Not: Aşağıdaki metin Kenneth R. Evans ve Maria C. Gilbert Bütüncül Psikoterapiye Giriş Kitabından Tercüme edilmiştir. Tercüme: Psikoterapi Enstitüsü Çalışanları Temel odak: birlikte yaratılmış psikoterapötik ilişki
Dolayısıyla yaklaşımımız çağdaş ilişkisel psikoterapinin aşağıda sıralanan çizgileriyle çok yakın durmaktadır: Birincisi, “karşılıklı etkilenme” kavramına ve terapötik ilişkideki iki kişilik ilişkinin birbirinden ayrılamaz doğasına vurgu yapan öznelerarasılık teorisini kullanıyoruz (Stolorow ve Atwood, 1992, sf. 18). Stolorow ve Atwood (1992) konumlarını şu şekilde özetliyor: “…bize göre… kendilik deneyiminin yörüngesi gelişimin her noktasında içinde kristalize olduğu öznelerarası sistem tarafından şekillendirilir” (sf. 18). Gelişimdeki ve psikoterapideki bu karşılıklı süreci tanımlamak için “birlikte yönetmek” (codetermination) terimi kullanılır. İkincisi, gestalt terapi içindeki çağdaş diyalojik yaklaşımlarla yakınız. Bu yaklaşımlar, psikoterapideki sağaltıcı diyalog ile terapist ve hasta arasındaki sağaltımın gerçekleştiği alanın önemini vurgular (Hycner, 1993). “…arasındaki kavramını ciddiye alırsak terapist ve hastanın deneyiminin toplamından daha büyük bir hakikat olduğunu görürüz”. Birlikte her iki tarafın da deneyimi için bir bağlam sağlayan bir bütünlük yaratır. Belki de arasındanın anlamının özü budur” (Hycner, 1991, sf. 134-5). Çağdaş ilişkisel psikanalizin yararlandığımız temel görüşlerinden biri de şu: “İleri sürdüğüm ilişkisel yaklaşım, analizan-analist ilişkisini,süregiden bir şekilde birbirine etki eden, hem hasta ve analistin sistematik olarak etki ettiği hem de birbirlerinden etkilendikleri, sürekli olarak kurulan ve tekrar kurulan bir ilişki olarak görür” (Aron, 1999, sf. 248). Bu üç çağdaş ilişkisel yaklaşım da, terapist ve hasta arasındaki yeniden yapılandırma süreci olarak terapötik ilişkideki, karşılıklılığa vurgu yapar. Ancak şunu da söylemeliyiz ki, kullanılan teknikler, terapistin kendilik kavramını kullanışı, aktarım ve karşı-aktarım hakkındaki görüşler, kendini-açma ile ilgili görüşler ile hastayla karşılaşmadaki ilişki kurma tarzı bakımından bu üç yaklaşım arasındaki büyük farklar bulunur. Benzersizliği ve bağlamsal etkileri görmek Aron, hastaların her zaman “analistin karakterinin kişilerarası gerçekliğine” uyum sağladığını ancak analistin sunuşunun duyarlı taraflarına doğrudan atıfta bulunmayabileceklerini düşünür. Zira “bu gözlemleri sadece dolaylı olarak ötekiler üzerinde ima ederek, yerdeğiştirmeler (displacement) olarak, veya bu özellikleri kendi özellikleriymiş gibi tarifleyerek iletirler” (Aron, 1999, sf. 251). Terapistler olarak bu dolambaçlı mesajlara karşı duyarlı olmalıyız çünkü bunlar, kendi sürecimizin birtakım bilinçli ya da bilinçdışı yönleriyle uğraşmalarını yansıtıyor olabilir. “…hem analisan hem de analistin bütün deneyimi öznelerarası bir karışımdır. Bu nedenle, analistin tüm deneyimleri tanım itibariyle iki zihnin birbirine karışmış psişik içeriği ile oluşur.” (Mitchell ve Aron, 1999, sf. 460). İlişkisel bilinçdışı: “analitik üçüncü” Gerson (2004) “ilişkisel bilinçdışı”ndan bahseder ve