1(2) Bakü Sahife: 54-57”

[1] Azerbaycan Tıp Üniversitesi Psikiyatri Ana Bilim Dalı Öğretim Üyesi
[2] Azerbaycan Tıp Üniversitesi Psikiyatri Ana Bilim Dalı Öğretim Üyesi

Print Friendly, PDF & Email