onu “ her partnerin öznelliği ve o özel ilişki içindeki tekil bilinçdışındaki ifade ve daralmaya nüfuz eden ve her ilişkiyi sarmalayan farkedilmemiş bağ” olarak tanımlar. İlişkisel bilinçdışı kavramı, her terapötik çiftin birbirine bağlantısına dikkat çeker ve aralarında “görülmez bir köprü” kurar (Gerson, 2004, sf. 72-73). Bu analitik üçüncü kavramının tanımı, daha önceden bahsi geçen ilişkilerin birlikte yaratılması ve birlikte belirlenmesine başka bir boyut ekler. Çünkü ilişkilerimizin hem bilinç hem de bilinçdışında karşılıklı olarak yaratıldığını ileri sürer. Bu nedenle, terapötik bir süreçte, ortak ilişkisel bilinçdışından süzülen mesajlara açık olmak önemlidir. Bunlar, rüya, fantazi, dalgınlık, takıntılı düşünceler, fiziksel semptomlar veya terapist veya hasta tarafından eyleme dökme (acting out) gibi farklı biçimlerde ortaya çıkabilir. İlişkisel psikoterapistler bu fenomenlere büyük önem verir çünkü terapideki “sıkışmış” noktalara zengin bir içgörü kazandırdığına inanırlar. Terapötik tekniğin bir kısmı olarak karşı-aktarımın gücü İlişkisel çalışmada yapılan bir başka vurgu, terapötik bir kaynak olarak karşı-aktarımı kullanmaktır. Bu konuda okuyucuya Karen Maroda’nın mükemmel kitabı The Power of the Countertransference’ı (1991) öneriyoruz. Maroda burada, terapideki aktarım-karşıaktarım tepkilerinin açığa çıkmasının, özellikle çalışmanın çımaza girdiği durumlarda kullanımı ile ilgili güzel örnekler vermiştir. İlişkisel terapist kendini bütün olarak odaya getirme ve kendisi ile hasta arasında meydana gelen ilişkisel açmazlarla doğrudan uğraşma gibi zor bir görev ile karşı karşıyadır. Bunun için giden süreçte terapist olarak verdiğimiz tepkileri sürekli olarak gözden geçirmeli ve hastanın sağaltımı için işe yarar olanları kullanmalıyız. Maroda’nın da dediği gibi bu noktada kolay bir kural yoktur; terapist kendi tarafında yaşadığı aktarım ve karşıaktarımların farkında olmalı ve bunlardan ne çıkartabileceğine bakmalı, bir yandan da hastanın terapiye verdiği tepkilere dikkatli ve saygıyla yaklaşmalıdır. Zaman zaman terapist, kendi aktarım-karşıaktarım farkındalığını dolaylı bir biçimde kullanarak, hastanın mücadelesini daha açık bir şekilde anlamaya çalışabilir. Kimi zaman ise, terapist kendi tepkilerini açıkça ortaya koymayı daha güçlü bir uygun bir seçenek olarak kullanabilir. Ancak bütün bu ilişkisel yaklaşımlarda ortak olan, terapistin terapi odasındaki sürecinin, terapötik süreç açısından değerli bir kaynak olarak kullanılabileceğine yapılan vurgudur. Terapötik ilişki karşılıklıdır ancak simetrik değildir Terapi sürecinde intrapsişik ve kişilerarası unsurlar arasındaki etkileşim Hycner ve Jacobs (1995) da terapötik çabanın “diyalektik-intrapsişik” ile “diyalojik-kişilerarası” tarafları arasındaki gerilimden söz eder. Bizim anladığımız şekliyle “diyalektik-intrapsişik” hastanın kendiliğinin farklı parçalarının arasındaki içsel diyaloğa ve daha önce tarif edilen özne-olarak-kendilik ile nesne-olarak-kendilik arasındaki ilişkiye tekabül eder. Öyleyse “diyalojik-kişilerarası” da hastanın hayatındaki terapist ve ötekiler ile etkileşimine tekabül eder. Terapistler olarak hem hastalarımızın iç çatışmalarına karşı hem de terapi odasında ikimiz, oda dışında da hasta ile öteki insanlar arasındaki ilişkiye karşı duyarlı olmalıyız. Hycner bu iki sürecin eş zamanlı olarak ele alınması gerektiğini ve “terapistin terapi içinde herhangi bir anda vurgulanması gereken ihtiyaçların ayırdına varabilmesi için önemli ölçüde ve ustaca bir ahenk tutturması” gerektiğini söyler (Hycner ve Jacobs, 1995, sf. 74). Terapi sürecinin kesinlikle hastanın intrapsişik sürecine odaklanmak ile terapi odası içinde gelişen bizimle hasta arasındaki terapötik ilişkinin araştırılması arasında meydana gelen hassas devinim olduğuna inanıyoruz. Hasta terapist ile birlikte geçimişini odaya getirecek ve kendisinden, ötekilerden ve dünyadan beklentileri doğrultusunda ilişkisini yaratacaktır. Bu malzeme üzerinde en verimli olarak terapötik ilişkinin şimdi-ve-burada bağlamı içinde çalışılabilir. “Kapsama” kavramı veya “üçüncü-kişi yaklaşımı” Aron (1999) da çocuğun nasıl yavaş yavaş annesini “ayrı bir özne” olarak deneyimlediğinden bahseder. Annesiyle ilişkisine ben-o olarak başlayan çocuk zamanla annesini de ayrı bir “ben” olarak deneyimlemeye başlar (Aron, 1999, sf. 246). Bunun psikoterapideki ilerlemeye benzediğini düşünüyoruz; Winnicott’un nesne kullanımı fikrinde olduğu gibi (Winnicott, 1968) hasta terapiste önce Ben-o tarzında yaklaşır sonra zamanla terapisti ayrı bir kişi ayrı bir “ben” olarak deneyimlemeye başlar. Aron gibi biz de bunun öznelerarasılığın kalbinde yattığını düşünüyoruz. Öznelerarasılık, “gelişimsel olarak edinilmiş, bir başka kişiyi ayrı bir deneyim merkezi olarak farekedebilme kapasitesi” anlamına gelir (Aron, 1999, sf. 246). Bu Buber’in kapsama nosyonuyla benzerlik taşır ve ilişkideki karşılıklılığın kalbinde yatar. Burada Fonaghy ve arkadaşlarının (2002) özdeğerlendirme işlevi kavramını hatırlıyoruz. Bu işlev, gelişen çocuk için gelişimsel bir yapıtaşıdır. Fonaghy ve arkadaşları (2002) “mentalize olmuş duygulanım” dan bahseder; anlamı ise “ birinin duygularının anlamıyla bağlantı kurabilme kapasitesi” dir. Böylece kişi, bedensel deneyimler ile uyumlu olabilir ve kişinin duygularına dair deneyimsel bir anlayış geliştirebilir (2002, sf. 15). Mentalizasyon veya özdeğerlendirme işlevi, “kişinin kendisinde ve ötekilerdeki mental durumları görebilme kapasitesinin gelişimi”ne tekabül eder (Fonaghy et al., 2002, sf. 23)ve görüşümüze göre kapsama kapasitesine dikkat çeker. Mentalizasyon kapasitesi, kendilik-örgütlenmesini ve duygulanım regulasyonunu, yani etkin işlevselliği mümkün kılar. Ötekinin ayrı bir “ben” olduğunu farkeden çocuk bir zihin teorisi geliştirmektedir: bu da “ çocukların sadece bir başka kişinin davranışlarına tepki vermeye izin veren gelişimsel bir edinim değil, ötekilerin ‘inanç, duygu, tutum, arzu, umut, bilgi, hayal, bahane, kandırma, niyet, plan …’larına dair bir algı geliştirmesi” anlamına gelir (Fonaghy et al., 2002, sf. 35). Bu süreç içinde çocuklar kendilerinin ve ötekilerin davranışlarına anlam verir ve bütün diğer ilişkileri bunun üzerine yapılandırır. Bu özdeğerlendirme işlevinin hem kişilerarası hem de kendiliğe dönük bir yanı bulunur. Psikoterapi sürecinde, terapist mentalize olmuş işleyişin şu üç yönünden herhangi biri üzerinde durabilir: “tanımlama, modlüe etme ve duygulanımları ifade etme” (Fonaghy et al., 2002, sf. 437). Bu üç süreç sırayla işler zira duygulanımları modüle etmeden önce onları tanımlamak gereklidir. Modülasyon seviyesini değiştirmeden veya duygulanımları (içedönük veya dışadönük olarak) ifade etmeden önce ne hissettiğimizi bilmemiz gerekir. Ayrıca, duygulanımları ifade etmek, ilk iki aşamaya bağlıdır. Fonaghy ve arkadaşları (age) tarafından anlatıldığı şekliyle bu süreç, gestalt deneyim döngüsü sürecini andırır. Clarkson’ın (1989) güzel bir şekilde anlattığı gibi, bu döngüde, duyum farkındalıktan önce gelir ve kişi uygun eylemi hareket geçirmeden ve iyi bir temas kurmadan önce ilk iki aşamadan geçmelidir. Fonaghy ve arkadaşlarının (2002) bu tartışmaya kattığı şey, duygulanım regülasyonu ile kişinin özdeğerlendirme işlevinin gelişimi ile ilgili duygulanım modülasyonuna dair detaylı bir kavrayıştır. Psikoterapi: öznelerarası bir ilişki Terapistler olarak bizler, terapötik ilişkiye kendi temas tarzlarımızı ve deneyimden anlam çıkarma yollarımızı getiririz; bunlar da hastanınkilerle karşılaşır. Burada Bollas’ın “düşünülmeden bilinen” (unthought known) (Bollas, 1991) kavramını hatırlıyoruz. Çünkü hasatnın hiçbir zaman kelimelere dökemediği deneyim alanları bulunmaktadır ve psikoterapi sürecinde, terapist, hastanın sadece hissederek veya bedensel olarak “bildiği” “kelimesiz” deneyimleri bulması ve bunları kelimelere dönüştürmesine yardımcı olur. Bollas (1991) “düşünülmeden bilinenin kalbinde hakiki kendiliğin yattığına” inanır, bu da “ kişiliğin çekirdeğini yapılandıran miras alınmış huy veya eğilimler” ile ilişkilidir (Bollas, 1991, sf. 279). Aslında aynı durum terapist için de geçerlidir; terapistin deneyimleri arasında da “düşünülmeden bilinen” alanında kalanlar vardır, hiçbir zaman dile gelmeyen ve terapötik diskurun “konuşulan” alanının dışında kalanlar vardır, ancak yine de hastanın terapide tabu alanları olarak deneyimlediği şeyler üzerinde hemen göze çarpmayan bir etkisi vardır. Bu noktada süpervizyonun hayati önemi vardır çünkü süpervizör, terapistin dikkatini bu tip alanlara çekebilir ve bunun üzerinden yapılan bir tartışma sayesinde terapi odasındaki sürece dair daha büyük bir farkındalık kazanılır. İlişkisel psikoterapi modelimizin altında yatan varsayım budur; gerek terapist gerekse hasta karşılaşmaya tüm karmaşıklığı ile kendi kişisel hikayelerininin toplamını ve deneyimlerini örgütleme yollarını, bilinçdışı süreçlerini ve “düşünülmeden bilinen” alanın bedensel ifadelerini getirirler ve ötekiyle karşılaşmanın bütün karmaşıklığıyla yüzleşirler. Elbette, hasta ile arasında köprü kurma, hastanın öznel dünyasına ulaşmak için farkındalığını, becerilerini, bilgisi ve deneyimini kullanma sorumluluğu terapiste aittir. Ancak bilinçli veya biinçdışı olarak hastanın deneyimleri de terapist üzerinde etki bırakacak, kelime veya fikir olarak ortaya çıkmasalar bile imge, rüya, veya duygulanım tepkileri olarak ortaya çıkacaktır. Benzer bir şekilde, hasta da terapistle yaşadığı deneyime farklı seviyelerde cevap verecek, terapistin bütün varlığı üzerindeki etkisini kaydedecektir. Hastanın, terapist farkında bile olmadan terapistle deneyiminden kaptığı şeyler olabilir: “Örneğin hastalar onlara kızdığımı, onları kıskandığımı veya onları baştan çıkardığımı söylediklerinde, bu şekilde düşünmelerine sebep olan şeyleri tarif etmelerini isterim. Bu soruyu sormak benim için önemlidir çünkü kendim hakkında daha önce farketmediğim birşeyleri öğreneceğime gerçekten inanırım” (Aron, 1991, sf. 252). Terapistin hasta ile etkileşim tarzı, terapistin aldığı eğitimden de etkilenir; gestalt terapistleri kendilerini, analitik veya hatta kişi-merkezli terapistlerden daha fazla ortaya koyarlar, ancak birlikte yaratılan bir terapi görüşünü kabul ettiğiniz anda, kendini ortaya koyma ile ilgili meseleler ile terapistin hastanın karşısında kendisiyle ilgili şeffaf davranması meselesinin mevzubahis olması kaçınılmaz olacaktır. “Kendini açığa vurmak bir seçenek değildir; kaçınılmaz olandır” (Aron, 1999, sf. 255). Herhalde farklı yönelimlerden gelen terapistler arasındaki ayrım kendi deneyimlerimizi ne kadar açıklıkla kullandığımız ve bunu da hastayla tartışmamızdan kaynaklanmaktadır! Gestalt ve psikanalitik uygulayıcılar arasındaki en belirgin fark herhalde budur. Daha önce tarif ettiğimiz kendiliğin altı boyutu da odanın içinde olacak ve terapötik diskurun bir kısmını oluşturacaktır. Hastanın o an zihnini meşgul eden meselelere göre bir boyut öne çıkarken, diğerleri arka planda kalabilir. Kohut’tan (1984) öğrendiğimiz gibi hastanın terapinin farklı zamanlarında farklı kendilik-nesnesi ihtiyaçları olduğuna ve bunların kendiliğin farklı boyutlarıyla ilişkide olduğuna inanıyoruz. Terapist hastanın öne çıkan kendilik boyutu üzerinde odaklanacak ve hastanın bu kendilik-deneyimini araştıracaktır. Duygulanımın birlikte regülasyonu Beebe ve Lachmann (1998) birlikte-yapılandırılmış regülasyonun “simetriyi ima etmediğini söyler: her iki taraf da diğer tarafı farklı şekillerde ve farklı derecelerde etkiler” (age, sf. 485). Terapide bunun anlamı, zaman zaman terapistin kendi temas etme tarzını kullanarak hastanın duygulanımını regüle etmesine yardımcı olmasıdır. Ya da terapist Fonaghy ve arkadaşlarının tarif ettiği üç aşamalı sürece belirli şekillerde müdahale edebilir. Sonuçta, hasta terapiste onun uzmanlığından yararlanmak için gelmektedir. Hastanın duygulanım regülasyonu ve disregulasyonunun doğası süreci ile kendi terapötik müdahalelerini derecelendirmek terapistin görevidir. Bu anlamda, terapistler olarak bizlerin, hastanın ritmine duyarlı olmamız ve bu kurulu etkileşim örüntülerine karşı müdahalelerimizi dikkatli bir biçimde çerçeveye oturtmamız gerekir. Terapötik ilişkiyi O-O (it-it) ‘dan ben-sen ilişkisine dönüştürmek olarak görüyoruz. Daha önceki bölümlerde, bu dönüşümde yer alan bazı süreçlerden bahsetmiştik. 3. kısımda bu aşamalar irdelenecek ve psikoterapi süreci boyunda nasıl işleyeceği tartışılacaktır. Modelimizi yerleştirme ve modelin eleştirisi Kohut’un ötekini kendilik-nesnesi olarak kullanmamız üzerine söyledikleri de terapötik ilişkideki kişilerarası özelliğe dikkat çekmektedir. Ancak, kendilik-psikolojisinin odaklandığı nokta, terapist tarafından yaratılan empatik ilişkidir. Böylece hasta terapisti kendilik-nesnesi olarak kullanarak geçmiş yaralarını iyileştirmeye çalışır. Özünde bu yine tek kişilik bir psikoloji yaklaşımıdır, çünkü terapist ilişkide eşit bir katılımcı olarak değil, kişinin kendilik-nesnesi ihtiyaçları ve uyum bozukluklarını anlamak üzere vardır. Ancak Kohut’tan sonra gelen Brandchaft, Stolorow ve Atwood gibi isimler, psikoterapideki kişilerarası boyut üzerinde durarak, ilişkisel psikoterapinin bir alt dalı olan özenelerarasılık teorisini ileri sürerler. Yaklaşımlarına göre “ klinik olgu…biçimlendikleri öznelerarası bağlam dışında anlaşılamaz. Hasta ve analist birlikte sağlam ve sürekli bir psikolojik sistem kurarlar” (Atwood ve Stolorow, 1984, sf. 64). Öznelerarasılık teorisi, terapötik ilişkiyi interaktif, karşılıklı bir süreç olarak ele alır. Ancak öznelerarasılık teorisi hastanın öznelliğine veya terapistin öznelliğine bakar ve etkinin karşılıklı olduğunu söylemesine rağmen katışımcılar arasındaki ilişkisel zemine odaklanmak bakımından gestalt diyalojik yaklaşımı (Hycner, 1991) ya da ilişkisel psikanaliz (Mitchell ve Aron, 1999) kadar ileriye gitmediği söylenebilir. Kendilik-psikolojisinin diğer dallarında olduğu gibi, öznelerarasılık teorisinde de, klinik vurgu, terapistin, hastanın karşısındaki empatik duruşuna yapılır. Bize göre diyalojik psikoterapi de ilişkisel psikanaliz de insanlar arasındakinin kapsamını öznelerarası teorininkinden daha geniş tutarlar ve kişilerin ilişkisel doğasındaki zenginliğe daha derinlemesine bakarak, “arasına” (diyalojik terapi) veya “ilişkisel bilinçdışı”na (ilişkisel psikanaliz) bakarlar. Günümüzde ilişkisel psikanaliz, terapötik ilişkinin birlikte yapılandırılması ve bu ilişkisel matriksin bir parçası olarak analistin öznelliğinin önemi üzerinde durmaktadır (Aron, 1991). Bu, gestalt diyalojik terapistlerinkine yakın bir duruştur. Biz hümanist gelenekten gelen (kökleri varoluşçuluğa dayanan) bu iki zengin gelenekten de, psikanalitik gelenekten gelen ilişkisel psikanalizden de (ve öznelerarasılık gibi yan kollarından) besleniyoruz. Psikoterapiye getirilen bu ilişkisel yaklaşımlar, terapötik ilişkiyi, her iki tarafın da kendi öznel deneyimlerinden, bilinçli olarak veya olmayarak getirdikleriyle bir birlikte yaratım süreci olarak görüyor. Ne olursa olsun bize göre bütün bu ilişkisel yaklaşımlar hasta-terapist ikilisinin “sağlam ve sürekli bir psikolojik sistem” olduğuna fazkaca vurgu yapmaktadır (Atwood ve Stolorow, 1984). “İçinde” veya “arasında” hastayı anlamamız açısından büyük öneme sahip olmakla birlikte insanların gündelik yaşantılarının gerçekliğini yeterince görmeyebilir. “Dışarıda” olanlar (kültür ve ekoloji) ve “ötesinde” olanlar (transpersonal) terapötik çabada düşünülmesi gereken insan deneyiminin diğer boyutlarıdır. Bu “dış” etkenlerin de hastanın değişim sürecinde oldukça etkili olduklarını düşünüyoruz. Yine de psikoterapötik sürece dair kendi bakışaçımızı geliştirirken, Stolorow ve Atwood(1984) gibi çağdaş kendilik-psikologları; Mitchell ve Aron (1999) gibi ilişkisel psikanalistler; Yontef (2002), Hycner ve Jacobs (1995) gibi diyalojik terapistler; ve Erskine ve Trautmann (1996) ve Hargaden ve Sills (2002) gibi ilişkisel yaklaşımı olan transaksiyonel analistlerin fikirleri arasındaki benzerlikten etkilenmiş durumdayız. Dış düyanın pratiğinde öyle gözükmese de bütün bu yaklaşımlar arasında pek çok yakınlaşma var gibi gözüküyor. Terapötik literatürde, terapötik ilişkinin kendisinin bir sağaltım aracı olması fikri giderek daha fazla kabul görüyor ve psikoterapötik süreçte iki-kişilik yaklaşım giderek daha fazla önem kazanıyor. Bu hızlanmanın asıl sebeplerinden biri de nörobiyolojik bulgular tarafından da desteklenen son dönem çocuk gelişimi araştırmalarının, bağlanma sürecinin karşılıklı etkileşime dayalı bir doğası olduğunu göstermesi. Modelin eleştirisi Teknik ve strateji alanlarında önümüze zor bir hedef koyduğumuzun farkındayız. Çünkü ilişkisel terapistler, bir yandan “odanın içinde ne olduğu”na odaklanırken, diğer yandan başka yaklaşımlardan aldıkları işe yarar teknikleri de kullanacaklardır. Biz bunu, hastanın ihtiyaçlarını, kişilik tarzını, belirli ilişkisel örüntüleri ve benzersiz tarihçesini, karşılıklı etkileşim sürecinin bir parçası olarak çerçevelendirmenin bir parçası olarak görüyoruz. Öyleyse, hastanın duygulanım regülasyonu sürecinde destek olurken kendi duruşunu modüle etmek terapistin sorumluluğudur: “Örneğin, bunalımlı, dikkatini veremeyen ebeveynleri tarafından ihmal edilmiş çocuklar için, spontan, ilgili, konuşkan bir varoluş çok önemli olabilir. Diğer taraftan, fazla müdahalezi, talepkar ebeveynleri veya kardeşleri olan hastalar daha sessiz, karşımayan bir varoluşa daha fazla ihtiyaç duyuyor olabilirler” (De Young, 2003, sf. 37). Terapitin bu uyum sağlama ihtiyacı, etkili bir ilişkisel terapi için şarttır ancak bu belirli hasta sorunları için basit bir kurallar kitabı çıkarılabileceği anlamına gelmez. Terapistin hastasına duyarlı, ilişkisel olarak uyumlu bir tutum içinde olması ve değerli bir bigi kaynağı olarak karşı-aktarım tepkilerine dair sürekli bir farkındalık içinde olması gerekir. Hümanistik gelenekten psikanalitik geleneğe kadar çok genş bir ilişkisel psikoterapi yelpazesinin heyecanlı gelişim tarihinin bir parçası olduğumuzun farkındayız ve bu tarih içinde kendi yerimiz tarafından kaçınılmaz olarak sınırlanacağımızı ilk görecek olan biz olacağız. Terapi odası pratiğinde, farklılıklar (ve benzerlikler) olacaktır; biz hem bu benzerlikleri hem de farklılıkların bize sunacağı zenginlikleri öğrenmeye açığız. Kendi bütüncül çerçevelerini oluşturma sürecinde olan terapistlere çağdaş araştırmaları takip etmelerini öneriyoruz. Bu araştırmalar arasında psikoterapi sonuç araştırmaları, çocuk ve yetişkin gelişimi araştırmaları, ve son zamanlarda nörobiyoloji araştırmaları yer almaktadır. Gerek bu araştırmalardan gerekse burada bahsettiğimiz teori ve klinik deneyimlerinden ve uygulamalardan edindikleri zengin birikim üzerine kendi bütüncül yaklaşımlarını çerçevelendirebilirler |